Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Zalimane Bir İdam Hükmü», страница 2

Шрифт:

Bağdat’ta, Beyrut’ta, Musul’da, Hicaz’da, Arap şairlerinin hakkımda yazdıkları birçok kasidelerin en seçkini olmak üzere meşhur şair Mârufî Resafi’nin “Ya Hâzim-i Bağdat” diye başlayan kasidesi Efe Kâzım’ın önüne, merhum babamın mektuplarından birisi de benim önüme tesadüf etmişti.

Mârufi Resafi’nin bu kasidesi yaz aylarında Fırat vadisinde hararet santigrat 46’ya çıktığı ve üç ay sonra sıfırın altında ikiye, üçe indiği zamanlarda çadır altında ve Bağdat valilerinden hiçbirinin uşağı değil av köpeğinin bile içinde yatmak istemeyeceği bir kulübede yatmak gibi güçlüklere katlanarak yaptırdığım sedde dairdi. Bu seddin yanındaki 120 metre uzunlukta bir set, vaktiyle 27 bin altın lira masrafla üç senede yapılmış olduğu hâlde, ben 170 metre uzunlukta olan bu seddi üç ayda, 5 bin altın lira masrafla yaptırmıştım.

Kâğıtlarım muayene edilirken bir aralık kapı ve pencerelerden birinin ansızın açılması sebebiyle hasıl olan şiddetli bir hava cereyanının, bu kâğıt yığınından uçurduğu evraktan biri İngiliz askerlerinin bağıra bağıra eğlendikleri ve jimnastik yaptıkları avluya bakan pencereye gitti. Bu kâğıt İngiltere Hariciye Nazırı Lord Lavansdon’un telgrafı olduğu anlaşılınca: “Aşağıda askerlerin İngiliz olduklarını anladı da onların yanına gitmek istedi.” dedim. Bu telgraf İngiltere Hükûmeti namına eski bir hadiseden dolayı beni tebrik ve teşekkürü bildiriyordu.

Evrak muayeneleri geç vakte kadar ikmal edilemediği için ertesi gün yine polis gözetimi altında divanıharbe götürüldüm.

Dünkü odada evrakın geri kalanı muayene edilerek ikinci defa Dâhiliye Nezaretine memuriyetimden dolayı tebriki havi her taraftan gelmiş olan telgraflar, mektuplar arasında Bursa Kuvayımilliye Kumandanı Mehmet Ali Bey’in bir telgrafından başka benim için töhmeti(!) gerektiren bir şey bulamadılar.

Şu muvaffakiyetsizlik Niyazi Bey’in somurtkan simasında pek açık görünen bir hayal kırıklığı izi belirmiş ve diğerlerinden evvel kalkıp gitmişti. “Mühürlü” denilen bağların hâli çuvalın tekrar tekrar açılmış olduğunu göstermekte idi. Korktuğum gibi içine -o zamana göre- gerçekten töhmeti gerektiren kâğıtlar konulmamış olmasına teşekkür ederek çuvalın açılmış olduğu yolundaki iddiadan ve zabıt varakası yazılması talebinden vazgeçtim.

Çuvalın bağlarını kesmek için cebimden çıkardığım küçük bir çakıyı gören Efe Kâzım Bey, bir tutuklunun yanında kesici alet bulundurmasının kanuna aykırı olduğunu söyleyerek çakıyı istedi.

Yardımcı üye olsun, divanıharpte kanunu düşünen bir adam bulunduğunu müjdelediği için: “Daima yanımda bulunan yemek sepetinde daha büyük üç bıçak bulunmakla beraber mademki kanuna atfen söylüyorsunuz…” diyerek çakıyı yavere verdim.

Evrak muayenesinden 14 ve tevkifimden 23 gün sonra (15 Haziran) muhakeme için her defaki gibi polis gözetimi altında divanıharbe götürüldüm.

İnsan masum olunca hakaret ve aşağılamalar aksi tesiri gerektirir. Bana katılan subaylar ve silahlı askerler, beni firardan men için değil saygılarından dolayı maiyetime veriliyorlar gibi geliyordu.

İşte bu telakkiden dolayıdır ki divanıharbe ilk defa araba ile gidip geldiğim hâlde sonraları yaya gitmeyi tercih ediyordum.

Süngülü askerler arasında geçtiğim yollarda rastladığım yüzlerce insanlardan hiçbirinin gözleri beni: “Oh olsun! Hak ettiğini buldun.” manasını taşıyan bir nazarla değil, bilakis sessiz fakat dost ve şefkatli bakışlarla takip ediyorlardı.

İLK MUHAKEME

Geceyi şiddetli mide ve baş ağrılarıyla geçirdiğim için uykusuzluktan pek sersem bir hâlde iken öğleden sonra divanıharbe götürüldüm.

Muhakeme, yani heyet huzurunda Reis Mustafa Paşa tarafından (rivayete göre Mahmut Sait Molla’nın tertip ettiği suallerle) sorguya çekildim.

Kıpkızıl bir astarla kapatılmış olan yarım ay şeklindeki mevkide, reisin sağındaki Recep Paşa ile Miralay Ferhat Bey ve solunda ihtiyar, belki de emekli Miralay Recep ve Kaymakam Fettah Beyler oturuyorlardı.

Bunlardan hiçbirini tanımıyor ve suallere tabii ayakta cevap veriyordum.

İki saatten fazla süren bu muhakemede, cevaplarımın hemen birkaç kelime olarak zapt edildiğine dikkat ederek, muhakemenin sonunda cevaplarım pek noksan zapt edildiğinden yazılı olarak tekrar edeceğimi söyledim ve o gece sual ve cevapları sırasıyla yazarak, ertesi gün pullu bir müdafaaname şeklinde Divanıharp Reisi’ne gönderdim ve divanıharp defterine kaydolunduğunu gösterir ilmühaber aldırdım. Bu tedbirde pek ziyade isabet, yani Divan’ın sahtekârlığı bu suretle bir dereceye kadar tahdit edilmiş olduğu sonra ortaya çıktı.

Bu müdafaaname harfiyen şöyle idi:

Birinci Divanıharb-i Örfi Reisliğine

Dün Divan-ı Âli tarafından Kuvayımilliye’ye dair suallere muhatap oldum. Verdiğim cevapların ancak birkaç kelimesinin zapt olunduğunu gördüğüm için sorgulamanın sonunda söylediğim ve sırasıyla suallere verdiğim cevapları aşağıda olduğu gibi yazmaya ve tespit etmeye lüzum gördüm.

Soru: “Bursa’da Kuvayımilliye’yi ne hâlde buldunuz ve ne hâlde bıraktınız? Bunlar ahaliye tecavüzde bulunuyor muydu?”

Cevap: “Bursa vilayetine ilk memuriyetimde orada öyle bir şey yoktu. İkinci memuriyetimde gazetelerde ilan olunan beyannameleri sebebiyle (Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) namıyla teşekkül etmiş olan cemiyetin sair mahaller gibi Bursa’da da şubesi teşkil edilmiş buldum. Fakat şimdiye kadar hiçbir fırka ve cemiyete dâhil olmadığım gibi bu cemiyetle de münasebetim yoktu. Bursa’ya varışımdan bir müddet sonra ötede beride; boz renkli kumaştan yapılmış elbise giyen Kuvayımilliye efradı görünmeye başlamış ve araştırılarak birbiri ardına İzmir cephesine sevk edilmekte oldukları anlaşılmışsa da bunların Bursa’da fena bir hareketleri ve kimseye bir zararları olmadığından aleyhlerinde ahali tarafından hiçbir şikâyet vaki olmamıştır.”

Soru: “Kuvayımilliye, ahaliden para alıyor muydu? Bunlar aleyhinde şikâyet vaki olmadı mı?”

Cevap: “Para alındığından dolayı hiçbir şikâyet vaki olmadı.”

Soru: “Bursa’da Kuvayımilliye Kumandanı kimdir?”

Cevap: “Mehmet Ali Bey adında bir zattır.”

Soru: “Kuvayımilliye Kumandanı “Reis-i Eşkıya” değil midir?”

Reisin maksadı “Kuvayımilliye kumandanı, fırka kumandanı Miralay Bekir Sami Bey değil midir?” demek olduğu hâlde ben anlamamış gibi bulunarak:

Cevap: “Vilayet dâhilinde bilinen eşkıya kalmadı. Yalnız, Çerkeş Davut adında bir eşkıya reisi varsa da onun Kuvayımilliye Kumandanı olamayacağı tabidir.”

Soru: “Bu Mehmet Ali Bey’i evvelce tanıyor muydunuz?”

Cevap: “Hayır, ilk ve son defa olarak tesadüfen Jandarma Alayı Kumandanı’nın nezdinde gördüm. ‘Kuvayımilliye Kumandanı.’ diyerek bana takdim etti.

Bursa’ya vardığımda orada idiyse belki tebrik için gelen zevat meyanında bulunmuş olabilir. Fakat ben hatırlamıyorum.”

Reis, evrakım arasından çıkarılan tebrik telgrafını eline alarak:

Soru: “Dâhiliye Nezaretinde bulunduğunuz zaman bu Mehmet Ali’den telgrafname aldınız ve cevap yazdınız mı?”

Cevap: “Nezarete iki defa, memuriyetimde tebrik için yüzlerce mektuplar, telgraflar gelmiştir. Bunların çoğunu ben görmedim. Özel Kalem Müdürü alarak daha sonra cevap yazılmak üzere yaptığı listeyi bana gösteriyordu. Evrakım arasında bulunan birçok telgraflar gibi bu Mehmet Ali Bey’in telgrafına da cevap yazılmamıştır. Bu telgraflar arasında şahsen hiç tanımadığım memurlar vesairenin de telgrafları vardır.”

Soru: “İttihatçılar (İttihat ve Terakki mensupları) ile Kuvayımilliyeciler arasında ne fark vardır? Bu konudaki fikriniz nedir?”

Cevap: “İttihatçıların en ileri gelenlerinden bazılarının aleyhinde bulunduğum işler ve hareketlerimle ve hatta basılı, yayınlanmış eserlerimle sabit olup onlarla bir münasebetim olmadığı gibi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne de intisap etmediğimden malumatım bulunmayan bu hususta doğru bir fikir beyan edemeyeceğim tabidir.”

Matbu telgraf kâğıdı üzerine kurşun kalemle yazılmış bir telgrafname suretini göstererek:

Soru: “Bursa valiliğinde bulunduğunuz esnada Heyet-i Temsiliye’ye telgraf çektiniz mi?”

Cevap: “(C) İşaretiyle başlamasından da anlaşılacağı üzere İstiklal-i Osmani’nin yıl dönümü münasebetiyle başkent ve vilayetlerde icra olunan tören vesilesiyle Heyet-i Temsiliye’den her tarafa çekilen umumi tebrik telgrafına cevaben bu telgrafı yazdım; gazetelerle de ilan olduğu üzere, adı geçen cemiyetle Hükûmet-i Merkeziye arasında uyuşma olduğu ve Cemiyet’in telgraflarının telgrafhanelerce ücretsiz kabul ve çekilmesi, resmen tebliğ edildiği için bu telgraf da ücretsiz çekilmiş bulunduğuna göre hükûmetçe kanuna uygunluğu tanınmış olan bir cemiyetin Heyet-i Temsiliye’si namına ve böyle İstiklal-i Osmani yıl dönümü gibi mesut bir günün tebrikine dair çekilen bir telgrafa cevap verilmiş olmasında suali gerektiren bir şey göremiyorum.”

Kuvayımilliye erkânının isimlerini zikrederek:

Soru: “Bunları tanır mısınız?”

Cevap: “Bunların hiçbiriyle, tam manasıyla tanıdık denebilecek aşinalığım yoktu. Bekir Sami Bey’i birkaç sene evvel iki kere Beyoğlu’nda görmüştüm.

En son Mebusan Meclisi’nde ve beni ziyaret için geldiği Babıali’de gördüm. Rauf Bey’i Erenköy’e gidip gelirken trende, vapurda görürdüm, aşinalığım bu kadardır.5

Kara Vasıf Bey’i ilk defa Mebusan Meclisi’nde ve daha sonra bir kere de tesadüfen Sadrazam’ın nezdinde gördüm; diğerlerini ve özellikle Mustafa Kemal Paşa’yı ve ayrıca sorduğunuz asker kumandanı Ali Fuat Paşa’yı uzaktan, yakından hiç tanımam.”

Biga hadisesine dair olup evrakım arasından alınmış olan bir raporu göstererek:

Soru: “Bu rapor üzerine ne yaptınız?”

Cevap: “Raporun arkasında ‘Vükela Meclisi’nde okunmuş ve mahalline bir heyet gönderilmesi kararlaştırılmıştır.’ diye yazılmış olduğu veçhile ikinci defa mahalline gönderilmesi kararlaştırılan heyet için bazı kişiler seçilmişti.

Fakat İstanbul’un işgali sebebiyle ortaya çıkan engellerden dolayı gönderilemedi. İşgali takip eden günlerde heyet göndermeye değil vilayetlerle muhabereye bile imkân bulunamadığı malumdur.”

Soru: “Dramalı Rıza’yı tanır mısınız?”

Cevap: “Hiç tanımam. Fakat Biga hadisesine ilişkin şikâyetler arasında böyle bir isim mezkûr olduğunu ve Harbiye Nezaretince kolordudan sorularak alınan yazıda böyle bir şahsın orada bulunmadığı, yolunda bir cevap gördüğümü hatırlıyorum. Bu hatırlayışımın isabetinden emin değilim.”

Soru: “Dâhiliye Nezaretinde bulunduğunuz zaman Akşam gazetesine olan beyanatınızda, “Biga hadisesinden başka vilayetlerimizde belli başlı bir hadise ve durumlarda bir değişiklik yoktur.”6 demişsiniz. Hâlbuki taşrada Kuvayımilliye, yani Anadolu’daki bilinen şahıslar, her türlü asice harekette bulundukları hâlde onlardan hiç bahsetmiyorsunuz. Bunlar, gönderdiğiniz memurları kabul etmemek suretiyle de isyan belirtileri göstermekte iken ne için onlara asi demediniz?”

Cevap: “Gazeteye bu beyanatta bulunduğum esnada, Biga vakasından başka diğer bir mahalde o kabilden bir hadise daha olsa ondan da bahsederdim.

İki defa Dâhiliye Nezaretinde bulundum; yalnız Bursa vilayetine bir vali tayin ettim, ona da kimse bir şey demedi. Kabul edilmeyen memurlardan maksat Ankara ve Kastamonu valileri ise onlar benim nezaretimden hayli evvel tayin edilmiş ve gönderilmişlerdir. Bunların kabul edilmemelerinden dolayı, ‘O zamanki Dâhiliye Nazırı ne yapmış? Bunu ne için bir isyan eseri olarak telakki etmemiş?’ olduğunu o nazırdan sorunuz.”

“Zatıâliniz de beş on gün valiliğinde bulunduğunuz Bursa’dan İstanbul’a ne suretle iade edildiğiniz malumdur7

Bu muamele üzerine o zamanın Dâhiliye Nazırı Damat Şerif Paşa ne yaptı? Bu muameleyi niçin bir isyan eseri telakki ederek asilerin uzaklaştırılması için buradan asker şevkine lüzum göstermedi?”

Reis: “O Nazır da onlardan olduğu için bir şey yapmadı!” Ben: “Pekâlâ. O Nazır’ın onlardan olmayan üstleri ne yaptı?”

Reis: “…”

Ben: “Gelelim isyan meselesine? Hükûmetçe Kuvayımilliye’nin asi sayılıp sayılmaması devletçe ve memleketin menfaat ve selameti nokta-i nazarından, dâhil olduğum kabinenin dâhili, harici siyasetine ait bir meseledir. Böyle şeyler ancak Kanun-ı Esasi gereğince teşekkül edecek Divan-ı Âli’de sorulabilir.”

“Mademki sualde ısrar ediyorsunuz. Bu mesele o kabinenin istifanamesiyle bütün vekiller tarafından imza olunarak Babıali’de saklı zabıtnamede zikredilmiştir. Sadaret makamından isteyiniz.

Gönderirlerse mütalaa edersiniz. İstifa eden bir kabine azasından birine: ‘Niçin böyle yaptınız yahut yapmadınız da istifa ettiniz?’ diye divanıharp tarafından soru sormaya uygun bir Meşrutiyet usulü yoktur.”

“Bahsettiğiniz bilmem hangi kanun veya nizama istinaden ‘Kanun-ı Esasi’nin divanıharp kararnamesine yani geçici kanuna aykırı hükümleri kaldırılmıştır.’ demeniz şaşılacak şeydir.”

Reis: “İstanbul’un işgali günü herkesin önünde Kuvayımutelife’yi (İtilaf Devletleri’nin kuvvetlerini) küçümsemişsiniz.8

Ben: “Nasıl ve nerede?”

Reis: “Akşam saat altıda Köprü’den Haydarpaşa’ya giden vapurun yan kamarasında, Evkaf ve Adliye nazırları da hazırmış. Sarayburnu önünden geçerken pencereden bir İngiliz zırhlısının toplarını göstererek:

‘Bu toplar İstanbul’a ne yapabilirler?’ demişsiniz. Bunu İstanbul vilayeti yaveri mülazım İsmail Efendi işitmiş.”

Ben: “Kapısında süngüsü takılmış tüfeği ile bir İngiliz askeri nöbet beklemekte bulunmasına rağmen, ben bir Osmanlı Divanıharbi’nde muhakeme edilmekte olduğumu sanıyordum. Bu sualden pek ziyade hayrete düştüm. Evvela her nerede olursa olsun, bir düşmanın kuvveti küçümsenmiş olsa bile Osmanlı Divanıharbi bunu nasıl cürüm sayabilir? Saniyen siz ‘Alâmeleinnas’ (herkesin önünde) tabirinin manasını bilmiyor musunuz?

Vapurun ancak üç dört kişi alabilen küçük yan kamarasında geçmiş bir söz ‘Alâmeleinnas’ söylenmiş olur mu? ‘Alâmeleinnas’ bir mitingde yahut köprübaşı gibi kalabalık bir yerde, bağıra bağıra söylenen sözlere denebilir. Mamafih ben gerek vapurda ve gerek başka bir yerde böyle bir söz söylemedim.”

“O günlerdeki fevkalade meselelerden dolayı çok defa geceleri de Babıali’de geçirerek Erenköy’deki evime gitmediğim gibi işgal-gününü takip eden gece de gitmemiştim. Hatta Adliye Nazırı Celal Bey de İstanbul’da kalmıştı. Tahkik edebilirsiniz. Vapurun o kamarası saltanat hanedanına mensup olanlara mahsus olduğu hâlde bazen vekillerden de oturanlar bulunurdu. Orada vekillerden üç zat oturmakta iken vilayet yaverliğinde bulunan bir mülazımın bunların yanlarına girip oturamayacağı da malumdur.

Bu mülazım, gerekli vasıfları haiz olmamasından dolayı Dâhiliye Nezaretinde bulunduğum esnada vilayet yaverliğinden çıkarılmış olduğundan, bundan hasıl olan kin ve garez ile böyle bir vaka tahayyül ve isnat etmiştir.

Bu sözün cezayı gerektiren bir suç olabilmesi ihtimali varsa, o cezanın bu iftira eden mülazıma çektirilmesi lazım gelir.”

Reis: “İstanbul işgalinden sonra Anadolu’ya sabık mebuslardan dört kişi gönderilmiş. Ne için gönderdiniz? Bu adamları evvelce tanıyor musunuz?”

Ben: “Bunları ben göndermedim. Vükela Meclisi kararıyla gönderildiler. İşgali müteakip demir yolu ulaşımının kesilmesi, İstanbul’ca iaşe meselesini güç duruma getirmiş olduğundan zahire nakliyatına engel olunmaması için Anadolu’ca icap edenlere siparişlerde bulunmak üzere Ankara’ya, mebuslardan seçilmiş bir heyet gönderilmesi Vükela Meclisi’nce tensip olundu, fakat hükûmetin emri altında nakil vasıtaları bulunmadığından, işgal kuvvetleri kumandanından müsaade alınmadıkça denizden veya karadan bu heyetin gönderilmesi mümkün değildi.

Hariciye Nazırı vasıtasıyla alınan müsaade ve nakil vasıtaları ile bu dört mebus gidebildiler. Keyfiyet sadaret makamından padişaha da arz edilmişti. Bu mebuslardan yalnız Abdullah Azmi Efendi’yi, Manastır Vilayeti valiliğinde bulunduğum zamandan beri tanırım. Yusuf Kemal Bey’le yalnız göz aşinalığım vardır. Diğer ikisini (Hoca Vehbi ile Rıza Nur Bey) evvelce hiç görmedim.”

Reis İkdam gazetesinin 26 Şubat tarih ve 8377 numaralı nüshasını eline alarak: “Bu gazetenin muhabirine beyanatınızda: “Kuvayımilliye’yi ben dağıtamam, sadrazam da, hatta Mustafa Kemal Paşa da dağıtamaz.” demişsiniz. Maksadınız bu kuvveti ahaliye büyük göstermek midir?”9

Ben: “O günlerde, belki de aynı günde yanıma gelen İngiltere ve Fransa sefaretleri tercümanlarına da aşağı yukarı böyle söylemiş ve şu sözleri de ilave etmiştim: ‘Kuvayımilliye’yi ancak Yunanlıları İzmir’den çıkarmak ve memleketimizin her türlü taarruzdan dokunulmazlığı temin olunmak şartıyla büyük devletlerin gösterecekleri adalet dağıtabilir. Çünkü bu kuvvet beynelmilel bir heyetin yerlerinde icra ettiği tahkikatla da sabit olduğu veçhile, Yunanlıların İzmir ve bazı bağlı yerlerinde yapmış oldukları vahşiyane cinayetlerden hasıl olan korku ve heyecanla namus ve hayatlarını muhafaza için toplanmıştır.’ demiştim. Mamafih, 6 Ağustos 1335 [1919] tarihli İstanbul gazetelerinin hepsinde aynen yazılı olduğu üzere zat-ı şahanenin ‘Morning Post’ adlı İngiliz gazetesinin muhabirine verdiği beyanatında: ‘Yunanlılar eski zaman barbarlarının hareketlerini taklit ettiler ve hâlâ da etmektedirler. Bu mesele insaniyet açısından tetkik edilerek buna bir nihayet verilmeli ve onların tecavüzlerine set çekilerek ahalinin mezbahada koyun keser gibi öldürülmelerine müsaade olunmamalıdır. Eğer İtilaf Devletleri, buna bir nihayet verdirmezlerse daha pek çok ehemmiyetli meseleler çıkabilir. Şahit oldukları vahşete ve tecavüze karşı ahalimizi susturmak pek müşkül olur. Memleketimiz halkı namusunu, hayatını, evini kurtarmak için pençeleşmeye hazırdır…” buyurmuş olduklarına nazaran benim sözlerim zat-ı şahanenin bu beyanatına tamamıyla muvafık olduğu hâlde sual sorulmasına pek ziyade hayret ediyorum.

Reis: “Bursa’da vali iken Dâhiliye Nezaretine yazdığınız şifre telgrafta Kuvayımilliye reislerinden Ethem’in (Çerkez) bir evi yakmasını mazur göstermek istiyorsunuz.”

Evrakım arasında -Kuvayımilliye efradının kanuna aykırı hareketlerine göz yummadığımın fiili bir delili olduğu için- muayeneye memur Avni Efendi’nin iyilik maksadıyla ayırdığı bu telgraftan Divanıharp Reisi hiç bahsetmek niyetinde olmadığı hâlde: “Hiç yoktan Kuvayımilliye taraftarlığına delil icat etmeye çalışıyorsunuz. Kâğıtlarım arasından alınan telgraflardan Çerkez İdris Ağa’ya dair olan telgraf, o yoldaki mesaiyi iptal etmeye kâfidir. O telgrafname okunsun.” dediğim için telgrafı okuduktan sonra Reis bu suali sormuştu.

Dâhiliye Nezareti: “İdris Ağa namında bir Çerkez’i Bursa Divanıharbi niçin arıyor? Adı geçen Kirmasti kazasında bir köydeki hanesi niçin ve kimin tarafından yakılmıştır?” diye sordu. Ben resmî ve hususi tahkikata atfen: “Divanıharp bu adamı aramıyor, fakat bir katil meselesinden dolayı oğlu, divanıharp tarafından tevkif edilmiştir. Evinin yıkılması Anzavur’u takip için”…

Reis sözümü keserek: “Ne için Anzavur Ahmet Paşa demiyorsun?”

Ben: “O zaman daha paşa olmamıştı, o da bir şaki idi.”10 diyerek sözüme devam ettim. “Bandırma’dan Kirmasti tarafına gelen Kuvayımilliye müfrezesi üzerine, o hanede gizlenen şahıslar tarafından silah atılmasından ve bu esnada müfreze kumandanı Ethem’in (Çerkez) akrabasından birinin (galiba yeğeni) ölmesinden dolayı evin yakılmış olduğunu söylüyorum.

Babıali’ce meçhul olduğu ve sorulmadığı hâlde Ethem’in diğer bir cürmünü de ilaveten bildiriyorum: ‘Bu haneden başka İdris Ağa’nın bir de değirmeni yakılmıştır ki bunun sebebi anlaşılamayıp Ethem müfrezesinin şu vesile ile vilayet dâhiline gelip gidişinde ika olunan taşkınlıkların bir devamı demek olur.’ ” diyerek bundan başka cürümler yapılmış olduğunu bildirerek açıktan açığa Ethem’in hareketleri aleyhinde bulunuyorum.

Reis: “Bilakis Ethem’in ev yakmasını mazur göstermek istiyorsun. ‘Taşkınlık’ tabiri ise bir şey ifade etmez. İnsan kendi evladına da küçük bir münasebetsizlik üzerine ‘Taşkınlık ediyor.’ der.”

Ben: “Lügat kitaplarına bakarsanız taşkınlık kelimesinin manasında lüzumu kadar şiddet bulunduğunu görürsünüz.”

Son söz: “Hafızamda kaldığına göre yazdığım şu suallerin sayısında ve mefhumlarında yanlış ve noksan varsa tashih ve ikmal ettirilmesi Heyet-i Âliyelerinin rey ve takdirine aittir.

Bu sorguların hiçbirisi, sabık Dâhiliye Nazırı’nın, sabık valinin değil bir kaymakam, bir müdür mazulunun da divanıharbe celbini; tevkifini değil, yazılı olarak sual sorulmasını bile gerektirecek mahiyette değildirler.”

Özellikle Divanıharp Kararnamesi’nin yedinci maddesinde: “Divanı-harpler bulundukları mahallerdeki askerî hükûmet tarafından kendilerine sabit evrakıyla birlikte teslim olunan maznunları muhakeme eder.” diye belirtilmiş olup beyanatınızdan çıkarılan sonuca göre hakkımda cereyan eden muamelenin bu maddeye aykırılığı da aşikârdır. Sağlık bilgisi kaidelerine uygun olmayan ve tiksinecek derecede kokuşmuş ve bulaşıcı hastalıklar hüküm süren bir yerde devam eden hapisliğimden dolayı sıhhatim bozuk olarak tedavi edilmekte bulunduğumdan vahim bir neticeye mahal kalmamak üzere, muhakemenin bir an evvel tamamlanmasıyla kanuna aykırı muamelelere nihayet verilmesini istida ederim.11

15 Haziran 1336

Müdafaanamenin sonunda dediğim gibi muhtelif rahatsızlıklarım ve umumi zaafım günden güne artmakta olduğundan muayene ettirilerek bir hastaneye naklimi, Harbiye Nezaretinden rica ettim.

Üç gün sonra iki hekim tarafından muayene edilerek hakikaten muhtelif hastalıklardan muzdarip ve bir an evvel tedaviye muhtaç olduğumu tasdik ettiler. Gümüşsüyü Hastanesi’ne gönderilmeme karar verildiğini gazetelerde yazdıkları hâlde, Divanıharp Reisi bir türlü uygun görmediğinden, Merkez Kumandanı Emin Bey’e bir tezkere yazarak, adı geçen hastaneye naklim tensip olunmuyorsa diğer birine hatta herhâlde bu murdar tevkifhaneye tercih edilir olmasını umduğum umumi hapishane dâhilindeki hastaneye naklimin bir an evvel yapılmasını, feci akıbetin vicdani mesuliyet azabından çekinmelerini rica ettim.

Bu talep Divanıharp Reisi’nin arzusuna uygun düştüğünden iki gün sonra mahkûm olmadan nakledildiğim umumi hapishane kapısından girerken kalbimi, o ana kadar hissetmediğim başka türlü bir hüzün istila etti. Ziyadece terli iken birdenbire soğuk bir havaya maruz kalmış gibi tüylerim ürperdi. Merdiveni terleyerek güçlükle çıkabildim. Bu kadar aksi ve uğursuz tesadüflerin müstesna bir lütfu olmak üzere hastanede boş yatak bulunmadığından veya hastane doktoru, memurları bana acıyarak hapishane memurlarına mahsus dairelerinin geniş, temiz ve Sultanahmet Cami ile baştan başa parka nazır bir odaya yerleştirildim.

Soldan Ayasofya Cami; dâhili ihtişamına rağmen harici çirkinliklerine uyması için kasten öyle yapılmış gibi duran minareleriyle, Eski Saray’ın kuzey cihetindeki bazı teferruatı, beyaz kulesi, bilmem ne münasebetle pembeye boyanmış olan eski kilisesi ve sağ taraftan büyük bir ağaç arkasında kalan Dikilitaş’ın iki metre kadar üst kısmı manzaraya dâhil oluyorlardı. Adliye Dairesi elleriyle yüzünü örtüp parmakları arasından bakan suçlu bir çocuk gibi, Sultanahmet türbesiyle hamamın kubbeleri arasına çekilerek yalnız ve kısmen bir penceresiyle Sultanahmet Cami’ne bakıyor. Kadın hapishanesinin açık lağımlı avlusuna mukabil parkın çimenleri, çiçekleri muntazam nakışlarla dokunup caminin önüne serilmiş büyük bir seccade gibi duruyordu.

İkinci Wilhelm Çeşmesi, bir tarafı küçük bir çınarla kapalı olduğu hâlde bu muhteşem sanat abidelerinin önlerinde, yeşil kubbeciği ile görünüyor. Sultanahmet Cami mesafe farkları nispetinde birbirinden daha küçülerek, daha incelerek yükselen altı minaresi, büyük, küçük, yarım birçok kubbeleriyle tamamen gözlerimin önüne seriliyordu.

Her ne kadar ben daima okumak veya yazmakla meşgul veyahut okuyamayarak, yazamayarak dalgın olduğum için ne bunları ne de yer yer harelenen mavi denizi; ne sabahları açık pembe, akşamları altın renkli bulutlar altında mavileşen, moraran uzak dağları ve eflatuni ince bir buhar tülüne bürünerek, ağaçların titrek dalları, yaprakları arasında zaman zaman peyda ve kaybolan adaları layıkıyla seyredebiliyordum.

Fakat her güzelin, özellikle bizim memlekette, bir değil bin türlü bozarı olduğu gibi bu güzel muhit birçok sebeplerle beni kızdırıyordu:

1- Parkın İkinci Wilhelm Çeşmesi’nden Ziraat Nezaretine doğru iki dikdörtgen parçalarını ayıran bölük birkaç metre daha ileride caminin büyük kapısı önüne getirilmesi lazım gelirken, büyük abideyi ihmal ederek onun karşısında, oyuncaktan başka bir vasfa şayan olmayan Tapu Dairesi’ni tercih eden mühendisin gafleti;

2- Hiç olmazsa bir bahçenin, bir çiçeğin, bir ağacın günün hangi saatlerinde sulanması faydalı olacağını bilecek kadar olsun malumatı bulunması umulan Ziraat Nezareti dairesinin önünde bulunan çimenlerin, çiçeklerin mutlaka güneş tam tepeye dikildiği bir zamanda sulanması;

3- Karşı taraftaki bakkalın, bu çimenleri tavuklarına mera yaparak pislettirmesi;

4- Caminin avlusu, duvarındaki pencerelerden bazılarının taşla kapatılmış olması;

5- Caminin, kim bilir ne zaman kırılmış camlarının tamir ettirilmeyerek sayısız güvercinlerin oralardan girip çıkarak caminin içerisini kirletmeleri;

6- Kütüphane ile cami avlusu ve türbe arasına sokulan mahut köhne evin çürüyüp dökülmeye başlamış bir tırtıl ölüsü gibi morarmış tahtaları, kararmış kiremitleri ile uzanıp durması gibi çirkin ihmaller, memleketimizde tecavüze mani bir kuvvet; maddi, manevi taarruzdan masun bir şey bulunmadığını pek açık gösteriyordu.

Bilmem, nereden, ne zaman gelip caminin ötesine berisine doldurulan esir askerlerimizin, avluda muhtelif rüzgâr cereyanlarına maruz paçavra yığınları gibi dağılıp toplanmaları pek acıklı idi.

Tevkifimden yedi sene önce “Memur” başlığı ile Fransızca yazdığım uzun bir manzumede, “İş başında bulundukça dikkatle takip ve her hâl ve hareketi gözlenen bir memur, azledildikten veya emeklilikten sonra Türkiye’de basılmak bahtsızlığına uğramış bir kitap gibi ihmal olunur.” demiştim. “Harpten avdet eden bir asker gibi ihmal olunur.” demiş olsam daha muvafık olurmuş. Cümlemizin kayıtsızca ihmalimize göre mesela: Son bir iki seneye kadar adı bile işitilmeyen bir Damat Ferit Paşa çıkarak ve bütün hukuk ve insanlık kaidelerini altüst ederek, “Divanıharp” namıyla bir haydut çetesi teşkil etmesine ve kendisine, diğer bir kimseye güya suikast tasavvurunda bulundukları isnadıyla masum insanlar astırmasına12 bir kimsenin bir şey demediği gibi, günün birinde başka bir paşa türeyip te bu muhteşem mabedi yıktırmaya kalkışsa memleketten bir fert meydana çıkarak: “Ne yapıyorsunuz?” demeye cesaret edemeyecek demek olur. Yazık! Yazık!

***

Haziran’ın 29’uncu günü divanıharbe götürüleceğim tebliğ olundu. Bu haberi getiren hapishane memuruna: “Görmüyor musunuz? Hasta ve yataktayım. Gelemeyeceğimi icap edenlere söylesinler.” dedim ve kendi kendime: “Hastaneye nakledildiğimi hatırlamadılar, daima benimle meşgul değildirler ya.” diye mırıldandım. Ertesi gün bütün vücuduma ilaçlar sürülerek yatarken hizmetçilerden biri:

“Bir zabitle askerler geldi, sizi divanıharbe götürmek istiyorlar.” dedi. Gidebilecek hâlde bulunmadığımı söylettirdim. Zabit beni zorla da olsa götürmeye memur olduğunu söylediği hâlde: “Ben gidemem, isterse gelsin sürükleyerek götürsün.” dediğim için avdet etmişti. Bir saat kadar sonra, hastalığın acilen tedaviye muhtaç olduğunu evvelce raporla tasdik eden askerî doktorla birlikte gönderilen Şükrü Mehmet ismindeki bir doktor nazikâne bir tavır ve lisanla:

“Beyciğim!” dedi. “Ben Divanıharp Reisi tarafından zor denilebilecek bir surette gönderildim, bu türlü rahatsızlıklar benim ihtisasım dâhilinde bile değildirler. Hâlinize bakılırsa hastasınız.”

Askeri tabip ise hastalığımı zaten biliyordu. Gittiler, fakat az sonra zabit gelerek:

“Araba getirdik. Hastalığa, falana bakmayarak mutlaka divanıharbe götürmeye memurum. Hemen aşağıya insin. Aksi hâlde biz indireceğiz…” demiş olduğunu hapishane müdür muavini pek üzülerek söyledi.

Böyle fevkalade acele ile çağrılmamın sebebini anlamak için divanıharbe bir an evvel gitmek gayretine düştüm ve yataktan kalkarak güçlükle giyinip aşağıya indim.

Evvelki gidiş gelişlerde olduğu gibi bir zabit ve tüfeklerinin süngüleri takılmış neferlerle divanıharbe gittim.

Bu şiddetli aceleye göre ya Veliaht Mecit Efendi’yi Anadolu’ya kaçırmaya teşebbüsüm yahut akrabamdan muhacir müdürü Maruf Bey’i Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Ankara’ya gönderdiğim haber alındığını zannederek, hayli korkmuştum13.

5.Divan’da söylemeyi ve burada yazmayı unutmuşum. Rauf Bey’i, Mebusan Meclisi’nde, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nda görmüştüm. Hatta aramızda bir münakaşa da vaki olduğu gibi Balkan Harbi’nde Hamidiye Kruvazörüyle Akdeniz’e çıkarak Yunanistan’da bazı mahalleri topla tahrip ettikten sonra günün birinde ansızın geldiği Beyrut önünde Hamidiye’ye giderek kendisini ziyaret etmiştim.
  Hamidiye’nin Beyrut’a gelişi ahaliye pek coşkun sevinç heyecanları vermiş ve Rauf Bey’le askerlerimiz haklarında umulan derecelerden çok ziyade takdir ve muhabbet asan gösterilmişti. Bunun cidden enteresan olan tafsilatı “Hatıralarım”da görülecektir.
6.Akşam gazetesinin 29 Şubat 1920 numaralı nüshasında münderiç ve mevzubahis olan beyanatım şöyle idi:
  Muhabir: “Ahvali Dâhiliyemiz hakkında malumat alabilir miyim?”
  Ben: “Ahvali Dâhiliyemizce belli başlı bir tahavvül yoktur. Her tarafta sükûn ve asayiş devam ediyor. Malumunuz olduğu üzere geçenlerde “Biga hadisesi” denilen, hadise vukua geldi. Bu vaka hitama ermiş ve neticesi de hüsnü suretle halledilmek üzere bulunmuştur. Bu gibi vakayı her ne suretle olursa olsun esefi muciptir ve memleketin menafi ile kabili telif değildir. Hakkımızı ihkak için gürültüye değil sükûna muhtacız. Bugün kabul edilmese bile yarın mutlaka teslim edilecek ve tecavüzden masun kalacak bir hakkımız vardır. Biz bu hakkımızdan emin olarak ve hiç telaş etmeyerek kemal-i sükûnetle amal-i meşruamızın tahakkukuna intizar etmeli ve ona göre çalışmalıyız. Tahakküm devirleri çoktan geçmiştir. İnsaniyet kavaidi, insanlığa mugayir harekâtı bundan böyle ve doğrudan doğruya kendisi müdafaa edecektir. Zaten hak ve adalete mugayir kararlar da payidar olamazlar.”
  Muhabir: “Devletçe vaziyet-i siyasiyemiz nasıldır?”
  Ben: “Siyasi vaziyetimiz günden güne iyileşmektedir. Avrupa’nın en ileri gelen matbuatı haklarımızı, mesela Londra gazeteleri “Maraş Ermeni kıtali” diye uydurma bir kıtal şayiaları çıkardıkları hâlde Fransız matbuatı bunun aslı olmadığını iddia ve ispat ettikleri gibi bizi müdafaaya başlamışlardır ki, bittabi memnuniyeti muciptir. Her hâlde müselleha şartlarının müsellem olan hukukumuzu ihlal edecek bir mahiyette olmayacağını ümit ederim.”
  Muhabir: “İstanbul, İzmir ve Trakya hakkında ne düşünüyorsunuz?”
  Ben: (O zaman İngiliz sansürü buradan iki satır çıkarmıştır.) “İnsaniyet bizim hayat hakkımızı tanıyor, binaenaleyh: “Siz yaşayacaksınız ama kalbinizin yarasını keseceğiz.” diyemezler. İstanbul vücudumuzun başıdır. Başımızı nasıl bıraktılarsa, yaşayışımız için elzem olan İzmir’imizi de bırakacaklardır. Ben herhâlde insanlık hislerinin galebe edeceğinden eminim. Trakya ise hiç mevzubahis olamaz. Trakya işgal altında bile değildir.
  Ümit ederim ki bu kadar ızdıraplardan sonra beşeriyet daha tekâmül etmiştir. Nerede olursa olsun bir zulme meydan veremeyecek ve haksızlığı kabul edemeyecektir.”
  Muhabir: “Hükûmetle Kuvayımilliye arasındaki münasebet nasıldır?”
  Ben: “Neşredilen şayialara rağmen hükûmetle Kuvayımilliye arasındaki münasebet iyidir; zaten ihtilafa bir sebep de yoktur.”
  Muhabir: “Ferit Paşa zamanında hükûmetin emirleri taşrada infaz edilmemekteydi. Şimdiki vaziyet nasıldır?”
  Ben: “Hükûmetin meşru ve makul emirlerinin hepsi taşrada infaz olunmaktadır.”
7.Divanıharp Reisi’nin Bursa Valiliği, bu vilayette ikinci defa memuriyetimden öncedir. Orada pek çirkin bazı hareketlerde bulunmasından dolayı fırka kumandanı Miralay Bekir Sami Bey tarafından Bursa’dan nasıl çıkarıldığım ve sürgünüm esnasında güya birçok kıymetli eşyası gasp edildiği yolunda vaki olan pek garip ve gülünç davası üzerine, Babıali’nin icrasını bana havale ettiği tahkikatın neticesini aşağılarda hikâye edeceğim. Mumaileyhin bana şahsi husumeti bu tahkikat davasının asılsızlığını göstermiş olmasından neşet etmiştir.
8.İşgali takip eden gecelerden birinde ve Erenköy’de bulunduğum esnada mahut Sait Molla telefonla: “ ‘Galip devletlerin topları İstanbul’a ne yapabilir?’ demişsin, başını ezdireceğim!” diye beni tehdit etmişti.
9.Reis bu fıkranın altını üstünü okumadığı gibi, bu nüshayı evvelce görmemiş olduğundan gazetede bu fıkrayı takip eden cümlelerden haberim yoktu; bununla birlikte geç vakit Sadaret dairesinden çıkıp Nezaret dairesine giderken beni yolda çeviren gazeteciler: “Kuvayımilliye dağıtılacakmış, sahi mi?” diye sordukları için böyle cevap vermiştim.
10.İstanbul’da çıkan Le Journal d’Orient gazetesinin 1 Teşrin-i Sani (Kasım) tarih ve 716 numaralı nüshasından: “… Anzavur tarafından kumanda edilen hükûmet çetelerine gelince, intizamın muhafazasına memur Mustafa Kemal Paşa müfrezeleri adetlerinin azlığından dolayı geriye çekilmişlerdir. Bunun üzerine Düzce kasabası Çerkez ve Abazaların ellerine düşmüş ve bunlar üç gün muntazaman kasabayı soymuşlardır. Bu mücahitler Halife ordusuna mensup olduklarını söylüyorlar ve taharri bahanesiyle evlere giriyorlardı. Düzce kadın ve kızları pek şeni tecavüzlere hedef olmuşlardır. Ahalinin ‘Haydut Paşa’ dedikleri Anzavur Paşa muvasalat eder etmez, Düzce ahalisine otuz bin liralık bir vergi tarh ve cebren tahsil edilmiştir.”
11.Sırası gelince tafsil edileceği üzere iffet ve samimiyetiyle meşhur Abdurrahman Paşa merhumun Kastamonu, İzmir ve Edime vilayetlerinde ve İstanbul’da bulunduğum uzun senelerde kendisiyle iki kardeş gibi yaşadığımız alicenap oğlu Damat Arif Hikmet Paşa, düçar olduğum bu beladan ve nihayet idamdan beni kurtarmak için cidden pek dostane çalıştığı gibi müdafaanamenin suretini de bizzat padişaha vermişti.
12.Tevfik Sükûti ve arkadaşları böyle garip bir cürüm, yani suikast cürmüyle idam olunmuşlardı.
13.Dâhiliye Nezareti’ne memuriyetimden evvel Anadolu vilayetlerinden bazılarına tayin olunan valiler Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul olunamayarak geri gelmiş olduklarından hem badema bu türlü muamelelere mahal kalmamak hem de diğer bazı hususlar bilmüzakere kararlaştırılmak üzere sıhri akrabamdan Muhacirin İskân Şubesi Müdürü Maruf Bey’i bir mektupla Ankara’ya göndermiştim.
  Mumaileyh İstanbul’dan Afyonkarahisar’da iskân işlerini teftiş etmeye gidiyor gibi hareket etmişti.
  Mustafa Kemal Paşa bu teşebbüsümden pek memnun olarak Maruf’u iltifatla kabul ve maruzatımı dinlemekle beraber, bana taltifkarâne bir cevap yazmış ve bundan sonra cereyan edecek muhaberelerimizde istimal olunmak üzere bir de şifre miftahı göndermişti.
  Bundan böyle benim intihap edeceğim valileri müşarünileyh kabul edeceği gibi, idare mesleğinden yetişmiş olmak şartıyla Anadolu’daki memurlardan kendisinin intihap ve işar edecekleri kaymakam, mutasarrıf ve valilerin tayinlerine de ben delalet edecektim.
  Nezarette bulunduğum esnada yazılan açık ve şifre telgrafların müsveddeleri divanıharp tarafından istenmesi üzerine “Kalem-i Mahsus” müdürü Methi Bey:
  “Hâzim Bey bütün şifreleri akrabasından Maruf Bey’e yazdırdığı için Kuvayımilliye’ye dair nezarette açık ve şifre telgraf müsveddesi yoktur.” demiş olduğundan Maruf Bey hemen divanıharbe celp olunarak reis tarafından yazdığı şifreler hakkında malumat vermesi için hayli tazyik ve tehdit edilmiştir.

Бесплатный фрагмент закончился.

399 ₽
178,26 ₽
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
09 августа 2023
Объем:
3 стр. 5 иллюстраций
ISBN:
978-625-6865-92-1
Издатель:
Правообладатель:
Elips Kitap
Аудио
Средний рейтинг 4,2 на основе 340 оценок
Аудио
Средний рейтинг 4,6 на основе 677 оценок
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 4,3 на основе 477 оценок
По подписке
Аудио
Средний рейтинг 4,7 на основе 1793 оценок
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 4,3 на основе 966 оценок
Черновик, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 4,7 на основе 173 оценок
Аудио
Средний рейтинг 4,8 на основе 4817 оценок
18+
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 4,8 на основе 2337 оценок
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 5 на основе 417 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок