Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Ömür Tektir», страница 2

Шрифт:

ÖMÜR TEKTİR
Roman

Eserde olaylar uzun sürmüyor, ancak bu arada söylenebilenler de baştan aşkın

Yazar

İlk bölüm, yani aylı gece aysızından nesiyle ayrılıyor

Boş şehir sokağından, bir yerlere geciken yalnız tramvay etrafı gürültüye boğup, canhıraş bir hâlde koşarak geçti gitti; sanki onu arkasından kovalıyorlar, hatta aceleciliği yüzünden yanan trafik ışıklarına, duraklara da dikkat etmedi. O gidince, biraz vakit geçtikten sonra, kabir sessizliği yerleşir gibi oldu. Arada sırada ayakları kaldırım taşlarına değerse değen, değmezse aşağıya doğru hızla hamle yaparak geçip giden yalnızları da hesaplamazsan büyük taş şehrin, zor bir çalışma gününden sonra bitkin bir şekilde derin bir uykuya daldığına inanmayacak hâlin yok ya. Yaz gecesi, akıl almaz sıcak, hava leylak kokusuyla kaplanmış; bunun için mi acaba, her çalıdan, her ağaçtan, çiçekten demet demet ışık saçılıyor gibi…

Gökyüzünde dolunay yüzüyor. O kendisinin bugünkü kaderinden, payına düşen gümüşünden memnun; yavaşça, sadece ona verilen ay işlerini yaparak, yukarıdan gizemli bir şekilde aşağıya bakıyor; yerde neler olduğunu, neler yapıldığını sabırla gözden geçiriyor. Belki onun da işleri iyi değildir, böyle çiçek kokusu sinen sessiz bir akşam olmasına rağmen bazen yüzünü kırıştırıyor gibi, böyle anlarda da ıvır zıvır bulutlar çabucak onu kaplayabiliyor; her şeyi de görme, yerde neler yapılmaz; ayrıca, sen yüksektesin, alçalma! Hayır, ay bunlara razı değil, burnunun ucunda hareket eden ıvır zıvırları köpük üfler gibi tozutarak gönderiyor ve yine bakışlarını aşağı yöneltiyor. O bundan fazlasını yapamıyordur, onu biz insanoğulları da anlayamıyoruzdur. Belki bunu anlamak için bizim de bazen ay gibi yukarıdan aşağıya bakabilmemiz gerekiyordur.

…Aslında, şehrin büyük taş sokakları ilk bakışta böyle sakin görünmüş. İşte, nadiren olsa da yeşil gözlerini parlatarak geniş bir caddeden çalışkan taksiler geçiyor; bu kez de, üç sarı tanker takarak süt taşıyan araba bir ara sokağa girip kayboldu. “Ambulans” da “polis” de geçiyormuş. Ancak, bunlar bize, şehirde yaşayanlara, görünmüyor; sanki, bu patırtılara alışmışız, onları duymuyoruz da görmüyoruz da. Şimdiki beşer, dokuzar katlı hatta bunlardan daha yüksek binaların önlerinde yetişen leylak, kuş kirazı, iğ ağacı çalılarının çiçek kokularından başımız dönünce, bazen bunların arasındaki cıvıldayan bir iki kuşun sesine de şaşırıyor, kendimizi çoktan Ağizil ya da en azından Dim boyunun bülbüllü tuğaylıklarında33 hissediyoruz galiba. Bu bizim şansımız mı yoksa tam tersi…

Hayır, duyuyor musunuz, Ağizil ormanları ardında gök gürler gibi oldu? Yoksa yanıldık mı? Yok, işte, gök yüzünü ortadan bölerek yine düzensiz bir şekilde şimşek çaktı. Daha önce de şehrin güneyinde ağarmış görünen ufuk hangi arada böyle endişeli bir karanlığa gömülebildi ki?

Uzaktaki gök gürültüsü daha da dehşetli yankılandı, bu davranışından onun sabırsız oluşu seziliyordu, yoksa yıldırım kamçısını, şehrin yarısının gökyüzüne yetecek kadar vurmazdı. Böyle kötü davranmaya çalışması iyi mi yoksa?

Baş ucumuzdaki ay ablamız da çabucak yerinden hareket etti, güleç yüzünü kaşmir şalıyla kaplamak için acele etti. Mayıs ayında hiç olmadığı kadar, bir yarıktan serin, gönülsüz bir rüzgâr da esmeyi unutmadı. Bunun için birden bu defa da uyanan çeşit çeşit kuşlar öfkelendiklerini bildirmek için ağlayıp zırlar gibi gürültü yaparak cıvıldaştılar ve gizli bir yer bulup dikkat kesilerek sustular. Kuş kirazlarının, leylakların hoş kokuları da ağaçlarından dışarı gitmeden (onlar da rüzgârın onları koparmasından korktu galiba) yere yapıştı ya da çiçeklerin çiçeklerine hareket etmeden sarıldı. Gürleme, şu anda yaklaştıkça yaklaştı, o her durduğunda daha da inanılmaz bir şekilde elindeki kamçısını oynatıp durdu. Bunları kaşmir şalının kenarını sallayarak sabırlı sabırlı yukarıdan gözetleyen ay ablamız, öfkelenmekten ziyade utandı galiba; burada bana yer kalmadı der gibi, gözlerinden yaş dökerek hızlı hızlı yürüyüp gök kubbeden çekip gitti.

Vay, ev önlerinde de kimsesiz bir yer yokmuş ki. İşte, budaklı bir kavak ağacına dayanan delikanlı ile kız aniden aydınlığa çekildi, birisi saatine baktı, diğeri (yiğit parçası) acele acele yakındaki leylak dallarını toplamaya başladı.

– Yeter, ya görecekler! – diye usulca seslendi kız, gömleğini ara sıra çekiştirerek.

– Görseler ne… – cesur yiğit, olmadık yere kubardı.

Çok geçmeden, leylaklı kapıdan iki sarhoş çıktı. Bu ikisinden yeller esmişti. Erkekler göğe bakar bakmaz rahatlayıp gerindiler ve biri diğerinden istedi, sigara yaktılar. Leylak dallarının birisini iki tarafından da bir seferde keyifle ısladıktan sonra, el sıkıştılar ve her ikisi de ayrı bir tarafa gidip yok oldu.

Bir yerlerden başka sesler işitildi, birisi koşup geçti, birisi nefes nefese kaldı, yeniden rüzgâr estiğinde ta nerelerdeki bir balkondan büyük bir tencere kapağı düştü ve kaldırımda şangır şungur ses çıkararak uzun süre yuvarlandı; hatta o yuvarlanıp düşünce de bu hünerini bırakmadı; tıkır tıkır gelmeye çalıştı.

Kaçmak isteyen kişiler kaçana, başını öne eğip gitmek isteyenler gidene kadar sabreden serin rüzgâr şifer34leri titretip, demir kaplamaları takırdatıp omuzlarını gererek şöyle bir gayretlenmeye çalıştı ama durdu. Ondan sonra da tek tük iri yağmur damlaları tıpırdamaya başladı. Birden baş ucunda şimdiye dek olmadığı kadar çok şimşek çaktı, yerde iğne olsa, muhtemelen, o anda görünürdü. Ardından da şak diye yıldırım düştü; “Ya, gördünüz mü ağabeyinizi!” diyene kadar oldu bu. Ondan sonra da çok uzun bir sessizlik oluştu.

Şu andaki beş katlı bina, ilk bakışta tek gibi görünen, sadece biri dokuz diğerleri on dört katlı olan süslü binaların olduğu yerde. Giriş kapıları biraz yamulmuş, delinmiş, yer yer tahta ya da tenekeyle kaplanmış olduğuna da bakıldığında, onun çok eski ve çok önceleri yapıldığını anlamak mümkün. Ama bu beş katlının diğerlerine göre dikkat çekici bir özelliği var, bina büyük bir avlunun baş köşesinde, dipte, sakin bir yerde.

Yüksek binalar övünseler bile, muhtemelen, bu kısaya kıskanarak bakıyorlardır. Çünkü o her taraftan irili ufaklı kavaklar, kapı önlerinde leylaklar, kuş kirazları, kuşburnu, kartopu ve pek çok çiçeği olan sarmaşık dalları, oluklar ile kuşatılmış. Evet, karşısında bir akağaçlık arasında tek direkte yalnız fener sapsarı aydınlığını veriyor, ancak bu cimri aydınlık da pek çok yere ulaşamıyor galiba. Ulaşmasın, ona öfkelenmek mümkün mü? Buna rağmen, bahar, yaz geldiğinde bütün gençler akşamları bu kısa binanın etrafındaki kavakların altında. Onları, gündüz yakın civarlardan toplanıp gelen ebeler, dedeler, yaşlılar, çoluk çocuk değiştiriyor. Buraya araba sesi gelmiyor, şu anda gayretlenerek övünen rüzgârın esintisinin de burada gücü tükenerek ibiği düşüyor. Çoğu zaman, belki, yağmur da değmez ya, ama yağmur gökten düşüyor. Genel olarak söylendiğinde, işte böyle sessiz bir yerde bulunan eski, düzenli bina bu; pek göze ilişmez o, ama orada yaşayan kişilerden ağzından dairesini kötüleyen, yakınan bir kişiyle bile karşılaşmazsın. Halk dilinde onun kendisi gibi sade bir ismi de var: “Şakmakyurt (Kare bina)”. Genelde de şöyle konuşmaları işitmek mümkün.

– Arkadaş, merhaba, nerede yaşıyorsunuz siz?

– Nerede demek de ne, haydi, gir, çay içip çıkarsın, şu bizim kare binada işte.

Arkadaş diyen orada çay içmek için içeri girmeye hemen razı olur.

– E, e kare binada mı yani? – deyip gözlerini açıyor. – Biliyorum kare binayı nasıl bilmem.

Niye “kare bina” diyorlar ki? Öncelikle o, panelden yapılmış, kendiliğinden karelere bölünmüş. İkinci olarak da, hangi sebeptense, o kareler farklı renklere boyanmış; kahverengi, sarı, yeşil veya başkalarına. Boyaların renkleri de solmuş artık ama halk, diline bir dolayınca unutulmuyor. Kare bina, bu şekilde, altmışlı yıllarda yapılan ilk panel binalardan birisi, hatıra gibi, duruyor. Onu bu günlerde sadece görmeye gelenler de çok oldu, ama onu tamamen ilim adamlarına tahsis edince, orada yaşayanlar hakkında çeşitli dedikodular çıkmış. Güya, zenginlerin binası oldu bu diye, ancak ömür geçiyor kare bina da eskidi, binaların da çok iyileri yapıldı, e fikir değişmedi. Kare binada şu anda ilim akademisinden birkaç aile kalmış olmalı.

Daha yeni dinen azgın rüzgâr birden akağaç kıvrımlarının küpelerini yoldu, kavakların yeni çıkmaya başlayan yassı, taze yapraklarını kopartmaya çalışıp çatır çutur ettirdi ama onlar genç olduklarından yenilmedi. Yeryüzüne, rüzgârın ardından, tek tek saçılan damlalar serpildi…

O anda, sonunda, akağaçların arasından iki kişinin boyu peyda oldu. Gökyüzünü yararak parlayan şimşeğin aydınlığında bunlardan birinin beyaz bluz, siyah etek giyen bir kız, diğerinin kızcağızdan biraz daha uzun bir delikanlı olduğu açık bir şekilde göründü. Onlar kare binanın önce giriş kapısı tarafına doğru yöneldiler ve ayrılmadan tekrar durdular. Rüzgâra, yağmura bile itibar etmiyorlar yahu. Gençken, âşıkken böyle işte, birbirinden başkasını görmüyorsun. Bu ikisi de ellerini ellerinden ayırmadan sadece birbirlerine narin bir şekilde bakıp durdular, ondan sonra dayanamadılar, birbirlerine sarıldılar. Rüzgâr yukarıda sertleşiyor, Akağaçların demet demet salkımlarını eğiyor. İşte bir an onların, gençlerin dikildiği civarı ayırarak geçti, fener ışığı hızlıca delikanlıyla kızın yüzlerini aydınlattı. Bu arada da kızın en fazla on sekiz – yirmi yaşlarında olduğunun, gecenin parlaklığını kendinde saklayan kuş kirazı gözlü, çizilmiş incecik kaşlı, genel olarak, çok sevimli, yuvarlak yüzlü, çok zarifçe kısaltılmış sık saçlı olduğunun fark edilmesine izin verdi. Yiğit, tam tersine, geniş yüzlü, kalın kaşlı ve burnunun altında çizilip giden siyah bıyıklı biriydi. O da en fazla yirmi bir – yirmi iki yaşlarındadır, çok geçmedi, fener sallandı ve onların etrafı yeniden karanlığa gömüldü.

– İlğuca, ben seni özleyeceğim, – diyen kızın sıcak fısıltısı duyuldu gecenin yüzünde. Diğeri donuk, kalın bir sesle sakinleştirmeye gayret etti.

– Ben cumartesi geleceğim tamam mı, bekle! Benim Gülşan’ım!… deyip heyecanlandı.

– İlğuca’m!– dedi diğeri.

– E, sen benim Gülşan’ımsın! Benim gülüm, senin adın bir tane… bütün dünyada bir tane!

– Bir tane değildir. Biliyor musun, annem söylüyor, adın diyor kızım, gül bahçesini anlatıyor, diyor. Kızım bir tane olunca, haydi, bütün çiçeklerin bütün güzel özellikleri de benim kızıma geçsin diye düşündüm diyor.

– Güzel ad, Gül-şa-an! Gerçekten de senin adın güzel, tek, Gülşan!

– E… ya kendim? – Kızcağız sırlı bir şekilde kendi kendine güldü galiba, avcuyla delikanlının ağzını kapattı. Diğeri sabredemedi:

– Sen şey… – ne söyleyeceğini bilemeyip şaşırınca, birden hayallere daldı. – daha da tek. Evet, tek, sadece bir tane benim Gülşan’ım. İster misin, şimdi bu fırtınada bağırayım?

– E, ne diyerek?

– Ben Gülşan’ı seviyorum diyerek.

– Nasıl?

– İşte böyle… – İlğuca birden kızı kendine çekti, bağrına yaslayıp sımsıkı kucakladı ve gecenin aydınlığında uzun uzun Gülşan’ın gözlerine baktı. Ondan sonra da öpmek için kızın dudaklarına yöneldi. Ama o anda çalıların arasında bir çıtırtı duyulur gibi oldu. Delikanlıyla kız irkildi, bu, gerçekten de boşuna değildi, birden kapılar açılıp kapandı ve sokağa beyaz gecelikli bir kadın geldi.

– Kuruyasıca, bin bir zahmetle yıkamıştım, kökü kazınasıca! – diyerek o, yumruğunu göğe salladı, topuğuna kadar uzanan geniş bir gecelik giyen, hâlâ uykusundan uyanamamış, eşinin gelmesini beklerken de her zamanki gibi göğüslerini bir sağa bir sola sallaya sallaya, bir elinde naylon bir tas tutarak delikanlıyla kıza neredeyse dokunacak gibi, hızlıca geçip gitti.

– Niye aptallaştın kaldın, haydi girsene, – diyen sert sesi yankılandı ardından. Ama erkek olan düzgün yürümedi, omuzlarını öne eğerek olduğu yerde kaldı.

Geniş gövdeli akağaç ardına gizlenen Gülşan, İlğuca’nın kulağına uzandı:

– Bizim komşuların görmemeleri daha iyi… – dedi. Ondan sonra yine ekledi. – Seğize Abla’ya yemek verme, tek dedikodu yapmasını söyle.

Çok geçmedi, büyük bir tas tutarak kadın geri döndü. Olduğu yerde kalan kocasını görüp, acımadan kenara itti.

– Git, rezil, seni götürmek neye yarar…

Kocası uyandı, sonra, şaka yaptı.

– Belki, şeydir, karım gençliğimi aklıma getirmiştir, hi-hi!..

– Sana öyle gelmiştir. Git, en azından, çamaşır iplerini al eve götür. Yarına kadar ya kalır ya kaybolur. Buradaki serseriler…

– Niye durmasın, sığır boynuzuna mı takılmış yani! Rüzgâr esince kadının eteği havalandı ve sallanıp duran fener ışığında onun çırılçıplak, geniş baldırları kocasının gözüne takıldı. O, arka tarafa geçip koltuk altından tutmayı bırakıp birden kadının yumuşak yerinden tuttu.

– Haydi, karıcığım gidelim.

– Diğeri iki dirseğini de sallayıp çekip gitti ama, sesindeki kızma belirtilerini kesip, hatta biraz da nazlanarak konuştu.

– Senin yani o…

– Rüzgâr var, karıcığım, girelim serin, – diye mırıldanarak karısının arkasından çekiştirdi adam.

Arkalarından kapının kapanmasıyla, bütün bu şeyleri gören, izleyen Gülşan sevgilisinin bağrına yüzünü gizledi.

– Hay, şu Meğefür Ağabey, utanmaz ya, her şey için hep çene çalar durur, – dedi.

İlğuca konuşmadı. O anda olup biten görüntüden onların ikisi de rahatsızdı. Sadece sarılarak dikildiler. Az sonra bu olay unutuldu galiba, onlar birbirlerine eridi, delikanlı arzuyla tutup öptü.

– Ben gireyim artık, annem merak etmiştir, – diye duyulur duyulmaz yankılandı kızın sesi. Delikanlı ona karşı konuştu:

– Biraz daha kalalım da…

Onlar arzuyla öpüştü. Gülşan endişelendi.

– İlğuca nasıl döneceksin ki?

– Giderim, bana ne ki bu! – diyerek cesaret göstermek istedi diğeri.

– Ya bize girelim mi? Annem yanlış anlamaz. Ancak burada…

– Yok, Gülşan, Feyrüze Abla hasta. Başka bir zaman belki…

Bu duruma ikisi de içten bir şekilde sessizce güldü. Gülşan yönelip kare binanın pencerelerine baktı.

– Herkes de uyumuş, hiçbir pencerede ışık kalmadı, – diye belirtti o.

Yağmur damlaları güçlendi. Şimşek hiç aralıksız çakmaya başladı. O esnada, hiç beklenmedik bir şekilde çok şiddetli bir şimşek çaktı, sanki onların sığındıkları akağaca vuruldu.

– An-neciğim!! – diye çöküverip, İlğuca’nın bileklerine yapıştı o korkusundan, ama diğeri arka arka çalılık arasına girip duruyor. Şaşıran Gülşan birden ona seslendi.

– İlğuca niye ıslak ağaçların arasına giriyorsun?

O anda, Gülşan’ın aklını çıkartarak, birisi kızı tuttu ve delikanlıyı da arkasından itti.

– Yürü, küçük hanım, yürü, yiğidin varsa sen niye korkacaksın! – ses kaba, istihzalı idi. – Islak çalılık ileride şimdi! Hemen gideriz. Şimdi biraz sabret! Senin gibi kokmamış taze sazan işe yarayacaktır…

– Sizi utanmazlar! Kimsiniz siz? – Lakin azman gibi bir delikanlı debelenen kızın omuzlarına parmaklarını batırdı. Ya acıdan ya da aklı çıktığından Gülşan bağırmak isteyerek ağzını açtı, ancak güçlü bir el onun ağzını kapattı ve bileklerinden sıkıca tutup öne doğru çekiştirdi. Ter sinen pis avuçtan ne kadar kötü bir koku geliyordu. Canını kurtarmaya çalışıyor ama kaçılacak gibi değil. Delikanlılar iki kişiydi. İki taraftan da sıkıca tutmuşlardı. İşte, Gülşan’ın nefesi kesiliyor, boğuluyor ama ağzını iyice kapatan kötü kokulu avuçtan da kurtulurum deme.

– Debelenme, sazan, gidince yere yatıp birlikte debeleniriz!… – Bu tamamen başka bir ses. – Kimin utanmaz olduğunu o zaman öğrenirsin.

Yok, daha deminki ilk ses de uzak değilmiş:

– Çok güzel görünüyorsun, tutacak yerin de var… – Bu sözler ile bu rezil, Gülşan’ın göğsüne yöneldi, bir anda kurtularak kızcağız, diğer yiğidin elini ısırdı. Tabi, kendininki kıymetli, “ah!” dedi.

– Bırakın bizi, kimsiniz siz? – diye bağırdı ama onun sesi bu geceki mahşerde çok uzağa gitmedi. Aklına şöyle bir fikir geldi: “İlğuca’yı nereye koydular, yoksa… yoksa bırakıp kaçtı mı?” Ama ikinci bir iç ses karşı çıktı: “Yok, bu mümkün değil, değil!…”

Eli ısırılan yiğit, ağzından içki kokusu saçarak birden sinirlenip, Gülşan’ı arkadaşından çekti aldı.

– Versene, ben seni, dişlerini ağzına dökerim, kancık!…

Kızcağız bir süre şuurunu kaybetti, o hiçbir şey işitmez oldu. İlk delikanlının söyledikleri zar zor kulağına çalındı.

– Değme, Vadik, bırak, işi bozuyorsun!

– Neyini bozuyormuşum onun? – zehir saçıyor o.

Önceki ses yine karşı çıkıyor:

– Sadece bugünle yaşama moruk, işi bozuyorsun. Kendi aralarında tartışıyorlar. Her hâlde sana düşecek, korkma!

– Korkulacak bir şey kalmadı artık…

Kendine geldiğince Gülşan ile İlğuca yan yana duruyorlardı. Metruk bir demir garajdı. Yukarıdan şıpır şıpır su akıyor, burası bir barınak gibi. Bir de baş ucundaki demir tıkırdayıp duruyor. Bir yerden sallana sallana aydınlık giriyor. Pencere gibi olan şeyler bir delik sadece, ayrıca rüzgâr da esiyor. Gülşan üşüdü, gayriihtiyari İlğuca’ya yaklaştı. Diğeri de ona sarılmaya çalıştı…

– Bırakın bizi, yiğitler, – İlğuca’nın sesi duyuldu. – Bizim ne suçumuz var?

Gülşan’a, aklı yeniden döndü. Acınacak hâlini anlasa da, içinden “Aferin, gitmemiş İlğuca, sesi de ağlamaklı çıkmıyor” – diye belirtti. İlğuca’yı yanında hissetmek Gülşan’a biraz olsa da rahatlık veriyordu. “Bunlar kim?” diye bir düşünce geçti aklından, ondan sonra bu kötü adamların ne yapmaya niyetlendiklerini anlayınca, korkusundan birden dizlerinin bağı çözüldü. İlğuca’ya doğru eğilmeye başladı. Ama niye tutmuyor o Gülşan’ı? Kırık pencereden şimşek çakıyor, duruyor duruyor da gök tepe insanın aklını çıkartacak gibi yarılıyor. Bu kızcağıza güç veriyor. Gözlerini açıp baksa, onları dört azman kuşatmış.

– İlğuca… – diye yavaşça sesleniyor kız. Bu kez diğeri de duydu, başını çevirdi.

– Gül-şa-an… – diye acıyla çıktı sesi. Ama bunu duyar duymaz “tak” diye vurdular. İlğuca külte gibi arkaya doğru gitti, ondan sonra yine sürüklediler. Vay, ne görsün: “İlğuca’yı iple sıkıca bağlamışlar. Kımıldaması mümkün değil zavallının. Birden Gülşan’ın aklına bir fikir geldi: “Çamaşır ipi Seğize Abla’nın bıraktığı çamaşır ipi.” Kendisi bile fark etmeden:

– Niye, adamın ipini aldınız? – demez mi? Delikanlılar kah kah güldüler. Gülşan onların birini bile tanımıyor, daha doğrusu, onların yüzü görünmüyor. İşte aralarında “r” harfini tam söyleyemeyen peltek deminden beri kaldırıp şişe ağzını emen arkadaşına yöneldi:

– Ve-sene, Vadik, içkiyi biy sen lıkı-datıyo-sun, bu adil değil.

İşte peltek içince dile geldi:

– Ya, yiğitçik, çamaşıy ipini tanıyınca, sazan yetişti demek.

Ağzından kan tüküren İlğuca hâlâ onlara sesleniyor.

– Yiğitler, sizin için şu an iyi ama, hesap verme zamanı da gelecek. – Onun sesi soğuk ve sert yankılandı. İlğuca devam etti. – Ben, öğrenciyim, bütün tıp fakültesinin yiğitlerini toplayacağım, amma sizi bulacağız. O zaman, peltek, “ha” deyinceye kadar senin ensene çökeriz.

Bu konuşma yiğitleri ayıltır gibi oldu. Ancak onlar kötülüklerine devam etti. Vadik denileni bir yerden bıçak getirip çıkardı ve bağlı olan İlğuca’nın çenesine dayadı:

– Sen, sefil, bizim ensemize nasıl çökeceksin ki? – diyerek imalı bir şekilde gülüp içki kokusunu üfledi İlğuca’ya. Biz şimdi öbür dünyaya senin ardından gitmeye hazırlanmıyoruz. Ha-ha! – Ondan sonra yine vurmak için elini kaldırdı ama bu kez, İlğuca yana çekildi.

– Bağlı birini dövmek erkeklik değil! – dedi o.

Yiğitlerden diğer ikisi bir iki adım kenarda sessizce duruyor, onlar söze katılmıyor. İşi peltek azdırıyor:

– Biliyo musun, sefil, biz senin küçük hanımı gözünün önünde soyup, bu-ada şimdi sı-adan geçi-i-iz! Bu biy, ikinci ola-ak dilini tutmazsan, ikinizi de asa-ız.

Bu ana kadar afallayıp kalmış olan Gülşan birden ağlamaya başladı.

– Bırakın bizi, lütfen!… Bizim ne suçumuz var? Biz birbirimizi seviyoruz. Evet seviyoruz… – diye yalvardı kızcağız çırpınarak. İlğuca da biraz duygulandı ama boğazında düğümlenen şeyi güçlükle yuttu ve:

– Onlara yalvarma Gülşan, – dedi. Tamamen sakinleşti: – Onlar hayvan, sadist.

Peltek, imalı güldü.

– Hey, ne diye hayvanlay, sadistley diyo-sun? Demek öyle… – O birden gelip Gülşan’ın bluzunu çekip indirdi. – Vadik bu sazan daha önce senin elini ısı-mıştı, haydi başla, sen bi-incisin. Sana büyük hürmet! Tatlı ıyızık!…

İlğuca ipten kurtulmaya çalışıyor ama çok sıkı sarmışlar. Ancak, garajın köşesinde uygun bir demir görünüyor. O, Gülşan’a yaklaşmaya çalışıyor ama doğrulup bakmaya çekiniyor, onun Gülşan’ı iki eliyle yırtık bluzunun uçlarını birbirine tutuşturup göğüslerini kapatmaya çalışıyor.

– Gülşan, Gülşan – diyerek acımaktan başka bir şey yapamadı yiğit.

E, bu, göz açıp kapayana kadar oldu: Onun Gülşan’ını peltek aniden çamurlu yere yatırdı. Kız debeleniyor, ama kaçmasına imkân yok. Görüyor İlğuca: Vadik denileni, sarhoşluktan sallana sallana, pantolonunun kemerini çözüyor. Ya yer yarıldı ya da göğe yükseldi onu İlğuca hatırlamıyor, bu ana kadar hiç olmadığı kadar öfkeli bir sesle bağırdı:

– Dokunmayın ona!! Dokunmayın!… Beni asın, beni öldürün, gerekirse beni kesin, tek ona dokunmayın! – İlğuca ya ağlıyor ya da bağırıyor, kendisi bile onu anlayabilecek hâlde değildi. Bağlı olsa da, sarhoş Vadik’in yoluna boylu boyunca düştü, diğeri bunu beklemiyordu, sonra, birden itti, düşen İlğuca’yı Gülşan belinden kucaklayabildi, tekmelense de o, sevdiğine o kadar sıkıca yapışmıştı ki, vinçle bile çekip alınabilecek gibi değildi. İlğuca kurtulmak için bir yol aradı. – Ben size ne isterseniz veririm, – diye bağırdı gitgide kısılan bir sesle. – Sadece bizi bırakın! Dokunmayın bize, biz birbirimizi seviyoruz! Anlıyor musunuz? Seviyoruz! Bize birbirimizden başka dünya yok. Dünya yok!… – Bu kadar yalvardığına kendisi bile şaşırdı çok üzülen delikanlı. Ondan sonra ne kadar gücü varsa o kadar güçlü bir şekilde üstlerine doğru gelen pelteğe bağırdı.

– Gi-it, yaklaş-ma, gel-me gel-me-e!!. Ha-şe-re-ler. Öl-dürü-rüüm!!!

Aslında nasıl öldürecek ki, bağlı. İşte bu çaresizlikten söylenen endişeli sözden gök kubbe mi çalkalandı yoksa kare bina tarafına bir arabanın gitmesinden mi şüphelendiler, Gülşan ile İlğuca’yı ayağa kaldırdılar.

Bu ana kadar konuşmadan sadece kenarda duran iki kişiden birisi, güvercin sesi çıkararak hastalanmış gibi bir sesle konuştu:

– Hey, centilmenler olmuyor ki böyle, bunun gibi bir kızı çamurda yatırmak olmaz. Pamuk döşekler bitti mi ya? Olmaz, olmaz!… Haydi kavalyenin ellerini çözün!

Peltek bu emri “ha” diyene kadar yerine getirdi. Hatta Vadik denileni Gülşan’ın eteğini de çırpmayı düşündü, eli çözülen İlğuca ona vurmaya yeltenip bağırdı:

– Yaklaşma diyorum! – O, şu anda kendisini kontrol edemiyordu.

– Sakin, sakin davranın centilmenler! Birbirimize hürmet etmemiz gerek!… – deyip memnun bir şekilde kahkaha attı güvercin sesli. – Kavalye doğru söylüyor, yaklaşma, onun mülkiyeti yani. Bir kez daha kulağına sok; kim, yiğit doğru bir laf etti. Ne istiyorsanız, onu veririz, dedi. Doğru mu, gençler, yanılmıyorsam? Kavalye, sen de doğrula şimdi!

İlğuca’ya baş sallamaktan başka çare kalmadı.

Uygun bir zaman bulup, üstündeki kısa kollu gömleğini çıkardı ve tir tir titreyen Gülşan’a hemen giydirdi. Diğerleri seslenmedi, bundan faydalanarak İlğuca, Gülşan’ı omuzlarından tutup, yavaşça kendine çekiverdi. Bunların pençelerinden nasıl kurtulmak gerek. Oraya şimdi…

O anda peltek kenarda duran güvercin sesliden sigarasını yaktı.

– Evet, doğyu tahmin ediyo-sun şef! – diyerek geri döndü.

– Evet, aferin! Bu kavalyeyi ben çok beğeniyorum. Haydi onları ışığa alıp çıkın!

Hâlâ yağmur çiseliyor, ancak metruk garajdan aydınlığa çıkınca, İlğuca da Gülşan da birazcık nefes aldı. Ne de olsa, buradan kaldırımın arası yakın. İlğuca içinden düşünüyor: “Ne yapacaklar ki şimdi? Boş yere göndermezler. Gülşan’ı nasıl kurtarmak gerek. Kendim neyse…”

Telefon kulübelerinin sıralandığı tarafa çıkınca, o dört kişiden ikisi arkada kaldı. Durup konuşuyorlar, bir kurul kurmaya başladılar. Birisinin bile yüzü görünmüyor. Buradan kalkıp koşsalar da olurdu… İlğuca dikkatlice arkasına dönüp baktı. Hayır, peltek çok yakında duruyormuş. Eline de bir sopa ya da bir demir parçası almış.

Ses duyuldu:

– Kavalye, bozukluğunuz var mı?

– Yok, İlğuca özellikle cebini uzun uzun yokladı. Gerçekten de, para bulunmadı. Diğerlerinden birisi onlara bozukluklar fırlattı. İlğuca onların parlayarak ayaklarının dibine düştüğünü fark etti ve bir plan kurdu. “Polise telefon etsek? Yok, fark edecekler… Yeni bir tuzak kuruyor bunlar…”

Gülşan’ın gözlerinden hâlâ yaş akıyordu. Yoksa saçlarından düşen yağmur damlaları mı?

– Dayan biraz… – dedi İlğuca, ona bitmez bir sevgiyle bakarak. Onun deminki görüntüsünü gözlerinin önüne getirince içi ürperdi. Kızcağız sakinleşir gibi oldu.

Güvercin ses, yeniden homurdandı.

– Kavalye sen dürüst birine benziyorsun. Bütün güven de sende. – O biraz düşündü ve devam etti. – Tabi senin bize, kavalye, ihtiyacın yok böyle. Görünüyor, öğrencisin. Ağzını açınca öfken fışkırarak tören yapıyor. Sen leşini çıkarttırmak istiyorsun. Ama ağabeylerine leş lazım değil. Onlar buna alışmamış. Anladın mı kavalye!

İlğuca, Gülşan’ın tir tir titrediğini hissediyor. Ya sağ tarafa, ya da kaldırım boyunca, el ele tutuşarak kaçsalar mı? Belki de Gülşan’a kaçmasını söyleyip kendisi de bu haşerelere karşı mı gelmeli yoksa? Ama göz ucuyla görüyor: Onlar duvar dibine kıstırılmışlar. Yakında, silahlanan peltek, sağ tarafta Vadim dedikleri. İşte sol tarafa da bu zamana kadar tek bir söz bile söylemeyen dördüncü yiğit gitti. Ancak, çok da geçmedi, bir yerden beyaz “Ciguli” gelip durdu, içinden çıkmadan, arabasını homurdatarak beklemeye başladı. “Gitmeyi mi düşünüyorlar?” Bu düşünce İlğuca’nın içini ısıttı, ama güvercin sesli arabanın içinden şapkasını alıp giydi ve yaklaştı. Yüzünü sakal bıyık basmış, bunun için o tanınacak gibi değil. Sadece Gülşan onun bir hareketine dikkat etmiş.

– Baksana, – diye fısıldıyor o, biraz sakinleşmiş gibi yaparak, bunun zaman zaman başı bir tarafa kayıyor.

İlğuca da buna dikkat etti.

– Muhtemelen başlarıdır.

– Yoksa bağırsak mı? – deyip ikilemde kalıyor Gülşan, İlğuca’nın gözlerine bakarak.

– Bağırdığında ne olacak. Bizi kim duyacak ki… – Delikanlı tereddüt ediyor. – Belki giderler…

O anda peltek dile geldi.

– Hey, büyükley konuştuğunda dinlemek geyek ya. Dikkat etmiyoysunuz. Olmuyoy.

Başları, sözüne devam etti.

– … Yanılmıyorsam, kavalye bize güzel bir haber söylemişti. Öyle mi?

İlğuca söze katıldı.

– Neyi kastediyorsunuz ki?

– Neyi demek de ne, genç adam, senin titreyen ağzından çıkmıştı ya. Ne gerekiyorsa onu veririz, dedin. E, biz de bunu beğendik. Bizi ilgilendiren bu küçük hanım, ünlü cerrahın, profesörün kızı. Ünlüymüş, demek ki zengin de o.

Gülşan dayanamadı

– Ne, ünlüymüş, yoksa profesörler altın çıkarıyor diye mi düşünüyorsunuz, rezil!

Bu kez Vadim denileni birden yaklaştı.

– Tek dur, küçük hanım, sana söz verilmedi! Bizim şef böyle aksilikleri sevmez. Yoksa o garaja tekrar alıp götürmek gerekecek seni. Kolay kurtuldum diye övünme. Ben biraz ıslansam da her zaman hazırım.

– Sen faşistsin! – Gülşan sabredemiyordu. Bu kez söze peltek katıldı.

– Vadik muhabbetiniz daha sonya. Elinin üstünde bu küçük hanımın beyaz dişleyinin güzel izi duruyoy, bunu da unutma!

Başları, iki yandaşını engelledi.

– Ya centilmenler, yağmur altında böyle söz yarıştırmayalım. Galiba, küçük hanım böyle yaparak kıymetini düşürmek istiyor. Haydi önce önemli söze devam edip konuyu bitirelim ve onunla bugünü sonlandıralım. Anlaştık mı?

“Centilmenler” hemen başlarını salladılar ve iki tarafını kuşattılar. “Şef” sözüne devam etti.

– Kavalye, sen şimdiden gidebilirsin elbette.

İlğuca birden çok şaşırıp heyecanlandı.

– Nasıl yani… ben… gidebilirim?

Başları düzeltti.

– Tabi, doğru söylüyorsun, sen gitme! Eğri ayaklar daha şimdiden arkamızdan gelirler yoksa. Küçük hanım, biz seni çoktandır izliyoruz. Nihayet seni yakaladık. Artık boşuna serbest bırakmayız seni. Baban altın ocağında altın yıkamasa da, sıkça altın dişli kişileri ameliyat ediyor. Demek ki, zengin! Bu delikanlılar, – o üç tarafı işaret etti – çok istemiyor, hepsi on beş bin. Baban bize, on beş bin hum35 36, e biz ona, sevdiği biricik kızını… Anlaşılmıştır diye düşünüyorum.

Şu ana kadar korkarak dikilen Gülşan’ı birden sıcak su döküp yaktılar mı ne, bileğinden tutan İlğuca’nın elinden fırlayıp, göz açıp kapayıncaya kadar gidip “şefin” yakasına yapıştı.

– Sen ne yani, hayvan, benim başımı parayla mı ölçüyorsun? On beş bin mi? Al, sana, al!… – O sağlı sollu başlarını tokatlamaya başladı. Çok öfkelenmiş olan kızı, peltek ile Vadim zorla ayırdı. Bu anda İlğuca da, kendi bile anlamadan, yiğitlerin üstüne atıldı. Gözü hiçbir şey görmedi, ortaya çıkıp yumruklarını salladı.

– Gülşan kaç!… – diye bağırdı bir anda. – Koş, ben onları bırakmam… İlğuca orduda komando olarak hizmet etmiş bir delikanlı, onların ikisine de yenilecek değildi, ilk önce birisini, sonra ikincisini uçurdu. Başları, bu işe dâhil olmadı, sessizce arabanın ön tarafına girip yerleşti.

Direksiyon arkasında oturan yiğit gelince, iş çabuk halledildi. Onlardan birisi İlğuca’nın başına sert bir şeyle vurdu. O esnada da, bu hengâmede kavga eden, ısıran Gülşan’ı arabaya doğru sürüklüyorlardı. Sersemlemiş bir hâlde yerde yatan İlğuca yüzü boyunca akan sıcak kanı avucuyla sildi, aklını kaçırtacak bir düşünce ona beklenmedik bir güç verdi. Gülşan’ı bağırtarak arabanın içine tıkıyorlar. Eşkıyalar acele ediyor. Bir anda da Gülşan’ın:

– Canım!! Kurtar!… – diye yürek parçalayan sesi kulağına çalındı. İlğuca eline geçen ilk taşı alıp, kudurmuş gibi bağırarak, hareket etmeye başlayan “Ciguli”nin kapısını çekiştirdi. Ondan sonra kapı açılmayınca dayanamadı, bir penceresine vurarak onu paramparça edip kırdı ve arabanın önüne dikildi. Görünüyor, arabanın içinde bir mücadele oluyor. Onun Gülşan’ını, biriciğini, alıp gitmek üzereler, maskara etmeye!

İlğuca çok düşünmedi, kaputun üstüne atladı. Bu anda, araba birden geri geri gitti ve bir dakika durup, öne fırladı.

İlğuca’nın bedeni arka tekere takılıp, biraz sürüklendikten sonra, su birikintisinin içinde devrilmiş bir hâlde yattı kaldı.

Bir yerlerden, dumanların arasından, Gülşan’ının sesi yankılanıyor:

– Canım!… Kurtar!..

Çok geçmeden hepsi de bu dumanda eriyip söndü. Ama dehşetli gök gürültüsü çok şiddetli bir şekilde yeri de göğü de titretir gibi oldu.

33.Nehir boyunca olan çalılık, ağaçlık.
34.Bir tür çatı kaplaması.
35.Burada paranın değeri 90’lı yıllara göredir. (Yazarın notu)
36.Başkurdistan’ın para birimi.
399 ₽
101,72 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
01 августа 2023
Объем:
2 стр. 4 иллюстрации
ISBN:
978-625-6981-96-6
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap
Текст PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 5 на основе 3 оценок
По подписке
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
По подписке
Аудио
Средний рейтинг 4,3 на основе 19 оценок
По подписке
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 4,6 на основе 67 оценок
По подписке
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 4,6 на основе 880 оценок
По подписке
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 5 на основе 2 оценок
По подписке
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок