Бесплатно

Arena Bir

Текст
0
Отзывы
Отметить прочитанной
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Koku, içimde, keskin bir açlık hissi uyandırıyor ve ambalajı yırtıp, çikolatayı silip süpürmemek için insan üstü bir irade gösteriyorum. Kendimi güçlü olmak için zorlayarak, paketi dikkatlice geri sarıyorum ve cebime saklıyorum. Tadını çıkarmak için Bree ile beraber olacağımız anı bekleyeceğim. İlk ısırığı aldığı zaman suratının alacağı şekli düşünerek, gülümsüyorum. Bu paha biçilmez olacak.

Artık her türlü hazineye rastlayabileceğime dair büyük bir umutla, kalan çekmecelerin de altını üstüne getiriyorum. Ancak kalan her şey boş çıkıyor. İlgimi tekrar odaya çeviriyorum.

Her bir köşesini, duvar diplerini araştırıyorum. Fakat içerisi terk edilmiş bir halde.

Ansızın, yumuşak bir şeyin üzerine basıyorum. Eğilip, elime alıyorum ve ışığa doğru kaldırıyorum. Şaşırmış bir haldeyim: bu bir oyuncak ayı. Yıpranmış ve tek gözü eksik olabilir, ancak Bree oyuncak ayılara bayılır ve geride bıraktığı ayıcığını her zaman özlemiştir. Bunu görünce mutluluktan havalara uçacak. Anlaşılan bugün, onun şanslı günü.

Oyuncak ayıyı kemerimin içine sıkıştırıp, kalkarken, parmaklarım yerdeki yumuşak bir şeye sürtünüyor. Kaldırıp, baktığımda, bunun bir atkı olduğunun farkına memnuniyetle varıyorum. Siyah renkli ve tozla kaplı olduğu için onu karanlıkta görememişim. Onu boynuma ve göğsüme yaklaştırdığım da sıcaklığını hissetmeye başlıyorum bile. Cama doğru tutarak, üzerindeki tozu atması için iyice silkeliyorum. Işığın altında şöyle bir göz gezdirdiğim de uzun ve kalın olduğunu, hatta üzerinde tek bir delik dahi olmadığını fark ediyorum. Saf altın gibi. Hemen boynuma sararak, kıyafetimin içine sokuyorum. Şimdiden ısınmaya başladım bile. Tozdan dolayı, hapşırıyorum.

Güneş batıyor ve anlaşılana göre bulabileceğim her şeyi çoktan buldum bile. Kapıya doğru yöneldiğimde ayağımı sert, metalden bir şeye çarpıyorum. Durup, dizimin üstüne çöküyorum ve bunun bir çeşit silah olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Hayır, değil. Bu tahta zeminden çıkan demir bir topuz. Tıpkı bir kapı koluna benziyor.

Sağa, sola oynatıyorum ama hiçbir şey olmuyor. Döndürmeyi deniyorum ama gene sonuç yok. Şansımı deneyip, kenarından yukarı doğru, sertçe çekiyorum.

Açılan gizli bir kapıdan, etrafa tozlar yayılıyor.

Aşağı doğru bakıyorum ve buranın iki metre yüksekliğinde, toprak zemine sahip bir oda keşfediyorum. Kalbim, ihtimalleri düşündükçe hızlanıyor. Eğer burada yaşasaydık ve başımız dertte olsaydı, Bree'yi buraya saklayabilirdim. Bu küçük kulübe gözümde gittikçe daha çok değer kazanıyor.

Sırf bu da değil. Aşağıya baktığım da, gözlerim parlak bir şeye takılıyor. Tahta kapıyı ardına kadar açıyorum ve merdiveni hızlıca aşağı indiriyorum. Ellerimle etrafa dokunarak, zifiri karanlığın içine dalıyorum. Bir adım atmamla beraber, elim bir şeye değiyor. Cam. Duvarlara gömülü rafların üzerinde sıralanmış şekilde duran cam kavanozlar bulunuyor.

Birini çekip, ışığa doğru tutuyorum. İçindeki şeyler kırmızı ve yumuşak görünüyor. Reçele benziyorlar. Teneke kapağı hızlıca açıp, burnuma yaklaştırıyorum ve kokusunu içime çekiyorum. Ahududuların keskin kokusu, adeta bir tokat gibi yüzüme iniyor. Parmağımı içine daldırıp, kepçeliyorum ve tereddüt içinde dilime değdiriyorum. Bunun sahiden de ahududu reçeli olduğuna inanamıyorum. Tadı da o kadar güzel ki sanki daha dün yapılmış gibiler.

Hızlıca kapağı geri takıp, şişeyi ceplerimden birine tıkıştırıyorum ve tekrar raflarla ilgilenmeye başlıyorum. Ellerimi karanlığın içinde gezdirdiğimde, bu şişelerden an az bir düzine

daha olduğunu anlıyorum. Bana en yakın olanı kaptığım gibi ışığa geri dönüyor ve şişeyi kaldırıyorum. İçindekiler turşuya benziyor.

Şaşkınlık içindeyim. Burası resmen bir altın madeni.

Keşke yanıma daha fazlasını alabilseydim ama ellerim donmak üzere ve taşıyabilecek yerim yok. Ayrıca hava da kararıyor. O yüzden turşu kavanozunu bulduğum yere geri bırakıp, merdiveni çekiyor ve gizli kapıyı ardımdan sıkıca kapıyorum. Keşke yanımda bir kilidim olsaydı; tüm bu şeyleri korumasız bir halde bıraktığım için tedirginlik duyuyorum. Ama sonra kendime buraya yıllardır kimsenin uğramadığını ve eğer o ağaç düşmeseydi, benim de asla fark etmeyeceğimi kendime hatırlatıyorum.

Evi terk ederken, kapıyı, burayı artık yeni evimizmiş gibi gördüğüm için korumacı bir duyguyla, sıkıca kapıyorum.

Ceplerim dolu bir şekilde göle doğru koşturuyorum. Fakat hissettiğim bir hareketlilik ve duyduğum bir ses, olduğum yerde donup kalmama neden oluyor. Birisi beni izlemiş olabilir mi, diye endişeleniyorum. Ancak yavaşça arkama dönüp baktığım zaman, daha farklı bir manzarayla karşılaşıyorum. Yıllardan beri gördüğüm ilk geyik bu. İri, kara gözleri, benimkilere kilitlenmiş bir halde. Birden geriye dönüp, kaçmaya başlıyor.

Nutkum tutulmuş bir haldeyim. Neredeyse bir ayımı geyik arayarak geçirmiş, yeteri kadar yaklaşarak, bıçağımı bir tanesine fırlatabileceğimi ummuştum. Ancak karşıma bir tanesi bile çıkmamıştı. Belki yeteri kadar yükseklerde avlanmıyordum. Belki en başından beri buradaydılar.

Ertesi sabah ilk iş olarak buraya dönmeye ve gerekirse tüm gün beklemeye karar veriyorum. Eğer bir kere buraya gelmişse, belki tekrar geri dönebilir. Onu bir dahaki görüşümde, öldüreceğim. Karnımızı haftalarca tok tutabilir.

Göle geri dönerken içim umutla dolu. Oltama yaklaştığım zaman, yüreğim yerinden oynuyor: olta neredeyse yarısına kadar bükülmüş bir vaziyette. Heyecan içinde titreyerek, buzun üzerinde düşe kalka koşuyorum. Çılgıncasına sallanan ipi yakalıyorum ve yeteri kadar sağlam olması için dua ediyorum.

Hızlıca ipi çekiyorum. Büyük bir balığın da kuvvetli bir şekilde beni çektiğini hissedebiliyorum. İpin kopmaması, kancanın kırılmaması için sessizce yalvarıyorum. Son kez hızlı bir şekilde yükleniyorum ve balık uçarak delikten fırlıyor. Bu, kolum büyüklüğünde kocaman bir somon balığı. Buza inmesiyle beraber çırpınarak, kaymaya başlıyor. Koşup, yakalamak için uzanıyorum ama ellerimin arasından kayarak, buzun üstüne geri düşüyor. Ellerim onu tutamayacak kadar kaygan, bu yüzden elbisemin kollarını indirerek, daha sıkı bir şekilde tekrar yakalamaya çalışıyorum. Ellerimin içinde çırpınarak, en sonunda ölene kadar en az otuz saniye boyunca kıvranıyor.

Şaşkına dönmüş bir haldeyim. Bu, aylardan beri yakaladığım ilk balık.

Buzun üzerinde kayarak, balığı gölün kenarına bıraktığımda, mutluluktan uçar bir haldeyim. Bir şekilde hayata dönüp,

göle geri dönecek diye korktuğum için üzerini karla kaplıyorum. Bir elime olta ve ipi alıp, diğeriyle de balığı kapıyorum. Ceplerimden birinde kavanozu, diğerinde ise termosla beraber sıkışmış çikolata ve belimde ise oyuncak ayıyı hissedebiliyorum. Bree bu gece birçok zenginliğin tadına varacak.

Alınacak tek bir şey kaldı. Kuru odun yığınlarının bulunduğu yere dönerek, serbest olan elimle alabildiğim kadar çok kütük alıyorum. Birkaçı düştüğü için, istediğim kadar alamıyorum ama şikayet edecek halim de yok. Geri kalanlar için sabahleyin dönebilirim.

Eller, kollar ve cepler dolu bir halde, günün son ışıkları altında, hazinelerimi düşürmemeye dikkat ederek dağdan aşağı inmeye başlıyorum. Yol boyunca kulübe aklımdan bir an için bile çıkmıyor. Orası mükemmel bir yer ve kalbim ihtimalleri düşündükçe daha hızlı atıyor. İhtiyacımız olan şey tam olarak öyle bir yer. Babamın evi fazla dikkat çekici, hemen ana yolun kenarında bulunuyor. Fazla açıkta kaldığımız için aylardan beri endişe içindeyim. Evin yanından geçen tek bir köle avcısı ve işimiz bitik. Uzun zamandır oradan taşınmamızı istiyorum ama nereye gidebileceğimize dair hiçbir fikrim yoktu. Bu kadar yüksek noktalarda hiç ev yok.

Bu kadar yükseğe, yolun kenarına inşa edilmiş olan bu küçük kulübe o kadar iyi kamufle olmuş bir durumdaki sanki bizim için yapılmış. Kimse bizi orada bulmayı başaramaz. Başarsalar bile, araçları olmadan, tırmanarak gelmek zorundalar ve ben böyle bir noktadan, onları iki kilometre uzaktan bile tespit edebilirim.

Ayrıca evin neredeyse hemen kapısının önünde temiz su kaynağı da bulunuyor; böylece yıkanmak ve kıyafetlerimizi temizlemek için her dışarı çıktığımda Bree'yi yalnız bırakmak zorunda kalmam. Her yemek hazırladığımda ise su almak için elimde kovalarla defalarca göle kadar inmem de gerekmez. Üstümüzü örten bu kadar ağaç varken, rahatça şömineyi yakabilecek olmamızdan ise bahsetmiyorum bile. Balık ve av etliyle dolmuş bir evde, içi yemek dolu bir bodrum katına sahip olursak, daha güvende ve sıcakta oluruz. Kararımı verdim: yarın buraya taşınacağız.

Omuzlarımdan büyük bir yük kalktı. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Uzun zamandan beri ilk defa açlığın içimi kemirmediğini, soğuğun parmak uçlarıma saplanmadığını hissediyorum. Ben aşağılara doğru inerken, rüzgar bile arkamdan eserek sanki bana yardım ediyor. Sonunda işlerin lehimize döndüğünü, artık başarabileceğimizi biliyorum.

İşte şimdi, hayatta kalabiliriz.

İ K İ

Babamın evine alacakaranlıkta ulaşıyorum. Sıcaklık düşmekte, kar ise kalınlaşmış, ayaklarım altında hışırdıyor. Ormandan çıkıyorum ve yol kenarına dikkat çekici bir şekilde tünemiş evimizi görüyorum. Her şeyi yerli yerinde, bıraktığım gibi görmek içimi rahatlatıyor. Etrafıma bakınarak insan veya hayvana ait olabilecek ayak izleri arıyorum ama bir şey göremiyorum.

Evin içinde hiç ışık yanmıyor ama bu normal bir durum. Asıl yanıyor olsa şüphelenirdim. Elektriğimiz yok, bu yüzden ışık olması için Bree'nin mum yakmış olması gerekirdi ve böyle bir şeyi ben olmadan asla yapmaz. Birkaç saniye boyunca durup, etrafı dinliyorum ama çıt yok. Ne boğuşma sesleri, ne yardım çığlıkları, ne de hastalık kaynaklı iniltiler. Rahat bir nefes alıyorum.

Bir tarafım, eve döndüğüm zaman, içeri doğru uzanan ayak izleri, ardına dek açılmış bir kapı, kırılmış camlar ve Bree'yi de kaçırılmış olarak bulacağımdan hep korkmuştur. Bu kabusu defalarca gördüm ve her seferinde terler içinde uyanıp, Bree'nin orada olup olmadığını kontrol etmek için odasına koştum. Ama o her zaman orada, güven içinde uyuyor olur ve ben de kendimi azarlarım. Artık bunca yıldan sonra, böyle endişelenmeyi kesmem gerektiğinin farkındayım. Ancak nedense bundan kurtulamıyorum: Bree'yi ne zaman tek başına bıraksam, kalbime sancılar saplanır.

 

Halen tetikte, etrafımdaki her şeyi algılamaya çalışarak, günün solmakta olan ışıkları altında evimizi inceliyorum. Dürüst olmak gerekirse, bu ev en başından beri hoşuma gitmemiştir. Hiçbir özelliği olmayan dikdörtgen bir kutunun içine oturtulmuş, yapıldığı ilk günden beri eski, şimdi ise çürümüş gibi duran ucuz ve mavi renkli bir dış kaplamayla süslenmiş olan tipik bir dağ evi. Ucuz plastikten yapılmış olan, az sayıdaki pencereleri küçük ve araları açık. Daha çok karavan parklarında rastlanabilecek cinsten bir yere benziyordu. Yedi metrelik bir genişliğe sahip bu ev aslında tek bir yatak odasına sahip olmalıyken, yapanın aklına nereden estiyse, iki küçük yatak odası ve bunlardan daha bile küçük bir salona sahip.

Savaştan önce, dünya halen normal bir yerken burayı ziyaret ettiğimi hatırlıyorum. Babam evde olduğu zamanlar şehirden uzaklaşabilmek için bizi buraya getirirdi. Nankörlük yapıyormuş gibi gözükmek istemediğim için mutluymuş gibi davranır ama içten içe bu evden nefret ederdim; bana her zaman karanlık ve boğucu geldiği gibi, içerde hep bir küf kokusu da olmuştur. Çocukken, buradan bir an önce gitmek için hafta sonlarının bitmesini sabırsızlıkla beklerdim. Kendime sessizce yeminler eder, büyüdüğüm zaman buraya asla adımımı atmayacağımı söylerdim.

İşin komik tarafı ise şu an buraya minnettarım. Burası hem benim, hem de Bree'nin hayatını kurtardı. Savaş başladığı zaman şehirden kaçmaktan başka bir seçeneğimiz yoktu. Burası olmasaydı ne yapardık bilemiyorum. Eğer bu ev bu kadar yukarlarda ve uzaklarda olmasaydı, çoktan köle avcıları tarafından kaçırılmıştık. Küçükken nefret ettiğiniz şeyleri, büyüdüğünüzde takdir edebiliyor oluşunuz ne kadar da komik. Kısmen büyüdüğünüzde yani. On yedi yaşındayım ama kendimi yine de büyümüş görüyorum. En azından son birkaç yıl içinde birçoğundan daha hızlı büyüdüm.

Evimiz yolun kenarında, bu kadar açıkta kalmıyor olsa ve birazcık daha küçük, korunaklı ve ağaçların arasında bulunsa, şimdi olduğum kadar endişeli olmazdım. Gerçi, kağıt inceliğinde duvarlara, akıtan bir çatıya ve rüzgarı engellemeyen pencerelere, her halükarda sahip olacaktık. Burası asla konforlu ve sıcak bir ev olmayacaktı. Fakat en azından güvende olacaktık. Şimdi buraya ve ardındaki geniş açıklığa bakınca, evimizin bir boy hedefi gibi durduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.

Karları ezerek ön kapımıza doğru ilerlerken, içerden havlama sesleri yükseliyor. Köpeğimiz Sasha, ona öğrettiğim şeyi

yapıyor: Bree'yi korumak. Ondan o kadar memnunum ki. Bree'yi o kadar dikkatle izliyor ki en ufak seste dahi havlıyor; böylece ne zaman avlanmaya gitsem, içim biraz da olsa rahat oluyor. Gerçi havlaması aynı zamanda yerimizi belli edebilir diye endişeleniyorum; ne de olsa havlayan bir köpek, insanların varlığına işarettir. Tam da köle avcılarının kulak kabartacağı cinsten bir ses.

Hızla içeri girerek, Sasha'yı susturuyorum. Elimdeki odunları tutmaya çalışarak, kapıyı kapatıyorum ve karanlık odaya giriyorum. Sessizleşen Sasha kuyruğunu sallayarak, üstüme doğru zıplıyor. Altı yaşındaki çikolata renkli bu Labrador, hayal edebileceğim en sadık köpek ve dostlardan biri. Eğer o olmasaydı, Bree çok uzun bir süre önce bunalıma girebilirdi. Hatta ben bile girebilirdim.

Suratımı yalayarak, iniltiler çıkaran Sasha, her zaman olduğundan daha da heyecanlı görünüyor; belimin çevresini ve paketlerini koklayarak eve özel bir şeyler getirmiş olduğumun çoktan farkına vardı bile. Onu sevebilmek için odunları yere bırakıyorum. O kadar zayıf ki vücuduna değen ellerim, kaburgalarını sayabiliyor. İçime bir suçluluk dalgası yayılıyor. Fakat Bree ve benim durumumuz daha farklı değil. Yediğimiz her şeyi onunla paylaşıyoruz, yani bu konuda eşitiz. Gene de ona daha fazlasını verebilmek isterdim.

Burnuyla dokunduğu balık elimden fırlayarak, yere düşüyor. Anında saldırdığı balık, yerde kaymaya başlıyor. Balığın üzerine tekrar zıplayarak, dişlerini geçiriyor. Fakat tadını sevmemiş olmalı ki, dişlerini çekiyor. Bunun yerine, onunla oynayarak, yerde bir o yana, bir bu yana sürüklemeye devam ediyor.

Bree'yi uyandırmak istemediğim için, sessizce "Sasha, dur!" diyorum. Ayrıca onunla fazla oynar da, etini ziyan edebilir diye endişeleniyorum da. Sasha itaatkar bir şekilde duruyor. Fakat halen o kadar heyecanlı ki, ona bir şeyler vermek istiyorum. Cebimden çıkardığım kavanozun kapağını açarak, parmağımla aldığım reçeli ona doğru uzatıyorum.

Uzun dilinin üç hamlesiyle parmağımda bir damla bile reçel bırakmıyor. Dudaklarını da yaladıktan sonra gözleri irice açarak, daha fazla istediğini belirtiyor

Kafasını okşayıp, bir öpücük kondurduktan sonra ayaklarımın üzerine doğruluyorum. Ona bu kadarcık reçel vermenin cömert mi, yoksa acımasızca mı olduğu kafama takılıyor. Ev, her gece olduğu gibi karanlık halde. Ateşi çok nadir yakarım. Isınmaya ne kadar ihtiyacımız olsa da dikkat çekmek istemiyorum. Fakat bu gece durum farklı. Yakacağım bir ateş, Bree'nin hem ruhsal ve fiziksel tedavi sürecine yardımcı olacaktır. Hem zaten yarın buradan ayrılacağımız için biraz riski göze almaya hazırım.

Büfeye doğru ilerleyerek, buradan bir adet çakmak ve mum alıyorum. Bu evin en iyi yanlarından biri, deniz piyadesi olan babamın, beklenmeyen durumlar için her zaman hazırlıklı olma takıntısının bir neticesi olan koca bir mum zulasına sahip oluşu. Hatırlıyorum da, tüm bu mumları ilk gördüğüm zaman onunla dalga geçmiş, ona istifçi diyerek, takılmıştım. Fakat

şimdi elimizde o kadar az kaldı ki, keşke daha fazlasını istifleseydi diyorum.

Kalan son çakmağımızı çok nadir kullanarak ve motosikletin deposundan birkaç haftada bir damlattığım birazcık benzin ile çalışır halde tutuyorum. Babamın motosikleti için her gün Tanrı'ya şükrediyorum ve babama da, onu son kez doldurduğu için minnettarım; Halen bir avantaja ve değerli bir şeye sahip olduğumuzu bana düşündüren bu alet, eğer her şey baş aşağı giderse, buradan kurtulmak için son şansımız olacak. Babamın her zaman garaja koyduğu bu aracı, savaştan sonra buraya ilk geldiğimiz zaman, derhal buradan çıkarıp, tepenin yukarısına, ağaçların arasına götürdüm ve kimsenin bulamayacağı şekilde üstünü çalılar ve dallarla örttüm. Çünkü birisi evimizi keşfedecek olsa, ilk bakacağı yer garajımız olur.

Ayrıca annemin tüm itirazlarına rağmen, babamın bana bu aleti kullanmayı öğretmiş olmasına memnunum. Yanındaki sepeti yüzünden öğrenmesi diğer motosikletlerden daha zordu. Babamın sepette oturmuş, aracı her stop ettirişimde bana bağırarak emirler verişini hatırlıyorum. Motoru kullanmayı, bu yokuşlarla dolu, affı olmayan dağ yollarında, ölmekten korkarak öğrendim. Yamaçtan aşağı bakarak, yüksekliği hesapladığımı ve ağlayarak, direksiyona geçmesi için ona yalvardığım zamanları hatırlıyorum. Fakat o hep reddederdi. İnatla orada oturur, sızlanmayı kesip, tekrar denememi beklerdi. Ve böylece, kullanmayı öğrendim. Özetle, böyle şartlar altında büyüdüm.

Sakladığım günden beri ona elimi sürmedim. Benzine ihtiyacım olmadığı sürece gidip de ona bakma riskini almıyorum. Bunu da zaten sadece geceleri yaparım. Bir gün başımız derde girer de, hızlıca tüymek zorunda kalırsak, Bree ve Sasha'yı sepete koyduğum gibi güvenli bir yere kaçacağız. Fakat doğruyu söylemek gerekirse, nereye gideriz hiç bilmiyorum. Duyduklarım ve gördüklerimden anladığım kadarıyla dünyanın geri kalanı bir çöle dönüşmüş halde ve her tarafta suçlular ve çetelerle kaynarken, çok az sayıda hayatta kalmayı başaran insan var. Hayatta kalmayı başarmış olan şiddet meraklısı tipler şehirlerde toplanmışlar ve kendi ihtiyaçları için ya da arenalarda ölümüne dövüştürmek üzere insanları kaçırıp, onları köle yapıyorlar. Eğer yanılmıyorsam Bree ve ben, şehrin dışında, özgürce yaşayabilen azınlıktanız. Ve tabii bir de, açlıktan ölmemiş olan azınlıktan.

Mumu yakmış, Sasha ile beraber karanlık evin içinde sessizce yürüyorum. Bree sanırım uyuyor ve ben bunu biraz endişeyle karşılıyorum: çünkü normalde bu kadar uykucu değildir. Kapısının önünde durup, uyandırsam mı acaba, diye düşünüp taşınıyorum. Öylece dururken, gözlerim aynadaki görüntüme takılıyor ve ürküyorum. Aynaya her bakışımda, kendimi biraz daha yaşlanmış görüyorum. İnce ve köşeli suratım, soğuktan kızarmış bir halde. Uzun, kumral saçlarım omuzlarıma düşerek, suratıma çerçeveye almış gibiler. Çarpıcı ve haşin görünümlü çelik grisi gözlerim ise sanki tanımadıkları birine bakıyormuş gibi duruyorlar. Babam gözlerimin bir kurtun gözlerine benzediğini söylerdi. Annem ise ne kadar güzel olduklarını. Hangisine inanacağımı bilemezdim.

Kendimi görmek istemeyerek, çabucak kafamı çevirdim. Uzanıp aynayı tersine çeviriyorum ki böyle bir şey bir daha olmasın.

Bree'nin kapısını yavaşça aralıyorum. Bunu yaptığım an, Sasha yerinden fırlayarak yatağa çıkıyor ve kafasını Bree'nin göğsüne dayayarak, onun suratını yalamaya koyuluyor. İkisinin bu kadar yakın olması, hatta benim Bree ile olduğumdan bile daha yakın oluşları, beni her zaman şaşırtmıştır.

Bree kısılmış gözleriyle karanlığın içine doğru bakıyor. "Brooke, sen misin?" diyor.

"Benim." diyorum, sessizce. "Döndüm."

Doğrulup, tanıyan gözlerle bakıyor. Yerde serili olan ucuz döşekten, üzerindeki battaniyeyi fırlatarak, pijamaları içinde kalkıyor. Genelde olduğundan daha yavaş hareket ediyor.

Eğilerek, ona sarılıyorum.

Heyecanımı zar zor bastırarak, "Senin için bir sürprizim var." diyorum.

Gözlerini merak açarak bakıyor ve hemen ardından gözlerini kapatıp, ellerini uzatarak, sürprizini bekliyor. Bana karşı bu kadar güven duyması hoşuma gidiyor. İlk hangisini versem diye düşündükten sonra, çikolatada karar kılıyorum. Cebime uzanıp, çikolatayı çıkarıyorum ve yavaşça avucunun içine bırakıyorum. Gözlerini açarak, eline doğru bakıyor ama karanlıkta emin olamıyor. Mumu ona doğru tutuyorum.

"Bu da ne?" diye soruyor. "Çikolata." diyorum.

Sanki onunla dalga geçiyormuşum gibi bana bakıyor. "Ciddiyim." diyorum.

İdrak edemediği için, "Fakat nereden buldun?" diye soruyor. Eline koyduğum şeye, sanki bir asteroid taşıymış gibi bakıyor. Onu suçlayamam; artık bu tür bir şeyi bulabileceğim ne dükkanlar, ne de insanlar etrafta bulunuyor. İki yüz kilometrekarelik bir alan içinde böyle bir şeyi bulma olasılığım neredeyse sıfır.

Gülümsüyorum. "Noel Baba sana vermem için yolladı. Erken bir Noel hediyesi."

Kaşlarını çatarak, "Hayır, doğruyu söyle." diye ısrar ediyor.

Artık ona buradan ayrılıp, yarın yeni evimize taşınacağımızı söylemenin zamanının geldiğini anlayarak derin bir nefes alıyorum. Ona, bunu nasıl ifade etmem gerektiğini anlamaya çalışıyorum. Umarım benim kadar heyecanlanır. Ancak söz konusu olan çocuklar oldu mu, asla emin olamazsınız. Bu eve fazla bağlanmış olup, ayrılmak istemezse diye endişeleniyorum.

Aşağı eğilip, omuzlarından tutuyorum ve "Bree, önemli bazı haberlerim var." diyorum. "Bugün dağın yukarılarında, görebileceğin en inanılmaz yeri keşfettim. Küçük, taştan ve bizim için çok uygun bir kulübe. Rahat, sıcak, güvenli ve her akşam

yakabileceğimiz müthiş bir şöminesi var. En iyi tarafı ise her türlü yiyeceği bulundurması. Mesela bu çikolata gibi."

Gözlerini tekrar çikolataya indiren Bree, onu dikkatli inceliyor ve gözlerini kocaman açarak, çikolatanın gerçek olduğunu anlıyor. Folyosunu nazikçe açarak, kokluyor. Gözlerini kapatarak, gülümsedikten sonra bir ısırık almak için eğiliyor fakat kendini ansızın durduruyor. Endişeli gözlerini bana çeviriyor.

"Peki ya sen?" diye soruyor. "Tek çikolata bu mu?"

İşte benim Bree'im. Açlık çektiği zamanlar bile düşünceli. "Önce sen." diyorum. "Merak etme."

"Yavaş çiğne." diye uyarıyorum. "Karnının ağrımasını istemezsin."

Yavaşlayarak, her ısırığın tadına varıyor. Çikolata kalıbından büyük bir parça kopararak, avucuma bırakıyor. "Sıra sende." diyor.

Çikolatayı yavaşça ağzıma götürüp, küçük bir ısırık alıyorum ve onu bir süre dilimin üzerinde bırakıyorum. Biraz emdikten sonra yavaşça çiğnemeye başlıyorum. Çikolatanın tadı ve kokusu, tüm duyularımı harekete geçiriyor. Bu büyük ihtimalle şimdiye kadar yediğim en güzel şey.

Sasha iniltiler çıkararak, burnunu çikolataya sürtüyor. Bree kırdığı bir avuç çikolatayı ona doğru uzatıyor. Sasha çikolatayı elinden kaptığı gibi tek bir seferde yutuveriyor. Bree neşe içinde, her zamanki gibi Sasha'ya sevgiyle bakıyor. Ardından

Bree etkileyici bir şekilde kendine hakim olarak çikolatanın geri kalanını ambalajına geri sararak, kıyafet dolabının en üstüne, Sasha'nın erişemeyeceği bir yere kaldırıyor. Bree halen güçsüz olabilir, ancak neşesi yerine gelmeye başladı.

"O da ne?" diye soruyor, kemerimi göstererek.

 

İlk önce neden bahsettiğini anlamıyorum, sonra aşağıya bakıyorum ve oyuncak ayıyı fark ediyorum. Tüm bu heyecan içinde neredeyse onu unutuyordum. Yerinden çıkarıp, Bree'ye uzatıyorum.

"Yeni evimizde buldum." diyorum. "Senin için."

Bree gözlerini kocaman açtığı gibi oyuncak ayıyı elimden kaparak, göğsüne bastırıyor.

"Bayıldım." diyor Bree, gözleri ışıltılar içinde. "Ne zaman taşınabiliriz? Sabırsızlanıyorum!"

Rahatlıyorum. Ben cevap veremeden Sasha eğilerek, Bree'nin yeni oyuncak ayısını koklamaya başlıyor; Bree, ayıcığı şakayla Sasha'nın burnunu sürtüyor. Sasha ise ayıyı kaptığı gibi odadan dışarı kaçıyor.

Bree'de ardından "Hey!" diye bağırarak, kahkahalar içinde onu kovalamaya başlıyor.

İkisi de oturma odasına doğru koşuyor ve ayıcığı kim kapacak diye boğuşmaya başlıyorlar. Hangisinin daha çok eğlendiği ise meçhul.

Mumu sönmesin diye dikkatle tutarak, peşlerinden gidiyorum ve getirdiğim çıraların yanına yaklaşıyorum. En küçük dallardan birkaçını şömineye yerleştirdikten sonra kenarda duran sepetten kurumuş yaprakları alıyorum. Geçen sonbahar bunları ateş yakmama yardımcı olsunlar diye topladığım için memnunum. Sihirlilermiş gibi iş görüyorlar. Kurumuş yaprakları dalların altına yerleştirip, ateşe veriyorum ve alevler yükselerek, kısa sürede odunları yutuyorlar. Dallar tamamen ateş alana kadar şömineye yaprakları atmayı sürdürüyorum. Mumu söndürüp, kalanını başka bir zamana saklıyorum.

"Ateş mi yakıyoruz?" diye heyecanla bağırıyor Bree.

"Evet." diyorum. "Buradaki son gecemizin şerefine kutlama yapıyoruz."

"Oley!" diye çığlıklar atan Bree, hoplayıp zıplarken, Sasha da havlamalarıyla heyecanına ortak oluyor. Bree koşup, bir avuç çıra alarak bana yardım etmeye başlıyor. Çıraları yavaşça koyup, ateşin hava almasına dikkat ediyoruz ve Bree şömineye doğru üfleyerek, ateşi körüklüyor. Çıralar bir kez ateş tuttuğunda, en üste kalınca bir kütük yerleştiriyorum. Büyük kütükleri üst üste yerleştirmeye devam ediyorum, ta ki ateşimiz hararetli şekilde yanmaya başlayana kadar.

Oda artık apaydınlık ve artan sıcaklığı şimdiden hissedebiliyorum. Ateşin başında oturuyoruz ve ben ellerimi ovuşturarak sıcaklığın parmaklarıma saplanmasını izin veriyorum. Hislerim, yavaş yavaş geri dönüyorlar. Açık havada geçirdiğim uzun bir günün ardından buzlarım çözülmeye başlıyor ve ben tekrar kendimi hissedebiliyorum.

"O ne?" diyor Bree, yeri göstererek. "Balığa benziyor!"

Ona doğru koşarak, yerden alıyor ama balık avuçlarından kayarak, fırlıyor. Bree gülerken, Sasha fırsatı kaçırmayıp, patileriyle balığa vurmaya başlıyor. Bree, bana, "Nerede yakaladın bunu?" diye sesleniyor.

Sasha daha fazla zarar veremeden balığı kaptığım gibi kapıyı açarak dışarı, daha iyi korunacağı ve zarar görmeyeceği karın içine doğru fırlatıyorum.

"O da diğer sürprizimdi." diyorum. "Bu gece yemek yiyeceğiz!"

Bree koşup, bana sarılıyor. Sasha da anlıyormuş gibi havlamaya başlıyor. Ben de Bree'ye sarılıyorum.

Gülerek, "Senin için iki sürprizim daha var." diyorum. "İkisi de tatlı. Yemeğimiz bitene kadar bekler misin, yoksa şimdi mi istersin?"

"Şimdi." diye heyecanla bağırıyor.

Ben de heyecanlanıp, gülümsüyorum. En azından yemeğe kadar onu tok tutar.

Cebime uzanıp, reçel kavanozunu çıkarıyorum. Bree tuhaf gözlerle bakıyor, anlayamadığı aşikar. Kapağı açıp, burnuna doğru yaklaştırıyorum. "Gözlerini kapat" diyorum.

Kapatıyor. "Şimdi, içine çek."

Derin bir nefes aldıktan sonra suratına bir gülücük yerleşiyor. Gözlerini açıyor.

Çığlıklar içinde, "Ahududu gibi kokuyor!" diyor. "Evet, ahududu reçeli. Devam et. Tadına bak."

Bree iki parmağını daldırarak, büyük bir lokma alıp, ağzına doğru götürüyor ve gözleri aydınlanıyor.

"Vay." diyor ve başka bir lokma için parmağını tekrar daldırdıktan sonra Sasha'ya uzatıyor. Sasha hızla yanına gelerek, bir an bile düşünmeden reçeli yutuyor. Bree çılgıncasına gülerken, ben de kavanozun kapağını kapatarak, Sasha'nın ulaşamayacağı bir yer olan şömine üstündeki rafa yerleştiriyorum.

"Bu da mı yeni evimizden?" diye soruyor.

Kafamla onaylıyorum. Orayı şimdiden yeni evimiz olarak görmesi, beni rahatlatıyor.

"Ve sıra geldi son sürprize." diyorum. "Ancak bu seferki için yemeği beklemek zorundasın."

Kemerimden çıkardığım termosu da şöminenin üstündeki rafa bırakıyorum. Biraz daha geriye doğru koyuyorum ki ne olduğunu göremesin. Kafasını kaldırıp görmeye çalışıyor ama iyi sakladığım için başaramıyor.

"Güven bana." diyorum. "Buna değecek."

* * *

Evin balık kokmasını istemediğim için soğuğa göğüs germeye karar vererek, somonu dışarda hazırlamaya karar veriyorum. Balığı bir ağaç kütüğüne dayadıktan sonra bıçağımla işe koyuluyorum. Nasıl yapılması gerektiğini çok iyi bilmesem de kafasının ve kuyruğunun yenmediğini hatırlıyorum. Bu kısımları keserek başlıyorum.

Daha sonra yüzgeçlerini ve pullarını da yemeyeceğimiz için bunları da elimden geldiğince temizliyorum. Yenilebilir hale gelmesi için kesilmiş olması lazım, bu yüzden ortadan ikiye ayırıyorum. Kalın, pembe ve küçük bir sürü kılçığın sardığı etler ortaya çıkıyor. Başka ne yapabileceğimi bilmediğim için artık pişirmeye hazırdır diye tahmin ediyorum.

İçeri geri dönmeden önce ellerimi yıkamam gerektiğini hissediyorum. Eğilip, karı avuçluyorum ve ellerimi ovalıyorum. Bunun için kara minnettarım. Eğer o olmasa, ellerimi yıkamak için en yakındaki dereye kadar gitmem gerekirdi. Malum, şebeke suyuna sahip değiliz. Ayağa kalkıyorum ve içeri girmeden önce bir süre etrafımı dikkate inceliyorum. Etrafı dinleyerek seslere kulak veriyorum. Her şey olabildiğince sakin gibi görünüyor. Rahatlayıp, derin bir nefes alıyorum. Yanağıma çarpan kar tanelerini hissederken, eşsiz sükunetin tadına varıyorum ve çevremdeki her şeyin tek kelimeyle kusursuz olduğunun farkına varıyorum. Dev çamların beyaza boyandığı, karların, mor gökyüzünden hiç bitmeyecekmiş gibi düştüğü bu yer adeta bir peri masalından çıkmış gibi. Şöminenin parıltısı cama yansımış. Bulunduğum yerden bakılınca, sanki evimiz, dünyadaki en konforlu yermiş gibi gözüküyor.

Elimde balıkla içeri girip, kapıyı kapatıyorum. Ateşin yumuşak ışıklarının her yere düştüğü bu sıcak yere gelmek kendimi iyi hissettiriyor. Bree ateşi canlı tutmak konusunda her zaman olduğu gibi iyi bir iş çıkarmış. Kütükleri ustaca yerleştirerek, ateşin öncekinden bile daha güçlü olmasını sağlamış. Mutfaktan getirdiği çatal ve bıçaklarla, şöminenin önünde yemek masasını kurmaya başlıyor. Sasha da dikkat kesilmiş bir şekilde, onun her hareketini takip ediyor.

Balığı ateşin yanına götürüyorum. Nasıl pişireceğimi bilmiyorum ama bir süre ateşin üzerine koyarak pişmesini beklesem, sonra diğer tarafı için aynısını yaparsam pişer diye umuyorum. Bree aklımı okumuş olacak ki hemen mutfağa koşup sivri bir bıçak ve iki tane uzun şiş getiriyor. Balığın parçalarını şişe geçirdikten sonra kendininkini ateşin üzerine doğru tutuyor. Ben de aynısını yapıyorum. Bree, bu tip işlere karşı her zaman benden daha yatkın olmuştur ve ben bu durumdan oldukça memnunum. Zaten hep iyi bir ikili olmuşuzdur.

Ateşin karşısında kendimizden geçmiş bir halde duruyoruz. Şömineye doğrulttuğumuz şişler kollarımızı ağrıtmaya başlayınca geri çekiyoruz. Odanın içine balık kokusu doluyor ve on dakika sonra karnıma saplanan ağrıyla beraber açlığım zirveye çıkıyor. Artık olmuştur diye karar veriyorum; ne de olsa insanlar her gün çiğ balık yiyorlar, tadı ne kadar kötü olabilir ki? Benimle aynı fikirde olan Bree ile birlikte balıklarımızı tabağa yerleştirip, yere oturuyoruz ve sırtlarımızı koltuğa dayayıp, ayaklarımızı da ateşe doğru uzatıyoruz.

"Dikkat et." diye uyarıyorum. "İçinde halen bir sürü kılçık var."

Kılçıkları çekiyorum, Bree de aynısını yapıyor. Çoğu temizlendikten sonra dokunmak için fazla sıcak olan pembe etten küçük bir ısırık alıyorum ve kendime geldiğimi hissediyorum.

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»