Cesurun Yükselisi

Текст
Из серии: Krallar ve Büyücüler #2
0
Отзывы
Читать фрагмент
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
Cesurun Yükselisi
Шрифт:Меньше АаБольше Аа
Morgan Rice Hakkında

Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.

Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!

Morgan Rice İçin Yazılan Övgülerden Bazıları

“FELSEFE YÜZÜĞÜ dizisinden sonra yaşamak için bir neden kalmadığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ’nde Morgan Rice bir başka harika fantezi dizisinin sözünü veriyor, bizi troller, ejderhalar, yiğitlik, onur, cesaret, sihir ve kaderimize inancın bir fantezisine daldırıyor. Morgan bir kez daha her sayfada onlar için tezahürat yapmamızı sağlayan güçlü bir karakter seti oluşturmayı başarmış… İyi yazılmış fantastik edebiyat seven herkesin kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ederiz..”

--Books and Movie Reviews
Roberto Mattos

“EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ daha başlangıcından başarılı… Üstün bir fantezi… Olması gerektiği gibi, bir protagonist ile başlıyor ve düzgün bir şekilde şövalyeler, ejderhalar, sihir ve canavarlar ve kaderin geniş çemberine doğru ilerliyor… Üst düzey bir fantezi edebiyatın tüm yakalayıcı unsurları bu kitapta mevcut, askerler ve savaşlardan kendiyle yüzleşmeye kadar… Güçlü, inanılır genç bir protagonist ile ilerleyen destansı fantezi edebiyat sevenler için tavsiye edilecek bir kitap.”

--Midwest Book Review
D. Donovan, eKitap Eleştirmeni

“[EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ] sürükleyici hikâyesi olan bir roman ve bir hafta sonunda okunabilir… İyi bir şeyler vaat eden bir diziye iyi bir başlangıç.”

--San Francisco Book Review

“Morgan Rice’ın önceki romanlarının hayranları ve Christopher Paolini’nin THE INHERITANCE CYCLE dizisi gibi işlerin hayranlarını memnun edecek macera dolu bir fantezi… Genç Yetişkin Edebiyatının hayranları Rice’ın bu son kitabını çok sevecek ve daha fazlası için yalvaracaktır.”

--The Wanderer, A Literary Journal (Ejderhaların Yükselişi ile ilgili olarak)

“Hikâyesinde gizem ve entrika elementleri bulunduran esprili bir fantezi. Kahramanların Görevi cesur olmak ve büyüme, gelişme ve mükemmelliğe götüren hayat amaçlarıyla ilgili… Dolgun fantezi maceraları, bir baş kahraman, araçlar ve hayalperest bir çocuk olan Thor’un olanaksız durumlarla karşılaşıp genç bir yetişkin haline gelişine çok iyi şekilde odaklanan bir dizi hareketli karşılaşmalar sağlayan bir macera arayanlar için ideal… Destansı bir genç yetişkin dizisinin neler sunabileceğinin sadece bir başlangıcı.”

--Midwest Book Review (D. Donovan,eKitap Eleştirmeni)

“FELSEFE YÜZÜĞÜ ani bir başarı için her şeye sahip: entrika, karşı entrika, gizem, yiğit şövalyeler, kırık kalpler ile dolu çiçekli aşklar, aldatma ve ihanet. Sizi saatlerce eğlendirecek ve her yaştaki okuyucuyu memnun edecek. Tüm fantezi okurlarının kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ettiğimiz bir Kitap.”

--Books and Movie Reviews, Roberto Mattos

“Rice’ın eğlenceli destansı fantezisi [FELSEFE YÜZÜĞÜ] türün klasik öğelerini içeriyor—İskoçya’nın kadim tarihinden oldukça fazla etkilenmiş güçlü bir kurgu ve iyi bir mahkeme entrikası.”

—Kirkus Reviews

“Morgan Rice’ın Thor’un karakterin ve içinde yaşadığı dünyayı kuruş şekline bayıldım. Yeryüzü ve içinde yaşayan yaratıkları çok güzel tarif edilmiş. [Özet] hoşuma gitti. Kısa ve tatlıydı. Yardımcı karakterler yeterli miktarda kullanılmış, kafam karışmadı. Maceralar ve yürek burkan anlar vardı fakat içlerine yerleştirilen aksiyon biçimsiz durmuyordu. Genç bir okuyucunun tercih edebileceği bir Kitap. Kayda değer bir şeylerin başlangıcı.”

--San Francisco Book Review

“Destansı fantezi Felsefe Yüzüğü serisinin (şu anda 14 Kitaptan oluşuyor) heyecan dolu bu ilk kitabında Rice, okurlarını 14 yaşındaki, hayali, krala hizmet eden elit şövalye birliği Gümüş Lejyon’a katılmak olan Thorgrin “Thor” McLeod ile tanıştırıyor. Rice’ın yazını sağlam ve oldukça merak uyandırıcı.”

--Publishers Weekly

“[KAHRAMANLARIN GÖREVİ] hızlı ve kolay okunuyor. Bölüm sonları size bir sonraki bölümü okumak ve ne olacağını görmek zorunda bırakıyor ve kitabı elinizden bırakamıyorsunuz. Kitabın içinde bazı yazım hataları ve bazı isim karışıklıkları vardı fakat bunlar kitabın genel hikâyesini bozmuyordu. Kitabın sonu bir sonraki kitabı hemen alma isteği uyandırdı ve öyle de yaptım. Felsefe Yüzüğü serisinin dokuz kitabı da şu an Kindle mağazasından satın alınabilir ve Kahramanların Görevi, okumaya giriş yapabilmeniz için şu an ücretsiz. Tatilde okunacak hızlı ve eğlenceli bir şeyler arıyorsanız bu Kitap tam size göre.”

--FantasyOnline.net
Morgan Rice Kitapları

KRALLAR VE BÜYÜCÜLER

EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)

CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)

FELSEFE YÜZÜĞÜ

KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)

KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)

EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)

GURUR AĞLAYIŞI (4. Kitap)

ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)

KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)

KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)

SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)

BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)

KALKAN DENİZİ (10. Kitap)

ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)

ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)

KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)

KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)

ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)

ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)

SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)

KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ

ARENA 1: KÖLETÜCCARLARI (1. Kitap)

ARENA 2 (2. Kitap)

VAMPİR GÜNLÜKLERİ

DÖNÜŞÜM (1. Kitap)

SEVİLMİŞ (2. Kitap)

ALDATILMIŞ (3. Kitap)

YAZGI (4. Kitap)

ARZULANMIŞ (5. Kitap)

NİŞANLI (6. Kitap)

YEMİNLİ (7. Kitap)

BULUNMUŞ (8. Kitap)

CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)

GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)

KADER (11. Kitap)

KRALLAR VE BÜYÜCÜLERİ Sesli Kitap olarak dinleyin!
Ücretsiz Kitap ister misiniz?

Morgan Rice’ın eposta listesine kaydolun ve 4 ücretsiz Kitap, 2 ücretsiz harita, 1 ücretsiz uygulama ve size özel hediyeleri alın! Kaydolmak için siteyi ziyaret edin: www.morganricebooks.com

Morgan Rice © 2015

Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, 1976 ABD Telif Hakları Kanunu ile izin verilenin dışında, yazarın önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayılamaz veya bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.

Bu eKitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu eKitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için birer ek kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.

Bu Kitap kurgusal bir eserdir. İsimler, karakterler, işletmeler, kuruluşlar, mekânlar, olaylar ve durumlar yazarın hayal ürününün eserleridir ve kurgusal amaçla kullanılmıştır. Gerçek hayattaki ölü veya yaşayan herhangi biri ile benzerlik tamamen tesadüfidir.

Telif hakları Photosani’ye ait Jacket adlı eser, Shutterstock.com lisansı ile kullanılmıştır


 
“Korkaklar, ölmeden önce defalarca ölür;
cesur insan ölümü yalnızca bir kere tadar.”
 
--William Shakespeare
Julius Caesar


BÖLÜM BİR

Kyra katliamın olduğu alana doğru yavaşça yürüdü; çizmelerinin altında kar çatırdıyordu. Ejderhanın arkasında bıraktığı yıkımı inceliyordu. Konuşamıyordu. Binlerce Lordun Adamı, Escalon’un en çok korkulan adamları, tam önünde, ölü olarak yerde yatıyordu, bir anda dünyadan silinmişlerdi. Her tarafındaki kavrulmuş bedenlerden duman yükseliyor, üzerlerine düşen kar hemen eriyordu. Yüzler acı içinde donup kalmıştı. İskeletler doğal olmayan şekiller almıştı, kemikli parmaklar hala silahlarına sarılı durumdaydı. Bazı cesetler bir şekilde hala dik kalmış, ayakta duruyor ve sanki onları öldürenin ne olduğunu merak ediyormuşçasına gökyüzüne bakıyordu.

 

Kyra bir cesedin başında durup merakla incelemeye başladı. Uzanıp cesede dokunduğunda parmağı göğüs kafesini sıyırıp geçerken cesedin dağılıp, kemik yığını halinde yere düşüşünü şaşkınlık içinde izledi. Kılıcı zararsız bir şekilde yanına, yere devrilmişti.

Kyra başının üzerinde, yukarılardan gelen bir çığlık duydu ve başını kaldırıp, yüksekte daireler çizerek uçan Theos’u gördü; sanki hala tatmin olmamış gibi ateş püskürtüyordu. Onun ne hissettiğini Kyra da hissedebiliyordu, damarlarındaki yakıcı öfkeyi, tüm Pandesia’yı, aslında imkânı olsa tüm dünyayı yok etme, isteğini hissedebiliyordu. Bu çok kadim bir öfkeydi, hiçbir sınır tanımayan bir öfke…

Çizmelerin karda çıkardığı ses kendine gelmesine sebep oldu ve Kyra arkasını dönüp baktığında babasının, düzinelerce adamının o tarafa yürüdüğünü, gözleri fal taşı gibi açılmış, yıkımı incelediğini gördü. Açıkça belli oluyordu ki, savaşla sertleşmiş bu adamlar daha önce hiç böyle bir manzara görmemişti; hatta Anvin, Arthfael ve Vidar’ın yanında duran, bitkin görünen babası bile… Bu sanki bir düşte gezinmek gibiydi.

Kyra bu cesur savaşçıların gözlerini gökyüzünden kendisine doğru çevirdiklerini fark etti; gözlerinde bir merak ifadesi vardı. Sanki bütün bunları yapan kendisiymiş gibi, sanki ejderhanın kendisi oymuş gibi… Sonuçta onu çağırabilme yeteneğine sahip olan tek kişi kendisiydi. Kendini rahatsız hissederek uzaklara baktı; insanların kendisini bir savaşçı mı yoksa bir ucube mi olarak gördüğünü bilemiyordu. Büyük ihtimalle kendileri de bilmiyordu.

Kyra Kış Ayı’nda ettiği duayı düşündü; dileği, özel biri olup olmadığını öğrenmekti, gerçekten güçlere sahip olup olmadığını öğrenmek. O günden sonra, o savaştan sonra, artık hiç şüphesi yoktu. O ejderhanın gelmesini kendisi istemişti. Onu içinde hissetmişti. Nasıl olduğunu bilmiyordu. Fakat artık kesinlikle biliyordu ki o farklıydı ve hakkındaki diğer kehanetlerin de gerçek olup olmadığını düşünmekten kendini alamadı. Öyleyse, kaderinde gerçekten muhteşem bir savaşçı olmak mı vardı? Büyük bir komutan? Babasından bile büyük bir lider? Gerçekten milletleri savaşa mı yönlendirecekti? Escalon’un kaderi gerçekten onun omuzlarında mıydı?

Kyra bunun nasıl mümkün olabileceğini bilemiyordu. Belki de Theos kendine özgü sebeplerle gelmişti; belki de orada meydana getirdiği hasarın kendisiyle hiçbir ilgisi yoktu. Ne de olsa Pandesialılar onu yaralamıştı, öyle değil mi?

Kyra artık hiçbir şeyden emin olamıyordu. O an için tüm bildiği ejderhanın gücünün damarlarında gezdiği, savaş alanında dolaşmakta olduğu, en büyük düşmanın ölmüş olduğunu görmekte olduğuydu; bunların hiçbirinin mümkün olabileceğini düşünmezdi. Artık, babasının adamlarının gözünde kabul görmeyi bekleyen on beş yaşında bir kız olmadığın biliyordu. Artık Lord Vali ve onu sunmayı düşündüğü hiçbir erkek için bir oyuncak değildi; artık hiçbir erkeğin evlenilecek, istismar edilecek, işkence edilecek malı değildi. Artık kendisi bir bireydi. Erkeklerin arasında bir savaşçı ve korkulacak biri…

Kyra, cesetler bitip zemin yeniden karla kaplı haline gelene kadar bedenlerin denizi içinden geçti. Aşağıda, önlerinde uzanan vadiye bakmakta olan babasının yanında durdu. Orada Argos’un kapıları ardına kadar açık duruyordu. Şehir boşalmış, şehrin tüm erkekleri vadide can vermişti. Böylesine büyük bir kalenin bomboş, savunmasız olduğunu görmek ürkütücüydü. Pandesia’nın en önemli kalesinin kapıları şimdi her isteyenin girebileceği şekilde açıktı. Kalın taş ve sivri ucu demirlerle örülü, ürkütücü yüksek duvarları, binlerce adamı ve savunma katmanları herhangi bir isyana engel olmuştu; kalenin oradaki varlığı Pandesia’nın kuzeydoğu Escalon’a bir demir ökçe vurma olanağı sağlamıştı.

Herkes vadiden aşağı doğru, şehir kapılarına giden dolambaçlı yola koyuldu. Bu muzaffer fakat ağırbaşlı bir yürüyüştü. Yol daha çok ölü bedenle doluydu, ejderhanın arayıp bulduğu geride kalan herkes, yıkımın peşindeki izler. Bu sanki bir mezarlıktan geçmek gibiydi.

Muhteşem kapıları geçtiklerinde Kyra sınırda durdu, nefesi kesilmişti; içeride kavrulmuş ve üzerlerinden duman yükselen binlerce cesedin daha olduğunu görmüştü. Bunlar Lordun Adamlarından arta kalanlardı, harekete geçmek için geç kalanlar… Theos hiç kimseyi atlamamıştı; Theos’un öfkesi kale duvarlarında bile görülebiliyordu, büyük taş duvar bölümleri alevle siyaha dönmüştü.

İçeri girdiklerinde Argos’un sessizliği dikkat çekiciydi. Avlusu boştu, böyle bir şehrin canlılıktan yoksun olması olağanüstüydü. Sanki Tanrı tek nefeste hepsini yutmuş gibiydi.

Babasının adamları ileri atıldığında heyecan dalgası ortama hâkim olmaya başladı ve Kyra bunun nedenini az sonra anladı. Görebildiği kadarıyla zemin daha önce hiç görmediği türden silah hazinesiyle doluydu. Orada, avlunun zemininde, savaş ganimetleri yatıyordu: o zamana kadar gördüğü en iyi kalite silahlar, çelik ve zırhlar, hepsinde de Pandesia simgeleri vardı. Hatta aralarına saçılmış şekilde altın keseleri de görülüyordu.

Daha da iyisi, avlunun uzak ucunda büyük taş cephanelik duruyordu, adamlar aceleyle çıkarken kapılarını ardına kadar açık bırakmışlardı ve içeride cömert bir hazine vardı. Duvarlarda sıralanmış kılıçlar, baltalı kargılar, baltalar, mızraklar, yaylar vardı ve hepsi de dünyada bulunabilecek en iyi çelikten üretilmişti. Burada Escalon’un yarısını silahlandırabilecek kadar silah vardı.

Bir kişneme sesi duyunca Kyra avlunun diğer tarafına baktı ve taş ahırları gördü. İçeride en iyi atlardan oluşan bir sürü vardı ve hepsi de ejderha nefesinden korunmuştu. Bir orduyu taşıyabilecek kadar çok at vardı.

Kyra babasının gözlerinde yükselen umut dalgasını gördü. Bu bakışı yıllardır görmemişti ve babasının ne düşündüğünü tahmin edebiliyordu: Escalon yeniden yükselebilirdi.

O sırada bir çığlık duyuldu ve Kyra gökyüzüne bakıp Theos’un, pençelerini öne uzatmış, devasa kanatlarını çırparak şehrin üzerinde daire çizerek uçtuğunu gördü, zafer turunu atıyordu. Parlayan sarı gözleri Kyra’nın gözlerine kilitlenmişti, bunu o mesafeden bile hissedebiliyordu. Başka hiçbir yere bakamıyordu.

Theos alçaldı ve şehir kapılarının dışında yere kondu. Mağrur bir şekilde durmuş Kyra’ya bakıyordu, sanki onu çağırıyor gibiydi. Kyra onun kendisine seslendiğini hissetti.

Bu yaratıkla arasındaki yoğun bağlantıyı hissedince Kyra teninin karıncalandığını hisseti, içinde bir sıcaklık yükseliyordu. Ona yaklaşmaktan başka seçeneği yoktu.

Kyra dönüp avluyu geçip şehir kapılarına geri dönerken oradaki herkesin gözlerinin üzerinde olduğunu hissetti, izlemek için durmuşlar ve bir ona bir ejderhaya bakıyorlardı. Kapıdan tek başına dışarı çıktı. Çizmelerinin altındaki kar çıtırdıyor, o yürüdükçe kalbi hızla atıyordu.

Kyra yürürken kolunda, onu durduran, nazik bir dokunuş hissetti. Dönüp baktığında, babasının ona bakmakta olan endişeli yüzünü gördü.

“Dikkatli ol” diye uyardı babası.

Kyra yürümeye devam etti, ejderhanın gözlerindeki şiddetli ifadeye rağmen hiç korku hissetmiyordu. Yalnızca onunla çok derin bir bağ hissediyordu; sanki bir parçası, onsuz yaşayamayacağı bir parçası, yeniden ortaya çıkmış gibi bir bağ… Tüm zihni merakla kaplanmıştı. Theos nereden gelmişti? Neden Escalon’a gelmişti? Neden daha önce gelmemişti?

Kyra Argos’un kapılarından geçip ejderhaya yaklaşırken, ejderhanın çıkardığı ses güçlendi, kızı beklerken mırıltıyla hırlama arası bir ses çıkartıyor, büyük kanatlarını nazikçe çırpıyordu. Ateş püskürtecekmiş gibi ağzını açtı, her biri Kyra’nın boyunda, kılıç kadar keskin büyük dişleri ortaya çıktı. Bir anlığına korkuya kapıldı, ejderhanın gözleri düşünmesini zorlaştıran bir yoğunlukla onunkilere sabitlenmişti.

Nihatey Kyra ejderhanın birkaç adım yakınına gelip durdu. Onu hayranlıkla inceledi. Theos muhteşemdi. Yerden yüksekliği dokuz metreyi buluyordu. Pulları kalın, sert ve ilkeldi. Nefes alıp verirken yer titriyor, göğsü çatırdıyordu. Kyra kendini tamamen ejderhanın merhametine kalmış hissetti.

Sessizlik içinde, yüz yüze durmuş birbirlerini inceliyorlardı. Kyra’nın kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Ortamdaki gerginlik çok fazlaydı, güçlükle nefes alabiliyordu.

Boğazı kurumuştu, nihayet konuşabilecek cesareti topladı.

“Sen kimsin?” diye sordu, sesi fısıltının çok az üzerinde bir yükseklikte çıkmıştı. “Neden benim için geldin? Benden ne istiyorsun?”

Theos başını yere indirdi, hırıldıyordu, öne doğru geldi, o kadar yakındı ki devasa burnu neredeyse Kyra’nın göğsüne değecekti. Kocaman, parlak, sarı gözleri doğrudan onunkilere bakıyordu. Kyra, her biri neredeyse kendisi kadar büyük olan gözlerin içine bakatı ve bir başka dünyada, bir başka zamanda kaybolduğunu hissetti.

Kyra bir cevap bekledi; kafasının içinde, daha önce de olduğu gibi, ejderhanın düşüncelerinin belirmesini bekledi.

Uzunca bir bekleyişin ardından zihninin bomboş olduğunu fark edip şaşırdı.  Hiçbir şey duymuyordu. Theos sessizliğe mi gömülmüştü? Kyra onunla olan bağlantısını mı kaybetmişti?

Kyra merak içinde ejderhaya baktı, yaratık şimdi her zamankinden daha gizemliydi. Aniden, sanki binmesini istiyormuş gibi sırtını alçalttı. Ejderhanın sırtında göğe yükselme düşüncesi Kyra’nın kalbinin hızlanmasına sebep olmuştu.

Kyra yavaşça ejderhanın yan tarafına yürüdü, uzanıp pullarına tutundu. Pulları boynuna sarılıp kendini yukarı çekebilmesine yetecek kadar sert ve sağlamdı.

Fakat Kyra ejderhaya dokunur dokunmaz yaratık kendini geri çekti ve Kyra’nın kavrayışını yitirmesine sebep oldu. Kyra tökezlerken ejderha kanatlarını çırptı ve tek bir hızlı hareketle yerden yükseldi. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki, avuçları zımpara gibi pullarının arasından kayıp gitmişti.

Kyra incinmiş, bozulmuş, fakat hepsinden önemlisi kalbi kırılmış bir şekilde duruyordu. Bu devasa yaratık, çığlık atarak gökyüzüne yükselip, git gide daha yukarılara çıktıkça, çaresiz bir şekilde onu izledi. Theos aniden bulutların arasında gözden kayboldu, gidişinin ardından sadece sessizlik kalmıştı.

Kyra, her zamankinden daha boşluğa düşmüş bir şekilde duruyordu. Ejderhanın son çığlıkları da duyulmaz olduğunda, bu sefer Theos’un gitmesinin iyi bir sebebi olduğunu biliyordu.

BÖLÜM İKİ

Alec gecenin karanlığında, yanında Marco ile birlikte ormanın içinden koşarak ilerliyor, karın içinden çıkmış köklere takılıp tökezliyor ve oradan sağ kurtulup kurtulamayacağını merak ediyordu. Can havliyle kaçarken kalbi göğsünden çıkacak gibi atıyordu, soluk soluğaydı, durmak istiyordu fakat Marco ile arasını açmaması gerekiyordu. Belki de yüzünce kez arkasını dönüp, onlar ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe arkalarında solgun hale gelen Ateş Duvarlarının parlaklığına baktı. Sık ağaçlı bir alanı geçtikten sonra parıltı tamamen kaybolmuş ve ikisi neredeyse tamamen karanlığa gömülmüştü.

Alec ağaçlara çarpınca dönüp el yordamıyla yolunu bulmaya çalıştı, ağaç gövdeleri omuzlarına çarpıyor, dallar kollarını çiziyordu. Önünde uzanıp giden karanlığa dikkatle baktı; zar zor bir yol seçilebiliyordu, etrafındaki tuhaf sesleri dinlememeye çalışıyordu. Bu orman hakkında daha önce kabaca uyarılmıştı, hiçbir kaçanın sağ kalmadığını söylemişlerdi ve onlar daha ileri gittikçe içinde derinleşen rahatsız edici bir his oluşmaya başlamıştı. Oradaki tehlikeyi hissediyordu, her yanda korkunç yaratıklar vardı, orman çok sıktı, yön bulmak çok zordu ve attığı her adımla daha da karmaşık hale geliyordu. Ateş Duvarlarında kalsam daha mı iyi olurdu diye düşünmeye başladı.

“Bu taraftan!” dedi bir ses fısıltıyla.

Marco, sağa sapıp iki büyük ağacın arasından, büyük dallarının altından eğilerek geçerken onu da omuzlarından tutup çekti. Alec onu takip etti, karların üzerinde kayıyordu; sonunda kendini sık ormanın ortasında bir açıklıkta buldu. Ay ışığı parlıyor, yollarını aydınlatıyordu.

Her ikisi de durdu, elleri bellerinde, öne eğilmiş, soluk soluğa nefes alıyorlardı. Birbirlerine bir bakış attılar ve Alec omzunun üzerinden ormana baktı. Güçlükle nefes alıyordu, soğuktan ciğerleri yanıyor, kaburga kemikleri acıyordu ve merak içindeydi.

“Neden bizi takip etmiyorlar?” diye sordu Alec.

Marco omuz silkti.

“Belki de bu ormanın onlar yerine işimizi bitireceğini düşündüklerindendir.”

Alec Pandesia’lı askerlerin seslerini dinledi, kovalanıyor olmayı bekliyordu fakat hiçbir ses yoktu. Doğrusu Alec daha farklı sesler duyduğunu düşünüyordu, düşük sesli, öfkeli bir hırıltı gibi!

“Şunu duydun mu?” diye sordu Alec, boynunun arkasındaki tüyler diken diken olmuştu.

Marco başını salladı.

Alec durup bekledi, zihninin ona oyun oynayıp oynamadığını anlamaya çalıştı. Sonra yavaşça sesi tekrar duymaya başladı. Uzaktan gelen bir sesti, sönük, tehditkâr bir hırıltı, Alec’in o güne kadar duyduğu hiçbir şeye benzemeyen bir ses. O dinledikçe ses yükselmeye başladı, sanki yaklaşıyor gibiydi.

 

Marco şimdi telaşlı bir şekilde ona bakıyordu.

“İşte bu yüzden bizi takip etmediler” dedi Marco, bir şeyi tanımış olması nedeniyle sesi endişeli çıkmıştı.

Alec’in kafası karışmıştı.

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu.

“Wilvox” diye cevapladı, şimdi gözleri korkuyla dolmuştu. “Peşimizden onları gönderdiler.”

Wilvox kelimesi Alec’in dehşete kapılmasına sebep olmuştu; çocukluğunda onlardan bahsedildiğini duymuştu ve onların Dikenli Orman’da yaşadıkları söylentilerini biliyordu. Fakat her zaman onların her zaman bir efsane olduğunu düşünmüştü. Gecenin en ölümcül yaratıkları oldukları söylenirdi; kâbusların en büyük öğesi…

Hırıltı, sanki birden fazla yaratık varmış gibi yoğunlaşmıştı.

“KAÇ!” diye bağırdı Marco.

Marco döndü, Alec de ona katıldı ve ikisi açıklıktan tekrar ormana doğru fırladılar. Alec koşarken damarlarına adrenalin pompalanmıştı, kalp atışlarını kulaklarında hissedebiliyordu, çizmelerinin altında çatırdayan kar ve buz sesinin arasına gömülüyordu. Kısa süre sonra arkalarındaki yaratıkların yaklaştığını duydu ve kaçamayacakları canavarlar tarafından kovalanmakta olduklarını anladı.

Alec bir köke takılıp tökezledi ve bir ağaca çarptı; acı içinde bağırdı, soluğu kesilmişti, sonra ağacı ittirip koşmaya devam etti. Bir kaçış yolu arayarak ormanı taradığı, zamanlarının daraldığının farkındaydı fakat hiçbir şey bulamadı.

Koştuğu sırada arkalarından gelen hırıltıların sesi yükseldi. Alec omzunun üzerinden arkasına baktı ve o anda bakmamış olmayı diledi. Üzerlerine doğru hayatında gördüğü en vahşi dört yaratık geliyordu. Kurda benzese de Wilvox, kafasının arkasından küçük sivri boynuzlar çıkan ve bu boynuzların ortasında tek bir kırmızı gözü olan, normal bir kurdun iki katı büyüklükte bir yaratıktı. Bir ayınınki kadar büyük olan pençelerinde uzun, sivri tırnaklar vardı ve kürkleri düz ve gece kadar siyahtı.

Onları bu kadar yakınlarında görünce Alec artık ölü bir adam olduğunu anlamıştı.

Alec son hızıyla ileri atıldı, o buz gibi soğukta avuç içleri terliyordu ve nefesi havada donuyordu. Wilvoxlar yalnızca yarım metre kadar uzaklarındaydı ve gözlerindeki amansız bakış, ağızlarından akan salyalar, onu parçalara ayıracaklarının belirtisiydi. Hiçbir kaçış yolu bulamıyordu. Bir plan yapmış olması umuduyla Marco’ya baktı fakat Marco da aynı umutsuzluk içindeydi. Ne yapılacağı konusunda hiçbir fikri olmadığı belli oluyordu.

Alec gözlerini kapattı ve daha önce hiç yapmadığı bir şey yaptı; dua etti. Tüm hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçerken, bir şekilde değiştiğini hissetti, hayatı ne kadar sevdiğini fark etti ve hayatını kurtaramayacak olduğunu bilmek onu çok daha umutsuz hale getirdi.

Lütfen Tanrım, buradan kurtulmama izin ver. Ağabeyime yaptıklarımdan sonra burada ölmeme izin verme. Burada değil ve bu yaratıklar tarafından değil. Her şeyi yaparım.

Alec gözlerini açıp ileri baktı ve o sırada gördüğü ağacın diğerlerinden biraz daha farklı olduğunu fark etti. Dalları daha kıvrımlıydı ve yere doğru uzanıyordu. Koşarak sıçrarsa tutunabileceği kadar alçaktı. Wilwox’un tırmanıp tırmanamayacağı konusunda hiçbir fikri yoktu fakat başka şansı da yoktu.

“Şu dala!” diye bağırdı Alec Marco’ya ağacı göstererek.

İkisi birlikte ağaca doğru koştular, Wilvox sadece birkaç adım gerilerindeydi, duraksamadan sıçrayıp dala tutundular ve kendilerini yukarı çektiler.

Alec’in elleri karlı ağacın üzerinde kaydı fakat tutunmayı başardı ve yerden birkaç metre yüksekteki bir başka dala tutunana kadar kendini yukarı çekti. Sonra hemen bir metre kadar yukarıdaki dala sıçradı. Marco da hemen arkasındaydı. Hayatında hiç bu kadar hızlı bir tırmanış yapmamıştı.

Vilvoxlar onlara uzanmıştı, sürü acımasızca hırlıyor, sıçrıyor ve ayaklarına doğru pençe atıyorlardı. Alec ayağını çekmeden birkaç saniye önce yaratıkların sıcak nefeslerini topuğunda hissediyordu, dişleri ayaklarına yaklaşıyor fakat birkaç santimle ıskalıyordu. İkisi adrenalinle dolu olarak, yerden yaklaşık beş metre yükseğe, ihtiyaçlarından daha da güvenli bir konuma gelene kadar tırmanmaya devam etti.

Alec nihayet durdu, tüm gücüyle bir dala sarıldı, nefesini düzeltmeye çalıştı. Ter gözlerini yakıyordu. Aşağı baktı ve Vilvoxların tırmanamıyor olması için dua etti.

Yaratıklar hala ağacın dibinde, hırlıyor, atlıyor, ağaca doğru sıçrıyordu fakat ağaca tırmanamadıkları açıktı ve bu Alec’i büyük ölçüde rahatlatmıştı. Ağacın gövdesini çıldırmış gibi tırmalıyorlardı fakat hiçbir işe yaramıyordu.

İkisi dala oturdu ve güvende oldukları gerçeğinin ayrımına vardıklarında rahatlamış şekilde uzun bir nefes verdiler. Marco, Alec’i şaşırtan bir şekilde kahkaha atmaya başladı. Bu delirmiş birinin kahkahasıydı, rahatlamanın kahkahası, kesin bir ölümden en akla gelmeyecek şekilde kurtulmuş birinin kahkahası…

Alec, ne kadar yaklaşmış olduklarının farkına vardı ve o da gülmeye başladı. Hala güvenlikten uzak olduklarını biliyordu, orayı asla terk edemeyeceklerini ve belki de orada öleceklerini biliyordu. Fakat en azından şimdilik orada güvendelerdi.

“Görünüşe göre artık sana borçluyum” dedi Marco.

Alec başını salladı.

“Bana henüz teşekkür etme” dedi Alec.

Wilvox’ların amansızca hırıltıları boynundaki tüyleri diken diken ediyordu. Alec ağacın üstlerine baktı. Aşağıdaki yaratıklardan daha da fazla uzaklaşmak istiyordu ve daha ne kadar yükseğe tırmanabileceklerini, oradan bir kaçış yolları olup olamayacağını merak ediyordu.

Aniden Alec donakaldı. Yukarı bakarken korktu ve daha önce hiç hissetmediği bir dehşete kapıldı. Yukarıda, üzerlerindeki dallarda, hayatında gördüğü en korkunç yaratık onlara bakıyordu. İki buçuk metreden uzun, bir yılanın vücuduna sahip fakat her birinde birer pençe bulunan on iki ayağı olan, yılan balığı başına benzeyen bir başı, donuk sarı gözlerinin üzerinde dar göz kapakları olan bir yaratıktı ve Alec’e odaklanmıştı. Yalnızca birkaç metre uzaklarında, sırtını kamburlaştırmış, tıslamış ve ağzını açmıştı. Alec yaratığın ağzının ne kadar açıldığını görünce şoke olmuştu, onu bütün halde yutabilecek kadar genişti ve titreyen kuyruğundan saldırmak ve ikisini de öldürmek üzere olduğunu anlayabiliyordu.

Yaratığın açık ağzı doğrudan Alec’in boğazına saldırdı ve Alec istemsiz bir şekilde tepki verdi. Dengesini kaybetti ve çığlık atarak geri sıçradı. Marco da arkasındaydı. Tek düşündükleri o ölümcül dişlerden, o devasa ağızdan, kesin bir ölümden uzaklaşmaktı.

Aşağıda ne olduğunu düşünmüyorlardı bile. Kendini sırtüstü, çırpınarak yere düşerken bulduğunda her şey için çok geç olduğunun farkına vardı, bir diş kapanından bir başkasına doğru gidiyordu. Aşağı bir göz attığında Wilvoxların ağızlarından salyalar aktığını, çenelerini açtığını gördü. Kendini sona hazırlayacak cesareti toplamaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.

Bir ölümü bir başka ölümle değiş tokuş etmişti.

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»