Scarlet Pimpernel

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

“Affedersiniz, Bay Jellyband,” diye tekrar araya girdi Bay Hempseed kısık bir sesle. “Sanıyorum ki hiç öyle bir şey…”

Bay Jellyband, genel kitleye hitap ediyordu. Oradaki herkes, ağızları açık ve hayrete düşmüş şekilde Bay Peppercorn’un kusurlarına dair beyanları dinliyordu. Bir masadaki iki müşteri ki kıyafetlerine bakılırsa beyefendilerdi, henüz bitmemiş domino oyunlarını bir kenara itip bir süre dinlediler, Bay Jellyband’in uluslararası fikirlerinden keyif aldıkları çok açıktı. O sırada birisi, hareketli dudaklarının köşelerinde dolaşan alaylı bir gülüşle, Bay Jellyband’in odanın ortasında dikildiği yere doğru döndü.

“Dürüst arkadaşım, görünüşe göre casus dediğin bu Fransızların, arkadaşın Bay Peppercorn’un fikirlerini bozacak kadar zeki adamlar olduğunu düşünüyorsun. Peki bunu nasıl başardılar, onu hiç düşündün mü?” diye sordu sakince.

“Tanrım! Efendim, sanıyorum ki onu konuşarak ikna ettiler. Bu Fransızların çenelerinin çok iyi olduğunu duydum. Buradaki Bay Hempseed, onların bazı insanları nasıl parmaklarında oynattıklarını size anlatabilir.”

“Gerçekten öyle mi, Bay Hempseed?” diye sordu yabancı, kibar bir şekilde.

“Hayır efendim!” diye cevapladı Bay Hempseed, çok rahatsız olmuştu. “Sorduğunuz sorunun cevabını bilmiyorum.”

“Peki öyleyse,” dedi yabancı. “Onurlu efendim, umalım ki bu zeki casuslar sizin olağanüstü sadık fikirlerinizi de çelmesin.”

Bay Jellyband kendini tutamayıp bu curcuna içinde bir kahkaha patlattı ve ona borçlu olanlar da bu kahkahaya katıldı.

“Hahaha! Hohoho! Hehehe!” Olabilecek her şekilde güldü; çenesi ağrıyana ve gözlerinden yaşlar gelene dek gülmeye devam etti. “Benim! Duydunuz mu şunu? Benim fikirlerimi çelebileceklermiş, duydunuz mu, ha? Tanrı sizi bağışlasın efendim, fakat çok tuhaf şeyler söylüyorsunuz.”

Bay Hempseed, “Peki Bay Jellyband, ancak Kutsal Kitap ne diyor unutmayın: Sağlam durduğunu sanan kişi dikkat etsin, her an düşebilir,” diye cevap verdi.

“Şunu göz önünde bulundurun Bay Hempseed,” dedi Jelly-band, hâlâ gülmekten karnını tutuyordu. “Kutsal Kitap beni tanımıyordu. Niye o katil Fransızlarla oturup bir bardak bira içeyim ki? Üstelik fikirlerimi hiçbir şey değiştiremez. Yaa! O kurbağa yiyicilerin Kral’ın İngilizcesini bile konuşamadıklarını duydum, yani garip dillerini konuşmaya çalıştıklarını görürsem onları hemen tanırım, bu kadar basit! Ne demişler, tehlikeyi erken sezen, erken silahlanır.”

“Kesinlikle öyle, dürüst dostum,” diye onayladı yabancı büyük bir neşeyle. “Görüyorum ki çok zeki bir adamsınız, yirmi Fransıza bedelsiniz. Bu yüzden şerefli efendim, onurunuza içmek istiyorum, bu şişeyi benimle bitirme onurunu gösterirseniz çok memnun olurum.”

“Çok naziksiniz efendim,” dedi Bay Jellyband, kahkaha tufanından geriye kalan gözyaşlarını siliyordu. “Tabii ki bitiririm.”

Yabancı, bir çift bardağı şarapla doldurdu, birini hanın sahibine diğerini de kendine aldı.

“Hepimiz sadık İngilizleriz,” dedi, bu sırada ince dudaklarında nüktedan bir gülümseme vardı. “Ancak ne kadar sadık olursak olalım, Fransa’dan bize gelen şeyler arasında en azından bu içeceğin iyi bir şey olduğunu kabul etmeliyiz.”

“Tabii! Bunu hiçbirimiz inkâr edemeyiz efendim,” diye onayladı taverna sahibi.

“Öyleyse İngiltere’deki en iyi ev sahibine, şerefli hancımız Bay Jellyband’e içelim,” dedi yabancı yüksek bir sesle.

“Oooo!” diye eşlik etti orada bulunan herkes. Sonrasında alkışlar koptu. Kupaların ve bardakların masa üzerinde çıkardığı müzikal tıkırtı, birçok konuşma üzerine atılan yüksek sesli kahkahalara ve Bay Jellyband’in “Tanrının cezası bir yabancının düşüncelerimi çelmesini bir düşünün! Ne manzara ama! Tanrı sizi korusun efendim, ancak çok tuhaf şeyler söylüyorsunuz,” nidalarına eşlik ediyordu.

Yabancı, bu değişmeyecek gerçeğe tüm kalbiyle katıldı. Gerçekten de Bay Jellyband’in tüm Avrupa kıtası sakinlerinin tastamam değersiz olduğuna dair kökten yerleşmiş düşüncelerini herhangi birinin değiştirebileceğini ileri sürmek çok abesti.

Üçüncü Bölüm
Sığınmacılar

Bu sıralarda, Fransızlara ve yaptıkları şeylere karşı sesler İngiltere’nin her kesiminde yükselişe geçmişti. Fransız ve İngiliz kıyıları arasında iş yapan kaçakçılar ve meşru tüccarlar, suyun öte tarafından sürekli yeni haberler getiriyordu. Bu haberler, İngilizlerin kanının kaynamasına sebep oluyordu. Bu yüzden İngiliz halkı, kendi krallarını ve kralın tüm ailesini zindana atan, kraliçeye ve çocuklarına her türden onur kırıcı davranışta bulunan, şimdi ise tüm Bourbon Hanedanı’nın ve destekçilerinin kanını talep eden o katillerin “hak ettiklerini bulması” gerektiğini düşünüyordu.

Marie Antoinette’in genç ve güzel arkadaşı Prenses de Lamballe’ın katledilmesi, İngiltere’deki herkesin kalbini tarif edilemez bir dehşetle doldurmuştu. Kraliyet ailesinin, tek günahları aristokrat bir soydan gelmek olan iyi üyelerinin idam edilmesi, tüm uygar Avrupa’nın intikam isteğiyle yanıp tutuşmasına yol açıyor gibiydi.

Ne var ki kimse araya girmeyi göze alamadı. Burke, tüm hitabet yeteneğiyle, Britanya Hükümeti’ni devrim hükümeti tarafından yönetilen Fransa ile savaşması için ikna etmeye çalıştı; fakat ihtiyatlı bir adam olan Bay Pitt, ülkenin ağır ve masraflı bir savaşa daha girişmeye uygun durumda olmadığını düşünüyordu. İnisiyatifi ele almak Avusturya’ya düşecekti. Avusturya, en güzel kızının artık devrik bir kraliçe durumuna düşmesiyle, âdeta uluyan bir çete tarafından zindana atılmış ve hakarete uğramıştı. Bay Fox ise birkaç Fransız diğerlerini öldürdü diye tüm İngiltere’nin savaşa girmesine gerek olmadığını savunuyordu.

Bay Jellyband ve John Bullvari’ye gelince onlar, tüm yabancıları küçük görseler de devrime karşı insanlardı. Bu yüzden şu sıralarda ihtiyatı ve ılımlı yaklaşımı için Pitt’e sinirliydiler; fakat tabii ki bu büyük adamın politikasına yön veren diplomatik nedenlerin hiçbirinden bir şey anlamıyorlardı.

Sally koşarak geri geldi, çok heyecanlı ve telaşlıydı. Tavernadaki neşeli kitle dışarıdaki sesten bihaberdi; ancak Sally sırılsıklam olmuş atıyla birlikte bir adamın Balıkçı Misafirhanesi’nin kapısında durduğunu görmüştü. Seyis çocuk atı ahıra götürmek için ayaklandığında, güzel Sally de ziyaretçiyi karşılamak için ön kapıya doğru gitti. Tavernadan geçerken “Baba, sanırım bahçede Efendi Antony’nin atını gördüm,” dedi.

O sırada kapı dışarıdan açıldı, yağmurdan sırılsıklam olmuş koyu renkli kıyafetin sardığı bir kol, güzel Sally’nin beline sarıldı; aynı anda candan bir ses tavernanın cilalanmış kalasları arasında yankılandı.

“Tanrım, güzel Sally, kahverengi gözlerin ne keskin!” dedi içeri yeni giren adam, o an Bay Jellyband aceleyle ve büyük bir şevkle öne doğru atıldı, âdeta alarma geçmişti ve telaşlıydı, zira hanının en ayrıcalıklı konuklarından biri gelmişti.

“Tanrım, bu nedir böyle Sally?” diye ekledi Efendi Antony, Sally’nin çiçek açan yanaklarına bir öpücük kondururken, “Seni her gördüğümde daha da güzelleşmiş oluyorsun. Dürüst arkadaşım Jellyband, gençleri senin ince belinden uzak tutmak için çok uğraşıyor olmalı. Siz ne dersiniz Bay Waite?”

Efendiye olan saygısı ve bu şakaya dair hoşnutsuzluğu düşünülünce iki arada bir derede kalan Bay Waite, yalnızca tedirgin bir homurtuyla cevap verdi.

Efendi Antony Dewhurst, Exeter Dükü’nün oğullarından biriydi ve o günlerin standartlarına göre eksiksiz bir İngiliz beyefendisiydi. Uzundu, heybetliydi, geniş omuzları ve güleç bir yüzü vardı, kahkahası gittiği her yeri inletirdi. İyi bir centilmen, hayat dolu bir ahbaptı, kibar ve soylu bir insandı, mizacını bozacak bir zekâya sahip değildi, Londra’daki konuk salonlarının ve kasaba tavernalarının en sevilen konuklarından biriydi. Balıkçı Misafirhanesi’ndeki herkes onu tanırdı, çünkü Fransa’ya gidip gelmeyi severdi ve yoldan dönerken ya da yola çıkarken onurlu Bay Jellyband’in bir geceliğine misafiri olurdu.

Sally’nin belini bıraktığında Waite’e, Pitkin’e ve diğerlerine başıyla selam verdi, kurulanmak ve ısınmak için şöminenin önüne doğru gitti. Domino oyunlarına kaldıkları yerden devam eden iki yabancıya kısa fakat biraz şüpheyle dolu bir bakış attı, bir anlığına güler yüzünü derin bir ciddiyet, hatta bir endişe bulutu kapladı.

Ancak bu durum çok kısa sürdü, sonra saçlarına dokunan Bay Hempseed’e döndü.

“Ee, Bay Hempseed, meyveler nasıl?” diye sordu.

“Çok kötü efendim, çok kötü,” diye cevap verdi Bay Hempseed. “Ancak başımızda, krallarını ve tüm soylularını öldürecek Fransız serserilere göz yuman bir hükümet varken ne bekleyebiliriz ki…”

“Hayat bir garip!” diye cevap verdi Efendi Antony. “Gerçekten öldürecekler dürüst Hempseed, en azından ellerine geçirebildiklerini, maalesef! Fakat bu gece buraya, kendilerini o serserilerin pençelerinden kurtarabilmiş birkaç arkadaş gelecek.”

Genç adam bu sözleri söyler söylemez, köşede oturan sessiz yabancılara meydan okuyan bir bakış atmıştı sanki.

“Duyduğuma göre siz ve arkadaşlarınız sayesinde efendim,” dedi Bay Jellyband.

O an Efendi Antony’nin eli, onu uyarmak ister gibi taverna sahibinin koluna gitti.

“Sessiz!” dedi tartışmaya yer bırakmayacak bir şekilde, hiç düşünmeden tekrar yabancılara doğru baktı.

“Ah! Tanrı iyiliğinizi versin, onlardan zarar gelmez efendim,” dedi Jellyband. “Hiç kuşkunuz olmasın. Buradaki herkesin dost olduğunu bilmesem öyle konuşmazdım. Oradaki beyefendi de sizden iyi olmasın, tıpkı sizin gibi Kral George’un sadık ve hakiki bir hizmetkârı. Dover’a yeni geldi sayılır, buralarda bir iş kuruyor.”

“İş mi? Tanrım, herhalde cenaze işinde, zira bu zamana dek bu denli karanlık bir çehre görmemiştim.”

“Hayır efendim, sanıyorum ki eşini kaybetmiş ki bu da yüzündeki hüznü açıklıyor. Yine de kendisi bir dosttur, buna kefil olurum. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki bir kasaba tavernasının sahibinden daha iyi bir insan sarrafı yoktur.”

“Ah, peki öyleyse,” dedi Efendi Antony, bu tür meseleleri taverna sahibiyle konuşmaktan çekinmediği belliydi. “Yine de söyle bana, burada kalan başka birileri yok, değil mi?”

 

“Hayır efendim, başka kimse de gelmeyecek, yalnızca…”

“Yalnızca?”

“Siz efendimin burada görmek istemeyeceği kişiler değil.”

“Kim gelecek?”

“Efendim, Sör Percy Blakeney ve hanımı birazdan gelirler, fakat burada kalmayacaklar…”

“Leydi Blakeney mi?” diye sordu Efendi Antony, biraz şaşırmıştı.

“Evet efendim. Sör Percy’nin kaptanı biraz önce buradaydı. Hanımefendinin erkek kardeşinin bugün, Sör Percy’nin yatı DAY DREAM ile Fransa’ya geçeceğini, Sör Percy ve hanımının da onu son kez görmek için buraya geleceğini söyledi. Bu durum sizin keyfinizi kaçırmaz, değil mi efendim?”

“Hayır, hayır dostum, keyfimi kaçırmaz. Sally yemeği en iyi şekilde pişirir, yemek de Balıkçı Misafirhanesi’nde servis edilen en güzel yemek olursa hiçbir şey keyfimi kaçırmaz.”

“Hiç şüpheniz olmasın efendim,” dedi Sally, o sırada masaları yemek için ayarlamakla meşguldü. Masa, ortasındaki yıldızçiçeği demetlerinin müthiş renkleriyle, parlak kalaylı kadehleriyle, mavi porselenleriyle çok hoş ve çok davetkâr görünüyordu.

“Masayı kaç kişilik yapalım efendim?”

“Beş kişilik yer ayır güzel Sally, ancak yemek en az on kişilik olsun. Çünkü dostlarımız yorgun, sanıyorum ki açtırlar. Bana gelince, ant olsun bu gece bir oturuşta bir sığırı bile yiyebilirim.”

“Sanırım geldiler,” dedi Sally heyecanla, uzaktaki at nallarının ve tekerleklerin sesleri artık duyulabiliyordu, ses gitgide yaklaşıyordu.

Tavernada genel bir telaş vardı. Herkes, Efendi Antony’nin suyun ötesindeki güzel dostlarını görmek için can atıyordu. Sally, duvarda asılı küçük ayna parçasında hemen kendine baktı, saygıdeğer Bay Jellyband ise ayrıcalıklı konuklarını karşılamak üzere ayaklandı. Yalnızca köşedeki iki yabancı, tüm bu telaşa dahil olmadı. Sakin sakin domino oyunlarını bitirmeye çalışıyorlardı ve bir kez olsun bile kapıya doğru bakmadılar.

“Hemen ileride, kapı sağınızda Kontes,” dedi dışarıdan hoş bir ses.

“Ah! İşte oradalar, sağ salim geldiler,” dedi Efendi Antony büyük bir neşeyle, “Hadi güzel Sally, çorbaları ne kadar hızlı servis edebiliyormuşsun görelim.”

Kapı, önceden ayaklanmış Bay Jellyband tarafından ardına kadar açıldı. Bay Jellyband, bol bol reverans yapıp iki hanımefendi, iki de beyefendiden oluşan dört kişilik grubu karşıladı. Hepsi tavernaya girdiler.

“Hoş geldiniz! İngiltere’ye hoş geldiniz!” dedi Efendi Antony büyük bir coşkuyla, her iki elini büyük bir şevkle yeni gelen misafirlere doğru uzattı.

“Ah, sanıyorum siz Antony Dewhurst’sünüz,” dedi hanımlardan biri, yabancı ve belirgin bir aksanla konuşuyordu.

“Hizmetinizdeyim madam,” diye cevap verdi Antony. Çok nazikçe her iki hanımın ellerini öptü, sonra dönüp beylerin ellerini büyük bir samimiyetle sıktı.

Sally, hanımların yol pelerinlerini çıkarmıştı bile. Hanımların her ikisi de titreye titreye döndüler ve harıl harıl yanan şömineye yöneldiler.

Tavernadaki herkes bir şeyle meşguldü. Sally mutfağa doğru gitti, bu sırada Jellyband ateşin etrafında bir iki sandalye ayarladı. Bay Hempseed saçıyla oynuyor ve şömine önündeki oturağında sessizce oturuyordu. Herkes, meraklı fakat saygılı bir şekilde yeni gelenlere bakıyordu.

“Ah, mösyöler! Ne diyebilirim ki?” dedi iki hanımdan yaşça büyük olan, bu sırada narin aristokrat ellerini sıcacık ateşe doğru uzatıyordu. Bir Efendi Antony’ye, bir dostlarına eşlik eden genç adamlardan birine tarif edilemez bir minnetle bakıyordu. Bu genç adam, o sırada kendisini ağır pelerinli paltosundan kurtarmakla meşguldü.

“Umuyorum ki İngiltere’de olmaktan memnunsunuzdur ve zorlu yolculuğunuz size çok dert olmamıştır,” dedi Efendi Antony.

“Tabii, tabii ki İngiltere’de olmaktan memnunuz,” dedi kadın, gözleri yaşlarla dolmuştu. “Çektiğimiz dertleri unuttuk bile.”

Sesi ahenkli ve kısık çıkıyordu. O günün modasına uyup kar beyazı gür saçlarını alnından yukarıya doğru toplamış ve süslemişti, aristokratlara has güzellikteki yüzünde asilce göğüs gerdiği birçok acının izleri ve vakur bir asalet vardı.

“Umuyorum ki dostum Sör Andrew Ffoulkes, size iyi bir yol arkadaşı olmuştur.”

“Ah tabii, Sör Andrew çok nazikti. Ah baylar, ben ve çocuklarım size nasıl teşekkür edebiliriz?”

Yanındaki refakatçisi, görünüşte çıtı pıtı küçük bir kızı andıran hanım üzgün görünüyordu, yüzünde bitkinlik ve keder vardı, henüz hiçbir şey söylememişti. Ancak yaşlarla dolu kahverengi büyük gözlerini şömineden ayırıp ateşin ve kendisinin yanına doğru yaklaşmış Sör Andrew Ffoulkes’un gözlerine dikti. Sonra, açık bir minnet duygusuyla dolu yüzündeki gözleri Sör Andrew’un gözleriyle buluşunca, solgun yanaklarına sıcak bir renk geldi.

“Demek İngiltere burası,” dedi, tıpkı bir çocuk gibi merakla önce büyük şömineye ve meşe kalaslara, sonra da güler yüzlü Britanyalı çehreleri olan ve özenle işlenmiş iş önlükleri giyen köylülere baktı.

“Bir parçası matmazel… Ama tümü emrinize amadedir,” diye cevap verdi Sör Andrew, gülümseyerek.

Genç kızın yanakları tekrar kızardı, güzel yüzünü büyük ve tatlı bir gülümseme aydınlattı. Hiçbir şey söylemedi, Sör Andrew da sessizdi, yine de bu iki genç insan birbirini anlayabiliyordu. Zira zamanın başlangıcından beri dünyadaki genç insanlar birbirlerini anlama kabiliyetine sahiplerdi.

“Yemek, yemek diyorum!” diye patladı Efendi Antony’nin şen sesi. “Dürüst Jellyband, yemek! Güzel genç kızın ve çorbalar nerede kaldı? Bu gidişle sen orada ağzın açık bir şekilde hanımlara bakarken onlar açlıktan bayılacak.”

“Bir saniye! Bir saniye izin verin efendim,” dedi Jellyband, mutfağa giden kapıyı açtı ve şiddetle bağırdı: “Sally! Hey, Sally!

Hazır mısın kızım?”

Sally hazırdı, çok geçmeden koca bir çorba kâsesiyle kapı eşiğinde göründü. Çorbanın üstünden buhar yükseliyor, etrafa müthiş iştah açıcı bir koku yayılıyordu.

“Ah, hayat! Nihayet yemek!” diye bağırdı Efendi Antony keyifle, sonra büyük bir nezaketle kolunu Kontes’e uzattı.

“Bu onuru bana lütfeder misiniz?” diye sordu kibarca, sonra kadını yemek masasına doğru götürdü.

Salonda büyük bir hengâme vardı. Bay Hempseed, köylüler ve balıkçıların birçoğu “asalet”e yol açmak için gitmişler ve pipolarını başka bir yerde tüttürmeye karar vermişlerdi. Yalnızca iki yabancı kalmıştı, sessizce ve umursamazca domino oynuyor, şaraplarını içiyorlardı. Başka bir masada da tepesi çabuk atan Harry Waite vardı, masayla ilgilenen güzel Sally’yi izliyordu.

Sally, İngiliz kırsal hayatının çok zarif bir resmini sunuyordu, bu yüzden şıpsevdi genç Fransız’ın gözlerini Sally’nin güzel yüzünden ayıramaması şaşırtıcı değildi. Tourney Vikontu, on dokuz yaşına daha yeni girmiş sakalsız bir gençti; ülkesinde cereyan eden korkunç trajediler onu pek de etkilemiş gibi görünmüyordu. Şık hatta züppece giyinmişti, İngiltere’ye sağ salim vardıklarında ise devrimin dehşetini, İngiliz hayatının zevkleri içinde unutmaya çoktan hazır gibiydi.

“İngilteğe buysa,” dedi memnuniyet ve arzuyla Sally’ye bakarken, “çok sevdim.”

Bu noktada Bay Harry Waite’in, sıktığı dişleri arasından tehditkâr bir sesle konuya dahil olmaması imkânsızdı. Yalnızca “asalet”e olan saygısı ve Efendi Antony’ye olan büyük hürmeti sebebiyle, genç yabancıya dair hoşnutsuzluğunu kontrol altında tuttu.

“Hayır, burası İNGİLTERE, seni meczup,” diye gülerek araya girdi Efendi Antony, “ayrıca yalvarıyorum, gevşek yabancı davranışlarını bu çok ahlaklı ülkeye getirme.”

Efendi Antony masanın başına çoktan oturmuştu, sağında da Kontes vardı. Jellyband koşuşturuyor, bardakları dolduruyor, sandalyeleri düzeltiyordu. Sally, çorbaları servis etmek için hazır halde bekledi. Bay Harry Waite’in arkadaşları en sonunda gelip onu tavernadan çıkardılar, zira Vikont’un Sally’ye olan bariz hayranlığını gördükçe tepesi atıyor ve daha hırçın bir hal alıyordu.

“Suzanne,” dedi sert mizaçlı Kontes, şiddetli ve etkili bir vurguyla.

Suzanne tekrar kızardı. Ateşin yanındayken zaman ve mekân kavramını unutmuş bir halde, yakışıklı genç İngiliz adamın gözlerini güzel yüzüne dikmesine ve sanki bilinçsizce elini kendi elinin üstüne koymasına izin vermişti. Annesinin sesi onu tekrar gerçekliğe döndürdü, uysalca “Hemen, annecim,” diyerek yemek masasındaki yerini aldı.

Dördüncü Bölüm
Scarlet Pimpernel ve Birliği

Masanın etrafına dizildiklerinde hepsi neşeli ve mutlu görünüyordu. Bir yanda kendilerine has yakışıklılıklarıyla asil ve soylu Sör Andrew Ffoulkes ile Efendi Antony Dewhurst, diğer yanda ise korkunç tehlikelerden kaçıp nihayetinde İngiltere kıyılarında güvende hisseden aristokrat Fransız Kontes ve iki çocuğu.

Görünüşe göre köşedeki iki yabancı oyunlarını bitirmişti. Biri ayağa kalktı, masada güleryüzüyle oturan dostuna sırtını dönüp büyük bir özenle üç pelerinli geniş paltosunu düzeltti. Bunu yaparken hızla etraftakilere bir göz attı. Herkes gülmekle ve sohbet etmekle meşguldü, bunun üzerine “Güvenli!” diye mırıldandı. Sonra arkadaşı, uzun çalışmalar sonucu elde edilebilecek bir dakiklikle, göz açıp kapayıncaya kadar dizlerinin üstüne çöküp meşeden yapılma uzun oturağın altına doğru sessizce süründü. Yabancı, yüksek bir sesle “İyi geceler,” deyip yavaş yavaş tavernadan dışarı çıktı.

Yemek masasındaki hiç kimse, bu tuhaf ve sessiz manevrayı fark etmemişti. Yabancı adam en sonunda dışarı çıkıp taverna kapısını kapattığında ise hiç düşünmeden büyük bir rahatlamayla iç çektiler.

“Nihayet yalnız kalabildik!” dedi Efendi Antony, güleç bir yüzle.

Genç Tournay Vikontu ayağa kalktı, elinde bir bardak vardı. Döneme has bir nezaketle bardağı iyice yukarı kaldırdı ve bozuk bir dille şu minvalde bir şeyler söyledi:

“Majesteleri İngiltere Kralı III. George’a! Fransa’dan sürülmüş zavallı bizlere gösterdiği misafirperverlik için Tanrı onu kutsasın.”

“Majesteleri Kral’a!” diye tekrar etti Efendi Antony ve Sör Andrew, sadakatle kadeh kaldırırken.

“Majesteleri Fransa Kralı Louis’ye!” diye ekledi Sör Andrew, büyük bir ciddiyetle. “Tanrı onu korusun ve düşmanlarına karşı galip kılsın.”

Herkes sessizce kadeh kaldırdı. O sıralarda kendi halkının esiri olan Fransa Kralı’nın talihsiz kaderi, Bay Jellyband’in güleç çehresini bile hüzne boğmuş gibi görünüyordu.

“Ayrıca çok değerli mösyö, Tournay de Basserive Kontu’na!” diye ekledi neşeyle Efendi Antony. “Umarım çok geçmeden onu da İngiltere’de ağırlayabiliriz.”

“Ah mösyö,” dedi Kontes, hafif titrek eliyle bardağını dudaklarına götürürken. “Bunun için ümitlenmeye cüret edemiyorum.”

Efendi Antony’ye çorba servis edildikten birkaç dakika sonra tüm muhabbet sona erdi, bu sırada Jellyband ve Sally herkesin yemeğe başlayabilmesi için tabakları uzatıyorlardı.

“İnanın, madam!” dedi Efendi Antony kısa bir süre sonra, “Benimki beyhude bir kadeh kaldırma değildi. Kendinizin, Matmazel Suzanne’in ve dostum Vikont’un güvenle İngiltere’ye vardığını gördüğünüze göre, eminim ki Kont’un kaderi için daha umutlu hissediyorsunuzdur.”

“Ah, mösyö,” diye cevap verdi Kontes, büyük bir iç çekti. “Tanrıya güveniyorum, umutlanmak ve dua etmekten başka yapabileceğim bir şey yok.”

“Evet, madam!” diye araya girdi Sör Andrew Ffoulkes, “Tanrıya sonuna dek güvenin, ancak tıpkı bugün sizi getirdikleri gibi Kont’u da Kanal’dan güvenle geçirecek bu İngiliz dostlarınıza da azıcık güvenin.”

“Tabii ki, tabii ki mösyö,” diye cevap verdi kadın. “Size ve arkadaşlarınıza güvenim sonsuz. Emin olun, şanınız tüm Fransa’ya yayılmış durumda. Bazı dostlarımın o korkunç devrimci mahkemelerin pençesinden kaçış şekli âdeta bir mucizeydi ve tüm bunlar siz ve arkadaşlarınız sayesinde gerçekleşti.”

“Biz yalnızca işi yapan elleriz, Madam Kontes.”

“Fakat eşime gelince mösyö,” dedi Kontes, dökülmemiş gözyaşları sanki sesini perdeliyordu, “o öyle bir tehlikenin içinde ki… Çocuklarım olmasa… Onu asla yalnız bırakmazdım. Ona ve çocuklarıma karşı olan sorumluluğum arasında paramparça oldum. Zira çocuklarım, bensiz gelmeyi reddettiler. Siz ve arkadaşlarınız da büyük bir ciddiyetle, kocamın güvende olacağını temin ettiniz. Ancak… Ah! İşte şimdi buradayım. Güzel ve özgür İngiltere’de sizlerle beraberken onu düşünüyorum, canını kurtarmaya çalışıyor, zavallı bir yaratıkmışçasına kovalanıyor… Ne büyük bir dert içinde… Ah! Onu bırakmamalıydım. Onu bırakmamalıydım!”

Zavallı kadın tamamen çökmüştü; bitkinlik, keder ve hisleri, sert mizaçlı aristokrat tabiatına karşı galip gelmişti. Kendi kendine sessizce ağlıyordu. Suzanne hemen ona doğru koşup öpücükleriyle gözyaşlarını dindirmeyi denedi.

Efendi Antony ve Sör Andrew, Kontes konuşurken onu bölmemek için hiçbir şey söylemediler. Onun adına üzüldüklerine şüphe yoktu, sessizlikleri bunun doğrudan kanıtıydı. Çünkü İngiltere, İngiltere olduğundan beri, İngilizler her zaman kendi duyguları ve başkalarına olan şefkatleri sebebiyle mahcup hissediyorlardı. Bu yüzden iki genç adam hiçbir şey söylemediler ve duygularını gizlemek için ellerinden geleni yaptılar, süklüm püklüm olmuşlardı.

 

“Bana sorarsanız, mösyö,” dedi Suzanne aniden, gür kahverengi bukleleri arasından Sör Andrew’a doğru bakıyordu. “Size sonuna kadar güveniyorum ve tıpkı bugün bizi getirdiğiniz gibi, çok sevgili babamı da sağ salim bir şekilde İngiltere’ye ulaştıracağınızı biliyorum.”

Bu sözler, o denli büyük bir güvenle, o denli büyük bir umut ve inançla söylenmişti ki sanki bir sihir gibi annesinin gözyaşlarını yok edip herkesin dudaklarına bir gülümseme kondurdu.

“Yapmayın! Beni utandırıyorsunuz matmazel,” diye cevap verdi Sör Andrew. “Her ne kadar canımı sizin için verecek olsam da ben yalnızca, sizin kaçışınızı planlayan ve uygulayan büyük liderimizin ellerindeki basit bir aracım.”

Bu sözleri o kadar candan, o kadar coşkun bir şekilde söylemişti ki Suzanne’in gözleri gizlenemez bir hayranlıkla onun üzerine kilitlenmişti.

“Lideriniz mi mösyö?” dedi Kontes, büyük bir hevesle. “Ah! Tabii ya, bir lideriniz olmalı. Bunu daha önce nasıl düşünemedim! Fakat söyleyin bana, o nerede? Bir an önce gitmeli, çocuklarımla birlikte ayaklarına kapanıp bizlere yaptığı iyilikler için ona teşekkür etmeliyim.”

“Maalesef madam!” dedi Efendi Antony. “Bu imkânsız.”

“İmkânsız mı? Neden?”

“Çünkü Scarlet Pimpernel kendini göstermeden çalışır ve kimliği yalnızca, çok ciddi bir gizlilik yemini etmiş yakın takipçileri tarafından bilinir.”

“Scarlet Pimpernel mi?” dedi Suzanne, şen şakrak bir kahkahayla. “Fakat niye? Ne kadar da gülünç bir isim! Scarlet Pimpernel nedir mösyö?”

Çok büyük bir merakla Sör Andrew’a baktı. Genç adamın yüzü neredeyse şekil değiştirdi. Gözleri coşkunlukla parlıyordu; liderine olan bağlılığı, sevgisi ve hayranlığı âdeta yüzünden okunuyordu. “Matmazel, Scarlet Pimpernel,” dedi en sonunda, “İngiltere’de sıradan bir yol kenarı çiçeğidir. Gelgelelim aynı zamanda tüm dünyadaki en iyi ve en cesur adamın kimliğini gizlemek için seçtiği isimdir; böylece o adam, üstlendiği asil görevi tamamlama konusunda daha başarılı olabilir.”

“Ah, tabii,” diye araya girdi genç Vikont, “bu Scarlet Pimpernel’i duymuştum. Küçük, kırmızı bir çiçek değil mi? Evet! Diyorlar ki, Paris’te ne zaman bir kralcı İngiltere’ye kaçmayı başarsa o şeytan savcı Foucquier-Tinville, üstünde bu küçük çiçeğin olduğu bir kâğıt alıyormuş. Doğru mu bu?”

“Evet, bu doğru,” diye onayladı Efendi Antony.

“Öyleyse bugün de öyle bir kâğıt almıştır.”

“Tabii ki.”

“Ah! Kim bilir neler söyledi!” dedi Suzanne neşeyle. “Duydum ki onu korkutan tek şey, o küçük kızıl çiçeğin resmiymiş.”

“Bana inanın, o kızıl çiçeğin şeklini incelemek için eline daha bir sürü fırsat geçecek,” dedi Sör Andrew.

“Ah mösyö,” diye iç çekti Kontes. “Tüm bunlar, kulağa bir macera hikâyesi gibi geliyor, hiç anlayamıyorum.”

“Neden sorguluyorsunuz ki madam?”

“Tamam da bana şunu söyleyin, neden lideriniz ve siz, hiç tanımadığınız Fransız erkekler ve kadınlar için paralarınızı harcıyor, hayatlarınızı riske atıyorsunuz? Fransa’ya ayak bastığınız andan itibaren hayatınız tehlikeye giriyor.”

“Macera, Kontes, macera,” diye araya girdi Efendi Antony tüm güler yüzüyle, yüksek ve hoş sesiyle. “Biz macerayı seven bir ulusuz, biliyorsunuz. Şimdilerde ise moda, tazının dişleri arasından tavşanı kurtarmak oldu.”

“Ah hayır, hayır. Yalnızca macera değil mösyö. Eminim ki yaptığınız iyi işler için daha asil bir sebebiniz vardır.”

“Peki madam, madem siz öyle görüyorsunuz. Ancak bana gelince, ant olsun ki ben bu oyunu seviyorum, çünkü şu âna dek karşılaştığım en heyecanlı oyun bu. Kıl payı kaçışlar, deveye hendek atlatmalar mı var! Öyleyse biz de varız!”

Kontes yine de inanmayarak kafasını salladı. Ona göre muhtemelen asil, genç ve zengin tüm bu adamlarla büyük liderlerinin, hayati riskler içeren bu işe yalnızca macera için girişmeleri inandırıcı değildi. Fransa’ya adım attıkları an, milliyetleri onlar için bir teminat olmayacaktı. Milliyeti ne olursa olsun, kralcı olduğu düşünülen kişilere kucak açarken ya da yardım ederken yakalanan kişiler acımasız hükümler giyecek ve hızla idam edileceklerdi. Kadın biliyordu ki bu genç İngilizler, Devrim’in kan isteyen acımasız mahkemesine tam da Paris’in duvarları içinde meydan okuyor, hüküm giymiş kurbanları neredeyse giyotinin hemen dibinden kaçırmayı başarıyordu. Bir ürpertiyle son birkaç günün olaylarını hatırladı; iki çocuğuyla birlikte Paris’ten kaçmalarını, üçünün de titrek bir yük arabasının örtüsünün altında saklanmalarını, turp ve lahana yığınlarının ortasında uzanmalarını, Batı Barikatı’ndaki çeteler “À la lanterne les aristos!6” diye ulurken nefes almaya dahi korktuklarını…

Bütün bunlar bir mucizeyi andırıyordu. O ve kocası, “şüpheli kişiler” listesine girmenin günler ya da (hatta belki de) saatler geçmeden mahkeme ve ölümle sonuçlanacağını biliyordu.

Sonra kurtuluş umudu doğdu. Kızıl işaretle damgalanmış gizemli mektup, açık ve mutlak emirler, zavallı kadının Tourney Kontu’ndan ayrılışı ve kalbinin iki arada bir derede kalması, tekrar birlikte olma umudu, iki çocuğuyla kaçışı, üstü örtülü yük arabası, arabanın başında ise kırbacının sapındaki mide bulandırıcı süslemeleriyle kötü bir şeytanı andıran korkunç yaşlı kadın!

Kontes, gözlerini eski moda İngiliz hanında gezdirdi. Bu toprakların medeni ve dini özgürlüğünün huzuru içinde gözlerini kapatarak Batı Barikatı’nın akıldan çıkmayan görüntüsünü ve yaşlı kadın vebadan bahsedince panik içinde geri çekilen devrim çetesini unutmaya çalıştı.

Arabada olduğu her an yakalanma ve tutuklanma endişesi içindeydi, çocuklarıyla birlikte mahkemeye çıkarılıp hüküm giyeceğinden korkuyordu. Oysa cesur ve gizemli liderlerinin rehberliği altındaki bu genç İngilizler, tıpkı daha önce yüzlerce masum insanı kurtardıkları gibi, onları da kurtarmak için yaşamlarını riske atıyorlardı.

Üstelik bütün bunları macera heveslerinden dolayı mı yapıyorlardı? Bu imkânsızdı! Sör Andrew’un gözleri, dostlarını korkunç ve istenmeyen bir ölümden, kendisinin düşündüğünden daha büyük ve daha asil bir sebeple kurtardığını söylüyordu sanki.

“Peki bu cesur birliğinizde kaç kişi var, mösyö?” diye sordu çekinerek.

“Tastamam yirmi kişi matmazel,” diye cevap verdi. “Bir kişi emrediyor, on dokuz kişi emirlere uyuyor. Hepimiz İngiliziz ve hepimiz aynı amaç için ant içtik: Liderimizin emirlerine uymak ve masum insanları kurtarmak.”

“Tanrı hepinizi korusun, mösyöler,” dedi Kontes büyük bir coşkuyla.

“Şu âna dek korudu, madam.”

“Bu muhteşem bir şey, muhteşem! Hepinizin bu kadar cesur ve dostlarına bağlı olması muhteşem! Oysaki İngilizsiniz! Fransa’da ise özgürlük ve kardeşlik adı altında hainlik hüküm sürüyor.”

“Fransa’daki kadınlar, biz aristokratlara karşı erkeklerden bile daha acımasız,” dedi Vikont, iç çekerek.

“Ah, bu doğru,” dedi Kontes. Mağrur bir tiksinti ve hüzünlü gözlerindeki yoğun acıyla birlikte, “Bir kadın vardı, Marguerite St. Just. St. Cyr Markisi’ni ve tüm ailesini o korkunç dehşet mahkemesine ihbar etmişti,” diye devam etti.

“Marguerite St. Just mü?” diye sordu Efendi Antony, hemen Sör Andrew’a doğru kısa ve kaygılı bir bakış attı.

“Marguerite St. Just mü? Emin misiniz…”

“Evet!” diye cevap verdi Kontes. “Eminim ki onu tanıyorsunuzdur. Comédie-Française’de baş aktristi, sonradan bir İngilizle evlendi. Tanıyor olmalısınız.”

“Tanımak mı?” dedi Efendi Antony. “Londra’nın en şık kadını, İngiltere’nin en zengin adamının eşi Leydi Blakeney’yi tanımak mı? Tabii ki, onu hepimiz tanıyoruz.”

“Paris’teki manastırda öğrenciydik,” diye araya girdi Suzanne, “hatta dilinizi öğrenmek için birlikte İngiltere’ye gelmiştik. Marguerite’i çok severdim, bu kadar fena bir şey yaptığına hâlâ inanamıyorum.”

“Gerçekten de akıl almaz bir şey,” dedi Sör Andrew. “Sahiden St. Cyr Markisi’ni ihbar ettiğini mi söylüyorsunuz? Böyle bir şeyi neden yapsın ki? Şüphesiz bir hata olmalı.”

“Hata falan yok mösyö,” diye cevap verdi Kontes, soğuk bir şekilde. “Marguerite St. Just’ün erkek kardeşinin cumhuriyetçi olduğu biliniyor. O ve kuzenim St. Cyr Markisi arasında ailevi bir ihtilaf çıkmıştı. St. Justler halk takımına çok yakınlar, cumhuriyetçi hükümet de birçok casus çalıştırıyor. Bu yüzden hata falan olmadığına dair sizi temin ederim. Gerçekten bu olayı duymamış mıydınız?”

6Fr. “Aristokratlar fener direklerine!” Fener direkleri, Fransız Devrimi’nin gerçekleştiği sıralarda aristokratların linç edilmesi veya asılması için kullanılıyordu. (ç.n.)
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»