Scarlet Pimpernel

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Yedinci Bölüm

Saklı Bahçe

Marguerite Blakeney, gürültülü tavernadan çıktıktan sonra, loş ışıkla aydınlanan antrede tek başınayken daha rahat nefes alıyor gibiydi. Derin bir iç çekti; bu, tıpkı sürekli kendine hakim olmanın ağır yükü altında ezilmiş birinin iç çekişi gibiydi. Yanaklarından birkaç damla gözyaşının süzülmesine aldırış etmedi.



Dışarıda yağmur durmuştu; fırtına sonrasında hızla hareket eden bulutların arasında parlayan güneşin soluk ışınları, bembeyaz güzel Kent kıyısını ve Admiralty iskelesinin etrafında kümelenen düzensiz eski evleri aydınlatıyordu. Marguerite Blakeney verandaya adım atıp denize doğru baktı. Durmadan değişen bulutların gölgesi altında, beyaz yelkenleri açılmış güzel bir uskuna, esintiyle birlikte yavaşça dans ediyordu. Bu, Sör Percy Blakeney’nin

DAY DREAM

’iydi. Armand St. Just’ü Fransa’ya götürmeye hazırdı ki o Fransa, birkaç adamın hayalini kurduğu ama gerçekleştirmek için kimsenin kendinde gerekli gücü bulamadığı yeni bir ütopyayı eski geleneklerin külleri üstüne kurmak için monarşiyi yerle bir eden, dine saldıran, toplumu yok eden kanlı ve kaynayan Devrim’in hükmü altındaydı.



Uzaklardan iki kişi, Balıkçı Misafirhanesi’ne doğru yaklaşıyordu. Biri yaşça büyük bir adamdı; devasa bir yüzü, beyaz saçları, garip perçemleri ve denizci olduğunu hemen açığa vuran kendine özgü sallantılı yürüyüşü vardı. Diğeri ise genç, zayıf bir adamdı; koyu renk kıyafetleri düzgün ve şık görünüyordu, paltosunu da üstüne almıştı. Sinekkaydı tıraşlıydı, koyu saçlarıysa asil alnına düşüyordu.



“Armand!” dedi Marguerite Blakeney yaklaşanın o olduğunu anlayınca, gözyaşlarına rağmen güzel yüzünü mutlu bir gülümseme kapladı.



Bir iki dakika sonra kardeşler birbirlerini kollarıyla sarmalamıştı bile. Bu sırada yaşlı kaptan da yanlarında hürmetle bekliyordu.



“Mösyö St. Just gemiye binene dek ne kadar zamanımız var, Briggs?” diye sordu Leydi Blakeney.



“Hanımefendi, yarım saat içinde demir alsak iyi olur,” diye cevap verdi yaşlı adam, gri saçlarıyla oynuyordu.



Kolunu kardeşinin koluna atan Marguerite, onu falezlere doğru götürdü.



“Yarım saat,” dedi efkârlı bir şekilde denize bakarken, “yarım saat sonra benden çok uzaklarda olacaksın Armand! Ah! Buradan ayrılacağına inanamıyorum, canım benim! Percy’nin buralarda olmadığı ve tamamen birlikte geçirdiğimiz şu son birkaç gün, tıpkı bir rüya gibi hemencecik geçip gitti.”



“Çok uzağa gitmiyorum tatlım benim,” dedi genç adam kibarca. “Aşılacak dar bir boğaz, birkaç kilometrelik de yol var. Yakında tekrar geleceğim.”



“Hayır, mesele mesafe değil Armand, Paris’in korkunçluğu… Şu an…”



Falezin ucuna ulaştılar. Denizden gelen hafif esinti, Marguerite’in saçlarını yüzüne doğru savuruyor, yumuşak dantel atkısının uçlarını tıpkı beyaz ve esnek bir yılanmışçasına boynuna doluyordu. Çok uzaklara bakmaya çalıştı, ufkun ötesinde Fransa’nın kıyıları uzansa da buradan görünmüyordu. Diyetini isteyen, çocuklarından kan vergisi alan acımasız ve inatçı Fransa’nın kıyıları…



“Güzel ülkemizin ta kendisi, Marguerite,” dedi Armand; kız kardeşinin neler düşündüğünü tahmin etmiş gibi görünüyordu.



“Çok ileri gidiyorlar Armand,” dedi heyecanla. “Sen bir cumhuriyetçisin, ben de öyleyim. Özgürlük ve eşitlik konusunda aynı düşüncelere, aynı heveslere sahibiz. Ancak sen de çok ileri gittiklerini düşünüyor olmalısın.”



“Sessiz ol!” dedi Armand ister istemez, çevresine endişe dolu bir bakış attı.



“Ah! Görüyorsun değil mi? İngiltere’deyken bile bu tür şeyleri konuşmanın güvenli olduğunu sen de düşünmüyorsun!” Bir anneninkine benzer güçlü bir tutkuyla yapıştı erkek kardeşine, “Gitme Armand!” diye yalvardı. “Oraya geri dönme! Ben ne yaparım, eğer… eğer… eğer…”



Birden hıçkırıklara boğuldu. Şefkatle dolu güzel mavi gözleri, genç adamın gözlerine acıklı bir ifadeyle bakıyordu.



“Her durumda, Fransa tehlikedeyken çocuklarının ona sırtını dönmediğini hatırlayacak cesur kız kardeşim olacaksın,” dedi nazikçe.



Genç adam konuşurken Marguerite’in o tatlı çocuksu gülümsemesi tekrar ortaya çıktı. Fakat gözyaşlarıyla karışık o gülümseme, insanda acıma hissi uyandırıyordu şimdi.



“Ah Armand!” dedi acayip bir tonlamayla, “bazen keşke bu kadar yüce erdemlerin olmasaydı diyorum. Seni temin ederim ki küçük günahlar çok daha az tehlikeli ve çok daha az rahatsız edici. Neyse, tedbirli olacaksın, değil mi?” diye ekledi ısrarla.



“Olabildiğince… Sana söz veriyorum.”



“Unutma canım, benim yanımda bir sen varsın.”



“Hayır tatlı kardeşim, artık başka yakınların da var. Percy seni önemsiyor.”



“Önemsiyordu. Bir zamanlar,” diye mırıldanırken Marguerite’in gözlerinde garip bir hüzün belirdi.



“Ancak eminim ki…”



“Tamam, tamam canım, benim yüzümden endişeye kapılma sakın. Percy gayet iyi.”



“Olmaz!” diye araya girdi büyük bir coşkunlukla. “Margot’m benim, tabii ki senin adına endişeye kapılacağım. Dinle canım, daha önce bu tür şeyleri seninle konuşmadım. Tam sana sormak istediğim zamanlarda bir şeyler beni sormaktan alıkoydu. Fakat şimdi, bu soruyu sormadan uzaklara gidemeyecekmişim gibi hissediyorum. Eğer istemezsen cevaplamak zorunda değilsin,” dedi Armand. Kız kardeşinin gözlerindeki kaygılı ve sert bakışları fark etmişti.



“Nedir o?” diye sordu yalnızca.



“Sör Percy Blakeney, St. Cyr Markisi’nin tutuklanmasında bir rolün olduğunu biliyor mu?”



Kadın güldü. Attığı kahkaha neşesiz, acı ve kibirli bir kahkahaydı, sanki ses tonunda kulak tırmalayan bir nota vardı.



“St. Cyr Markisi’ni mahkemeye ihbar ettiğimden, sonra da onu ve tüm ailesini giyotine gönderdiğimden mi bahsediyorsun?



Evet, bunu biliyor. Onunla evlendikten sonra bunu ona söyledim.”



“Senin aslında suçsuz olduğunu belirten koşullardan da bahsettin, değil mi?”



“O ‘koşullar’ı anlatmak için artık çok geçti. Olayı başka kaynaklardan zaten duymuştu, görünüşe göre benim itirafım çok geç gerçekleşti. O saatten sonra durumu hafifleten koşullardan bahsedip savunma yapamazdım, açıklamaya çalışarak kendimi küçük düşüremezdim.”



“Ve?”



“Yani artık, İngiltere’deki en büyük aptalın, eşine karşı katıksız bir nefret duyduğunu bilme zevkine sahibim Armand.”



Bu kez konuşmalarına şiddetli bir acı hakimdi, kız kardeşini çok seven Armand St. Just ise sanki kanayan bir yarayı yanlışlıkla tekrar deşmiş gibi hissediyordu.



“Fakat Sör Percy seni seviyordu Margot,” diye cevap verdi kibarca.



“Beni seviyor muydu? Evet Armand, bir zamanlar sevdiğini düşünmüştüm, zaten diğer türlü onunla evlenmezdim,” dedi, çok hızlı konuşuyordu. “Şunu söyleyebilirim ki,” diye ekledi, sanki onu aylarca altında ezmiş ağır bir yükü üzerinden atacakmış gibiydi. “Şunu söyleyebilirim ki tıpkı herkes gibi sen de Sör Percy ile zenginliği yüzünden evlendiğimi düşünüyorsun; ancak seni temin ederim canım, durum bu değildi. Nadiren görülen derin bir tutkuyla bana tapıyor gibiydi ki bu durum kalbime dokundu. Senin de bildiğin gibi daha önce kimseyi sevmemiştim ve o sıralarda yirmi dört yaşındaydım, bu yüzden birilerini sevmenin benim yaradılışımda olmadığını düşündüm. Fakat hep, körü körüne sevilmenin, tutkuyla tapılmanın çok güzel bir duygu olduğunu düşünüyordum. Hatta doğrusu Percy’nin sıkıcı ve aptal olduğu gerçeğini göz önünde tutarak onun beni her şeyden daha fazla sevebileceğini düşündüm. Zeki bir adamın tabii ki başka ilgileri olur, azimli bir adamın farklı umutları olur. Yalnızca bir aptalın bana bütünüyle tapabileceğini düşündüm, başka bir şey değil. Buna cevap vermeye de hazırdım Armand; bana tapması için ona izin verecektim, karşılığında ise ona sonsuz bir sevecenlik gösterecektim.”



İç çekti, bu iç çekişte hayal kırıklıklarıyla dolu koskoca bir dünya yatıyordu. Armand St. Just, hiç araya girmedi ve kardeşinin konuşmaya devam etmesine izin verdi, onu dinledi, bu sırada kendi düşüncelerinin isyanını göz ardı ediyordu. Bu denli güzel bir kadının, hatta hâlâ hayatının baharında olan genç bir kızın, gençliğini uzun ve sonsuz bir tatile çevirecek umuttan, hayalden, tüm o mükemmel ve fantastik rüyalardan yoksun olduğunu görmek korkunçtu.



Yine de, kız kardeşini çok sevmesine rağmen, anlamıştı: Birçok ülkede, birçok yaştan, birçok sosyal ve entelektüel mevkiden çok sayıda adamı incelemişti, bu yüzden Marguerite’in dile getirmediği şeyi içten içe anlamıştı. Kabul edelim ki Percy Blakeney’nin tutuk bir zekâsı vardı, buna rağmen o ağır çalışan zihninde bile büyük İngiliz beyefendileriyle dolu soyunun silinemez gururu için yer vardı. Blakeney ailesinden biri Bosworth Muharebesi’nde ölmüştü, bir başkası ise Stuart Hanedanı’nın hain bir üyesi uğruna hayatını ve servetini feda etmişti; cumhuriyetçi Armand’ın aptalca ve taraflı olarak adlandıracağı bu gurur, Leydi Blakeney’nin peşini bırakmayan günahıyla birlikte hızla uyanmış olmalıydı. Kadın gençti, belki yanlış yönlendirilmişti, belki akılsız davranmıştı. Armand, kız kardeşinin dürtülerinin ve akılsızca davrandığının farkındaydı; ancak Blakeney’nin ağır çalışan bir zekâsı olduğunu, “koşulları” dinlemeyeceğini, yalnızca gerçeklere sarılacağını da biliyordu. Üstelik bu gerçekler, ona Leydi Blakeney’nin dost bir adamı merhamet diye bir şeyin varlığından haberdar olmayan mahkemeye ihbar ettiğini gösteriyordu. Böylece eşinin yaptığı işin sonucu olarak ona karşı hissedeceği küçümseme, her ne kadar kasıtsız da olsa, Sör Percy’nin içindeki aşkı öldürecekti ki bu aşkta anlayışın ve entelektüelliğin bir rolü yoktu.



Ancak şimdi bile, kız kardeşi onun kafasını karıştırıyordu. Yaşam ve aşk, çok farklı işliyordu. Kocasının aşkının azalmasıyla birlikte, Marguerite’in kalbinde eşine karşı bir aşk uyanmış olabilir miydi? Aşkın yolunda tuhaf aşırılıklar bulunuyor, entelektüel Avrupa’nın yarısının ayaklarına kapandığı bu kadın, belki de bir aptala ilgi duyuyordu. Marguerite, günbatımına doğru bakıyordu. Armand, onun yüzünü göremiyordu ancak o sırada, akşam vaktinin altın ışığında bir anlığına parıldayan bir şeyin, gözlerinden ayrılıp dantelli atkısına düştüğünü fark etmişti.

 



Fakat bu konuyu ona açmadı. Kardeşinin tuhaf ve tutkulu mizacını çok iyi tanıyordu, açık ve dışadönük yapısının ardında saklı olanı da biliyordu. İkisi her zaman birlikte olmuşlardı; çünkü Armand henüz gençken, Marguerite de yalnızca bir çocukken anne babaları hayatlarını yitirmişti. Kız kardeşinden sekiz yaş büyük olan Armand, evliliğine dek onu gözetti. Rue de Richelieu’deki dairesinde geçirdiği muhteşem yıllarda ona eşlik etti. Burada, İngiltere’de büyük bir kederle ve biraz da neler olacağını hissederek adım attığı yeni hayatına başlarken de onun yanındaydı.



Bu, Marguerite’in evliliğinden beri, Armand’ın İngiltere’ye ilk ziyaretiydi. Birkaç aylık ayrılık, kız kardeş ve erkek kardeş arasına ince de olsa bir duvar örmüş gibi görünüyordu. Her iki tarafta da aynı derin ve yoğun sevgi hâlâ mevcuttu, ancak artık ikisi de karşısındakinin adım atmaya cüret edemeyeceği saklı bir bahçeye sahip gibiydi.



Armand St. Just’ün kız kardeşine söyleyemeyeceği birçok şey vardı. Fransa’daki devrimin politik tarafı neredeyse her gün değişiyordu. Marguerite, erkek kardeşinin görüşlerinin ve düşüncelerinin nasıl farklı bir hal aldığını anlamayabilirdi, Armand’ın arkadaşlarının aşırılıklarını da kavrayamayabilirdi. Marguerite de kardeşine kalbindeki sırlardan bahsedemezdi, zira bunları kendisi bile doğru düzgün anlayamıyordu, yalnızca şundan emindi: Tüm o lüksün içinde, yalnızlık çekiyordu ve mutsuzdu.



Armand ayrılacağı için güvenliğinden endişe duyuyordu, onun varlığını özleyecekti. Bu son acı tatlı birkaç ânı da kendisi hakkında konuşarak bozmayacaktı. Erkek kardeşini önce falezlere doğru nazikçe götürdü, sonra birlikte sahile indiler, kol kolaydılar. Hâlâ konuşacakları çok şey vardı.



Sekizinci Bölüm

Resmi Temsilci

Öğle saatleri yavaş yavaş sona eriyordu ve uzun, serin İngiliz yazı akşamı, Kent bölgesinin yemyeşil manzarasının üzerine sisli bir örtü gibi çöküyordu.



DAY DREAM

yelken açmıştı, Marguerite Blakeney falezin ucunda bir saati aşkın bir süre boyunca yalnız başına bekledi. Onu gerçekten önemseyen, onun da gerçekten sevmeye cüret ettiği ve güvenebileceğini bildiği tek kişiyi hızla uzaklara taşıyan beyaz yelkenleri izliyordu.



Sol tarafında, Balıkçı Misafirhanesi’nin tavernasının ışıkları çöken sisin içinde sarı sarı parıldıyordu. Zaman zaman burası ona sinir bozucu bir yer gibi görünüyordu; sanki neşeli muhabbetlerin sesini, hatta eşinin, hassas kulaklarını sürekli rahatsız eden ahmak ve anlamsız kahkahasını duyuyor gibiydi.



Sör Percy, Marguerite’i tamamen yalnız bırakma inceliğini göstermişti. Marguerite, o beyaz yelkenler bulanık ufukta, çok uzaklarda kaybolurken, eşinin kendine has aptallığı ve iyi niyetliliğiyle, yalnız kalmak istediğini anlamış olabileceğini varsaymıştı. Nezaket ve görgü kuralları konusunda çok hassas olan Sör Percy, eşinin yakınına (seslendiği zaman duyacak uzaklıkta bile olsa) bir hizmetçi yollamamıştı. Marguerite, tüm bunlar için eşine minnettardı. Daimi düşünceliliği ve sınırsız cömertliği için ona minnettar olmaya çalışıyordu. Hatta zaman zaman kocasının alaycı ve üzücü düşüncelerinin de önüne geçmeye çalışıyordu. Bir yandan da bu düşünceler nedeniyle acımasız sözler ve hakaretler sarf etmek istiyor ve böylece kocasını yaralayacağını umuyordu içten içe.



Evet! Onu yaralamak, kendisinin de onu küçük gördüğünü hissetmesini sağlamak, onu bir zamanlar neredeyse sevdiğini ama artık geride bıraktığını hissettirmek istiyordu. O aptal züppeyi sevmek! Düşünceleri, bir boyunbağını bağlamaktan ya da yeni kesim bir paltoyu düşünmekten öteye gidemeyen bir aptalı sevmek! Peh! Ancak yine de… Bu sakin yaz akşamına uyan tatlı, sıcak ama bulanık hatıralar, hafif deniz melteminin görünmez kanatlarıyla birlikte tekrar zihnine taşındı. Percy’nin kendisine taptığı ilk zamanlarda aralarında oluşan bağ… Percy o sıralarda çok düşkün görünüyordu, hatta bir köleyi andırıyordu, aşkının gizli yoğunluğu içinde Marguerite’i büyüleyen bir şeyler vardı.



Sonra, adamı kadına sadık bir köpek gibi gösteren o aşk, adanmışlık ve iltifatlar aniden yok olmuştu. St. Roch’ta gerçekleştirilen sade törenden yirmi dört saat sonra kocasına, St. Cyr Markisi ile alakalı konularda istemeden konuştuğunu ve çok geçmeden bazı adamların (arkadaşlarının) bu bilgiyi talihsiz Marki’ye karşı kullanıp onu ve ailesini giyotine yolladığını anlatmıştı.



Marguerite, Marki’den nefret ediyordu. Yıllar önce çok sevgili kardeşi Armand, Angele de St. Cyr’i sevmişti. Gelgelelim St. Just ailesi halk tabakasındandı, Marki ise kibir doluydu ve sınıfının burnu havada önyargılarını taşıyordu. Bir gün saygılı ve ürkek âşık Armand, rüyalarının kadınına coşkulu, ateşli, tutkulu küçük bir şiir yollama riskine girdi. Ertesi gün, Paris’in hemen dışında, St. Cyr Markisi’nin uşakları tarafından önü kesildi ve onur kırıcı bir şekilde dövüldü, çünkü gözlerini bir aristokratın kızına dikme cüretini göstermişti. Bu olay, büyük devrimden bir iki yıl önce gerçekleşmişti ve o günlerde bu tip olaylar Fransa’da neredeyse her gün yaşanıyordu. Hatta doğrusu bu tip olaylar, kanlı intikamlara yol açtı ve birkaç yıl sonra bu kendini beğenmiş kafaların çoğu giyotine yollandı.



Marguerite hepsini hatırladı. Kardeşinin erkeklik onurunun ve gururunun nasıl dehşet verici bir acıya maruz bırakıldığını, olaylar karşısında yaşadığı kederi ve hüznü…



Sonra ceza günü geldi. St. Cyr ve tüm akrabaları, eskiden hor gördükleri o halk tabakasını efendileri olarak buldular. Her ikisi de entelektüel insanlar olan Armand ve Marguerite, yıllardır var olan hevesleriyle Devrim’in ütopik prensiplerini benimsediler, bu sırada St. Cyr Markisi ve ailesi ise kendilerini sınıfsal olarak halktan üstün tutan ayrıcalıkları kaybetmemek için hayatları pahasına mücadele ettiler. Sözlerinin yol açacağı sonuçları hesaplamayan, fevri ve düşüncesiz Marguerite’in içinde hâlâ Marki’nin kardeşine karşı gerçekleştirdiği o korkunç hakaretin ateşi yanıyordu. Marguerite, birlikte olduğu zümreden, St. Cyr ailesinin Avusturya ile ihanet içeren bir birliktelik içinde olduğunu, İmparator’un desteğini alarak ülkelerinde büyüyen devrimi bastırma ümitlerinin bulunduğunu duymuştu.



O günlerde bir ihbar yeterliydi. Marguerite’in St. Cyr Markisi aleyhinde sarf ettiği birkaç düşüncesiz söz, yirmi dört saat içinde meyvelerini verdi. Marki tutuklandı. Evrakları arandı, Avusturya İmparatoru’ndan gelen ve Paris halkının üzerine birlik göndermeyi vaat eden mektuplar masasında bulundu. Ulusa ihanet etmekten mahkeme karşısına çıkarıldı ve giyotine yollandı. Ailesi, eşi ve çocukları da bu korkunç kaderi paylaştılar.



Düşüncesizliğinin korkunç sonuçları karşısında dehşete düşen Marguerite’in Marki’yi kurtarmak için yapabileceği bir şey yoktu. Devrim hareketinin liderlerinin bulunduğu arkadaş grubu ise onu bir kahraman olarak görüyordu. Sör Percy Blakeney ile evlendiğinde kocasının, kendisinin ruhuna hâlâ büyük bir yük olan ve yanlışlıkla işlediği bu günahı ne kadar ağır bir günah olarak göreceğini belki de tam olarak kavrayamamıştı. Kocasının kendisine olan körü körüne aşkına ve onun üzerindeki sonsuz gücüne güvenen Marguerite her şeyi itiraf etti, onun İngiliz kulağına hoş gelmeyecek bu şeyleri çok geçmeden unutturacağını varsaymıştı.



Gerçekten de o an tüm bunları çok sakince karşılamış gibi görünüyordu. Hatta doğrusu, kadının söylediklerinin ne anlama geldiğini anlamakta güçlük çekiyor gibiydi. Fakat kesin olan bir şey vardı; Marguerite o andan itibaren bir daha, bir zamanlar bütünüyle sahip olduğuna inandığı o aşkın en ufak bir emaresini dahi göremedi. Artık araları epey açılmıştı; sanki Sör Percy, eşine olan aşkını eline uymayan bir eldivenmişçesine kenara bırakmış gibiydi. Marguerite, onun aptal zihnine karşı yaptığı nükteleri artırıp onu uyandırmaya çalıştı, aşkını canlandıramasa bile kıskançlığını tahrik etmek için çaba gösterdi, kendini savunması için onu teşvik etti, ancak hepsi boşunaydı. Sör Percy hiç değişmedi, her zamanki gibi pasif kalmaya, ağır ağır konuşmaya, uyuklamaya ve her zamanki gibi nezaketli davranan bir beyefendi olmaya devam etti. Marguerite, hayatın ve zengin bir eşin güzel bir kadına sunabileceği her şeye sahipti, ancak bu güzel yaz akşamında,

DAY DREAM

’in beyaz yelkenleri nihayet akşamın gölgeleri içinde gözden kaybolduğunda, engebeli yamaçlarda yavaş yavaş bıkkın bir şekilde yürüyen zavallı avareden daha yalnız hissediyordu.



Marguerite Blakeney, derin bir iç daha çekip sırtını denize ve falezlere döndü, sonra yavaş yavaş Balıkçı Misafirhanesi’ne doğru yürümeye başladı. Oraya yaklaştıkça cümbüş sesleriyle mutlu kahkahalar, gitgide daha da belirginleşip daha da şiddetlendi. Sör Andrew Ffoulkes’un hoş sesini, Efendi Tony’nin kahkahalarını, zaman zaman da eşinin ağır ve uykulu yorumlarını seçebiliyordu. Sonra, yolun ıssızlığını ve etrafında hızla toplanan kasveti fark edip adımlarını hızlandırdı. Hemen sonrasında bir yabancının hızla kendisine doğru geldiğini gördü. Marguerite kafasını kaldırmadı, endişelenmedi de çünkü Balıkçı Misafirhanesi artık seslenebileceği uzaklıktaydı.



Yabancı, Marguerite’in kendisine doğru hızla yaklaştığını görünce durdu, kadın tam yanından geçiyordu ki çok sessizce şöyle dedi:



“Citoyenne

10

10



Fr.

Yurttaş. (ç.n.)



 St. Just.”



Marguerite, hayrete düşüp minik bir çığlık attı, çünkü evlenmeden önceki soyadının bu denli yakından söylendiğini duymak onu şaşırtmıştı. Yabancıya doğru baktı, bu kez sahici bir memnuniyet çığlığı atıp iki elini de büyük bir coşkuyla yabancıya doğru uzattı.



“Chauvelin!” diye haykırdı.



“Ta kendisi yurttaş, hizmetinizdeyim,” dedi yabancı, kadının parmaklarının ucunu nazikçe öptü.



Marguerite bir anlığına hiçbir şey söylemedi, hemen önünde duran ve çok da alımlı olmayan küçük adama bariz bir memnuniyetle baktı. Chauvelin, kırkına otuzundan daha yakındı. Zeki ve kurnaz bir kişiliğe sahipti, derin gözlerinde bir tilkininkini andıran tuhaf bir ifade vardı. Bir iki saat önce Bay Jellyband ile dostça bir bardak şarap içen yabancının ta kendisiydi.



“Chauvelin… Dostum…” dedi Marguerite, mutluluk ve memnuniyet duygusuyla içini çekti. “Seni gördüğüme ne kadar sevindim anlatamam!”



Kuşkusuz, tüm ihtişamının ve soğuk arkadaşlarının ortasında yalnız hisseden Marguerite St. Just, Paris’teki mutlu zamanları, tıpkı bir kraliçe gibi Rue de Richelieu’deki entelektüel zümreye hükmettiği günleri hatırlatacak bir yüzü görmekten çok mutluydu. Fakat Chauvelin’in ince dudaklarının köşesinde beliren alaycı minik gülümsemeyi fark etmemişti.



“Söyle bana,” diye ekledi neşeyle, “seni İngiltere’ye ne ya da kim getirdi bakalım?”



“Ben de sizi gördüğüme çok sevindim, güzel hanımım,” dedi. “Sizden ne haber?”



“Ah, ben mi?” dedi, omuzlarını silkti: “

Je m’ennuie, mon ami.

11

11



Fr.

Sıkıldım dostum. (ç.n.)



 Hepsi bu.”



Balıkçı Misafirhanesi’nin verandasına ulaştılar, ancak Marguerite içeri girme konusunda isteksizdi. Fırtınadan sonra akşam havası çok hoştu, üstelik Paris’in havasını solumuş, Armand’ı çok iyi tanıyan, geride bıraktığı müthiş arkadaşlar hakkında neşeyle konuşabileceği bir dostla karşılaşmıştı. Bu yüzden tatlı verandada kaldı, o sırada tavernanın hoşça aydınlatılmış çatı penceresinden duyulan kahkaha sesleri, “Sally” ve bira haykırışları, bardakların masada çıkardığı sesler ve zar tıkırtıları Sör Percy Blakeney’nin boş ve mutsuz gülüşüyle iç içe geçiyordu. Chauvelin de onun yanında kaldı, cin gibi bakan soluk sarı gözleri, bu yumuşak İngiliz akşamında daha bir tatlı ve çocuksu görünen o güzel yüze kilitlenmişti.



“Beni şaşırttınız, yurttaş,” dedi sessizce, enfiyesinden bir tutam alıp burnuna çekti.



“Öyle mi?” diye karşılık verdi Marguerite neşeyle. “Tanrım, küçük Chauvelin’im, bu zekânla, erdemden ve sisten oluşan bir atmosferin bana hiç uymayacağını tahmin edeceğini düşünmem gerekirdi.”



“İnanamıyorum! O kadar kötü mü?” diye sordu, alaycı bir hayretle.



“Epey, hatta daha kötü,” diye cevap verdi Marguerite.



“Çok tuhaf! Oysa ben, güzel bir hanımın İngiliz taşra hayatını bilhassa ilgi çekici bulacağını düşünürdüm.”



“Evet! Öyle de buldum zaten!” dedi Marguerite, iç çekerek. Hızlı bir şekilde, “Güzel hanımlar tabii ki İngiltere’de güzel zaman geçirir, çünkü normalde her gün yaptıkları tüm hoş şeyler burada onlara yasak!” diye ekledi.

 



“Kuşkusuz öyledir!”



“Belki inanmayacaksın ama, küçük Chauvelin’im,” dedi ciddiyetle, “çoğu zaman tüm bir günü, evet tüm bir günü, beni cezbeden herhangi bir şeyle karşılaşmadan geçiriyorum.”



“Avrupa’nın en zeki kadınının, can sıkıntısından mustarip olması pek tabii şaşılacak şey değil,” diye karşılık verdi Chauvelin, nazikçe.



Marguerite, dalga dalga artan çocuksu ve melodik kahkahalarından birini patlattı.



“Durumum çok kötü olmalı, değil mi?” diye sordu kurnazca. “Yoksa belki de seni gördüğüme bu kadar sevinmezdim. Üstelik bu, romantik bir aşk evliliğinin daha ilk yılında oluyor. Evet, yalnızca sorun bu…” diye ekledi.



“Ah! O ahmaklık huzuru…” dedi Chauvelin, epey alaycı bir tavırla, “haftalar sonrasında son buldu öyleyse?”



“Ahmaklıktan gelen huzur asla çok uzun sürmez, küçük Chauvelin’im. Tıpkı kızamık gibi çıkar ve çok geçmeden iyileşir.”



Chauvelin, enfiyesinden bir tutam daha çekti, bu zamanlarda çok yaygın olan bu kötü alışkanlığa iyice bağımlı olmuş gibiydi. Belki de bu tütün çekişlerini, karşılaştığı kişilerin ruhlarını anlamak için attığı hızlı ve kurnaz bakışları gizlemek için uygun bir örtü olarak kullanıyordu.



“Avrupa’daki en aktif beynin, can sıkıntısından mustarip olması pek tabii şaşılacak şey değil,” diye tekrarladı aynı kibarlıkla.



“Bu derdime bir çaren vardır diye ümit ediyordum, küçük Chauvelin’im,” dedi Marguerite.



“Sör Percy Blakeney’nin başaramadığı şeyi, ben nasıl başarabilirim ki?”



“Şimdilik Sör Percy’yi meselenin dışında tutalım, olur mu güzel dostum?” dedi soğuk bir şekilde.



“Ah! Sevgili hanımım, beni affedin, ancak bunu tabii ki yapamayız,” dedi Chauvelin. Bu sırada tıpkı gözlerini açmış bir tilkininki kadar keskin olan gözleri, Marguerite’e doğru hızlı bir bakış daha attı. “Can sıkıntısının en kötü şekline karşı en muhteşem çözümü biliyorum, bunu size sunmaktan memnuniyet duyardım, fakat…”



“Fakat ne?”



“Sör Percy var.”



“Onun konuyla ilgisi ne?”



“Korkarım ki konuyla ilgisi çok. Çünkü sevgili hanımım, size sunacağım çözüm avam tabakasıyla özdeşleşmiş bir kavram: ÇALIŞMAK!”



“Çalışmak mı?”



Chauvelin, uzun uzun incelercesine Marguerite’e baktı. Sanki o keskin gözleri, kadının her bir düşüncesini okuyor gibiydi. Yalnızdılar, akşam havası epeyce sakindi, yumuşak fısıldaşmaları ise tavernadan gelen gürültü içinde boğuluyordu. Yine de Chauvelin, verandada iki üç adım atıp etrafına hızla ve dikkatle göz gezdirdi, kimsenin kulak misafiri olamayacağından emin olduğundaysa tekrar Marguerite’in yanına yaklaştı.



“Fransa için küçük bir hizmette bulunur musun, yurttaş?” diye sordu, aniden tavrı değişmişti, tilkileri hatırlatan ince yüzünü müstesna bir ciddiyet kaplamıştı.



“Aman be adam!” diye cevap verdi ciddiyetten uzak bir biçimde. “Bir anda ne kadar da ciddileştin. Doğrusunu istersen, Fransa’ya küçük bir hizmette bulunup bulunmayacağımı bilmiyorum. Bu, Fransa’nın ihtiyaç duyduğu ya da senin istediğin hizmetin türüne bağlı.”



“Scarlet Pimpernel’i hiç duydunuz mu, yurttaş St. Just?” diye sordu Chauvelin ansızın.



“Scarlet Pimpernel’i duymak mı?” diye karşılık verdi uzun ve neşeli bir kahkaha eşliğinde. “Be adam! Başka bir şey konuşmuyoruz ki… ‘

À la

12

12



Fr.

Tarzında. (ç.n.)



 Scarlet Pimpernel’ şapkalarımız var, atlarımıza ‘Scarlet Pimpernel’ adını veriyoruz, geçen gece Galler Prensi’nin akşam yemeği partisinde ‘Scarlet Pimpernel’ tarzı sufle yedik… Tanrım!” diye ekledi neşeyle. “Hatta geçen gün terzimden yeşille süslenmiş mavi bir elbise sipariş ettim, ona bile ‘Scarlet Pimpernel’ tarzında demediyse ne olayım.”



Chauvelin, Marguerite neşeyle konuşurken kımıldamadı, hatta çocuksu gülüşleri ve melodik sesi sakin akşam havasında yankılandığında onu durdurmaya yeltenmedi bile. Ancak kadın gülerken o, ciddiyetini ve ağırbaşlılığını korudu. Keskin, sert ve net sesini çok yükseltmeden şöyle dedi:



“Yurttaş, öyleyse o esrarengiz kişiliği de duymuş olmalısın. Ayrıca cumhuriyetimizin, Fransa’nın ve Armand St. Just gibi adamların en azılı düşmanı olan o adamın, kimliğini o garip mahlas altında sakladığını da biliyor olmalısın.”



“Aman!” dedi küçük ve hoş bir iç çekişle. “Ant olsun ki öyle biri… Bugünlerde Fransa’nın birçok azılı düşmanı var.”



“Siz, yurttaş, Fransa’nın kızısınız ve bu denli ölümcül bir dert anında ona yardım etmek için hazır olmalısınız.”



“Kardeşim Armand, hayatını Fransa’ya adıyor,” diye karşılık verdi gururla. “Bana gelince, ben burada İngiltere’deyken… Hiçbir şey yapamam.”



“Evet, siz…” diye ısrar etti daha büyük bir ciddiyetle, tilkiyi andıran ince suratı birden daha çarpıcı bir hal almış ve şerefle dolmuştu. “Evet yurttaş, burada İngiltere’de… Yalnız başınıza bile bize yardım edebilirsiniz. Dinleyin! Buraya Cumhuriyet Hükümeti’ni temsilen gönderildim. Delillerimi yarın Londra’daki Bay Pitt’e sunacağım. Görevlerimden biri, ülkelerine ihanet eden ve halkın düşmanı olan uğursuz aristokratlarımıza yardım etmeye ant içip onları hak ettikleri cezalandırmadan kaçıran, yani Fransa’ya karşı bir tehdit oluşturan Scarlet Pimpernel’in bu birliği hakkında bilgi toplamak. Siz de en az benim kadar iyi biliyorsunuz ki bir zamanlar buradaydılar, o Fransız göçmenler, cumhuriyete karşı kamuoyunu ayaklandırmaya çalıştılar. Fransa’ya saldıracak kadar cüretkâr herhangi bir düşmanla işbirliği yapmaya hazırlar. Şimdi, son birkaç ay içinde, bazıları yalnızca ihanetle suçlanan, bazıları ise Kamu Selameti Komitesi tarafından kesinlikle suçlu bulunan bu göçmenlerin onlarcası Kanal’ı geçmeyi başardı. Her kaçış, zekâsı ve kaynağı bol, kimliği ise gizli olan o adamın başında bul

Бесплатный фрагмент закончился. Хотите читать дальше?
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»