Cesurun Gecesi

Текст
Из серии: Krallar ve Büyücüler #6
0
Отзывы
Читать фрагмент
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

BÖLÜM BEŞ

Kyra örümcek ağına dolanmış, debelenirken içini panik doldurdu, devasa yaratık ona doğru sürünürken çaresizce kurtulmaya çalışıyordu. O tarafa bakmak istemiyordu fakat kendine engel olamadı. Başını çevirip baktığında devasa bir örümceğin, her seferinde bir dev ayağını atıp, tıslayarak kendisine yaklaştığını gördü ve dehşete kapıldı. Yaratık devasa kırmızı gözleriyle ona bakarken uzun, tüylü, siyah bacaklarını kaldırıyor ve ağzını kocaman açıp, üzerinden salyalar damlayan sarı dişlerini gösteriyordu. Kyra yaşayacak birkaç dakikası kaldığını ve bunun çok berbat bir ölüm şekli olacağını biliyordu.

Kyra debelendiği sırada ağın her yanından kemik çatırtıları duydu ve etrafına baktığında, kendisinden önce orada ölmüş olan kurbanların artıklarını gördü. Hayatta kalma şansının çok düşük olduğunun farkındaydı. Ağa yapışmıştı ve yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Kyra başka seçeneği olmadığının bilinciyle gözlerini kapattı. Dış dünyaya güvenemezdi. Kendi içine bakmak zorundaydı. Cevabın dış güçlerde değil, kendi iç cephaneliğinde olduğunu biliyordu. Eğer dış dünyaya bel bağlayacak olursa ölecekti.

Diğer taraftan, içsel olarak gücünün sınırsız olduğunu hissediyordu. İçsel gücüyle bağlantı kurmalı, yüzleşmeye korktuğu güçlerini toplamalıydı. Sonunda onu yönetenin ne olduğunu, ruhani eğitiminin sonuçlarını öğrenmek üzereydi.

Enerji. Alva’nın ona öğrettiği buydu. Kendimize güvendiğimiz zaman, enerjimizin, potansiyelimizin bir parçasını kullanırız. Dünya’nın enerjisine dokun. Tüm kolektif evren sana yardımcı olmak için bekliyor.

Bir şeyin damarlarında gezindiğini hissetti. Bu doğduğundan beri sahip olduğu, annesinden ona geçmiş olan özel bir şeydi. Bu toprağın altında akan bir nehir gibi her şeyin içinden geçen bir güçtü. Bu her zaman güvenmekte zorlandığı güçle aynı güçtü. Bu, kendisinin en derin ve hala tamamen güvenemediği yanıydı. Bu, herhangi bir düşmandan da daha çok korktuğu bir yanıydı. Umutsuzca yardım isteği içinde annesini çağırmak istedi. Fakat ona orada, Marda topraklarında, ulaşamayacağını biliyordu. Tamamen tek başınaydı. Belki de bu mutlak yalnızlık, güvenecek kendinden başka kimsenin olmaması, eğitiminin son ayağıydı.

Kyra şimdi ya da asla düşüncesiyle gözlerini kapattı. Kendisinden daha büyük, önünde gördüğü dünyadan daha büyük hale gelmesi gerektiğini hissetti. Kendini içindeki enerjiye ve sonra da her yanını saran enerjiye odaklanmaya zorladı.

Yavaşça Kyra uyum içine girdi. Örümcek ağının, örümceğin enerjisini hissetti; enerjinin içinde dolaştığını hissedebiliyordu. Bunun yavaşça bir parçası haline gelmesine izin verdi. Ağ ile daha fazla mücadele etmedi. Onun yerine ağ ile bir hale gelmesine izin verdi.

Kyra yavaşladığını; zamanın da yavaşladığını hissetti. En küçük detaylarla uyum sağladı, her şeyi duyar, çevresindeki her şeyi hisseder hale geldi.

Aniden Kyra bir enerji patlaması hissetti ve o anda ilk kez tüm evrenin bir olduğunu anladı. Tüm ayrım duvarlarının yıkıldığını, iç ve dış dünya arasındaki bariyerin çözüldüğünü hissetti. İki dünya arasındaki ayrımın sahte olduğunu hissetti.

O anda, sanki içinde bir barajın kapakları açılmışçasına bir enerji akışı hissetti. Avuçları sanki alev içindeymiş gibi yanıyordu.

Kyra gözlerini açtı ve artık çok yaklaşmış, üzerine atlamak üzere olan örümceği gördü. Dönüp, kendisinden birkaç metre ötede ağa takılmış olan asasını gördü. Kendinden hiç şüphe etmeden elini uzattı. Asasını çağırdı ve asa havada süzülerek, doğrudan açık bekleyen eline doğru uçtu. Kyra asasını sıkıca kavradı.

Kyra önünde gördüğü her şeyden daha güçlü olduğunun bilinciyle gücünü kullandı ve kendine inandı. O anda asayı tutan kolunu havaya kaldırdı ve kolu ağdan kurtuldu.

Yuvarlandı ve örümcek dişlerini ona geçirmek üzereyken uzanıp asasını örümceğin ağzına soktu.

Örümcek korkunç bir cırlama sesi çıkardı ve Kyra asasını onun ağzına iyice sokup yan çevirdi. Örümcek ağzını kapatmaya çalışsa da başaramadı, asa ağzının açık kalmasını sağlıyordu.

Fakat sonra aniden ağzını kapattı ve kadim asayı parçalara ayırarak Kyra’yı şoke etti. Kırılamaz olanı kırmış, asayı ağzında bir kürdan gibi parçalamıştı. Bu yaratık tahmin ettiğinden çok daha güçlüydü.

Örümcek Kyra’ya doğru sıçradı ve o anda zaman yavaşladı. Kyra her şeyin bir noktada odaklandığını hisseti. Derinlerde kendini ağdan kurtarabileceğini, örümcekten daha hızlı olabileceğini hissetti.

Kyra ileri atılarak kendini kurtardı ve ağda yuvarlandı; örümceğin dişleri indiğinde, Kyra yerine ağları yırtarak açmıştı.

Kyra odaklandığında, ilk kez, havada silik bir titreşim hissetti, bir şeyin onu çağırdığını hissetti. Döndü ve ağın uzak tarafında, Marda’ya gelme sebebi olan şeyi gördü: Hakikat Asası. Asa bir siyah granit bloğu üzerinde duruyor, gece yarısı gökyüzü altında parlıyordu.

Kyra asayla arasında yoğun bir bağ hissetti, sağ elini asaya doğru uzattığında avuçlarının karıncalandığını hissetti. Hayatının en büyük savaş çığlığını attığında, bir şekilde asanın kendisine itaat edeceğini biliyordu.

Aniden Kyra altındaki toprağın titrediğini hissetti. Silahı dünyanın çekirdeğinden çekmekte olduğunu biliyordu ve o muhteşem anda artık ne kendinden, ne güçlerinden ne de evrenden şüphe ediyordu.

Taşın taşa sürtmesiyle oluşan büyük bir gürültü oldu ve Kyra asanın granitten kurtulup yavaşça yükselişini hayret içinde izledi. Asa yavaşça havalandı, daha sonra havada süzüldü ve siyah, mücevherli asa Kyra’nın sağ eline indi. Kyra asayı kavradı ve onun canlı olduğunu hissetti. Sanki bir yılanı kavramak, yaşayan bir şeye tutunmak gibiydi.

Kyra hiç tereddüt etmeden döndü ve örümcek tam üzerine gelirken asayı indirdi. Asa aniden bir kılıca dönüştü ve dev ağı ikiye böldü.

Örümcek çığlık atıp yere düştü, donakalmış olduğu belli oluyordu.

Kyra etrafında döndü ve ağı tekrar keserek kendini kurtarıp ayaklarının üzerine indi. Yaratık üzerine doğru saldırırken asayı iki eliyle başının üzerinde tuttu. Yaratığı cesaretle karşıladı ve ilerleyip, Hakikat Asası’nı tüm gücüyle savurdu. Asanın, örümceğin kalın gövdesini kesip geçtiğini hissetti. Kyra örümceği ikiye bölerken, örümcek korkunç bir çığlık attı.

Örümcek Kyra’nın ayaklarının dibine ölü bir şekilde yığılırken, yoğun, siyah bir kan fışkırdı.

Kyra, asa elinde, titreyen kollarıyla dururken, daha önce hiç hissetmediği bir enerjiyle dolduğunu hissediyordu. O anda değişmiş olduğunu hissetti. Daha güçlü hale geldiğini, bir daha asla eskisi gibi olmayacağını hissetti. Tüm kapıların açıldığını ve her şeyin mümkün hale geldiğini hissetti.

Çok yukarılarda gök gürüldedi ve bir şimşek çaktı. Kızıl bir şimşek, sanki bulutların arasından lav akıyormuş gibi, bulutları katmanlara ayırarak geçti. Ardından yüksek sesli bir kükreme duyuldu ve Kyra, Theon’un bulutların arasından fırladığını görüp neşeyle doldu. Asayı çektiği zaman bariyerin de indirilmiş olduğunu hissetti. Hayatında ilk kez o an kendisinin her şeyi değiştirmeye yazgılı olduğunu hissetti.

Theon Kyra’nın önünde yere indi, Kyra hiç duraklamadan onun sırtına atladı ve ikisi birlikte göğe yükseldiler. Güneye doğru, Marda’dan uzaklaşıp, Escalon’a doğru uçarlarken her tarafta gök gürlüyordu. Kyra, en derin seviyelere inip galip geldiğini, son sınavını da geçmiş olduğunu biliyordu.

Ve şimdi, Hakikat Asası elindeyken, vermesi gereken bir savaş vardı.

BÖLÜM ALTI

Gemileri uzaklaşırken Lorna ufukta kaybolan, halan yanmakta olan Knossos adasını seyrediyordu. Kalbi parçalanmıştı. Geminin kıç kısmında durmuş, küpeşteye sıkıca tutunmuştu. Yanında Merk duruyordu ve Kayıp Adalar’ın tüm filosu arkasındaydı. Bütün gözlerin üzerinde olduğunu hissedebiliyordu. O sevgili adaları, Gözcüler’in, Knossos’un cesur savaşçılarının evi artık yoktu. Alevler içinde muhteşem kalesi yok edilmiş, binlerce yıldır orayı koruyan sevgili savaşçılar, trol akınlarıyla katledilmiş, ejderha sürüsü tarafından işleri bitirilerek, yok edilmişlerdi.

Lorna bir hareket sezdi ve yanına, ejderhaları öldüren, Ölüm Körfezi’ne nihayet sessizlik getiren oğlan, Alec’in geldiğini gördü. En az kendisi kadar kafası bulanmış bir halde duruyor, kılıcı hala elinde tutuyordu. Lorna ona karşı ve elinde tuttuğu silaha karşı bir minnettarlıkla dolduğunu hissetti. Silaha, Bitmemiş Kılıç’a, güzelliğine bir göz attı ve kılıçtan yayılan yoğun enerjiyi hissetti. Ejderhaların ölümünü hatırladı ve oğlanın elinde Escalon’un kaderini tuttuğunu anladı.

Lorna hayatta olduğu için minnettardı. Eğer Kayıp Adalar halkı yetişmemiş olsa Merk ile birlikte Ölüm Körfezi’nde ölmelerinin kaçınılmaz olacağını biliyordu. Fakat aynı zamanda hayatta kalamamışlar için de bir suçluluk hissediyordu. Onu en çok acıtan da bunu öngörememiş olmasıydı. Tüm hayatı boyunca her şeyi, Kos Kulesi’ni koruyarak geçirdiği yalnız hayatının her bir dönemecini öngörebilmişti. Trollerin gelişini, Merk’in gelişini öngörmüştü ve hatta Ateş Kılıcı’nın yok edileceğini de öngörmüştü. Knossos Adası’nda olacak büyük çatışmayı da öngörmüştü fakat sonuçlarını öngörememişti. Adanın alevler içinde kalacağını, ejderhaları öngörememişti. Kendi güçlerinden şüphe ediyordu ve bu ona her şeyden çok dokunuyordu.

Bu nasıl olabildi, diye merak etti. Tek cevap, Escalon’un kaderinin anbean değişiyor olmasıydı. Binlerce yıl önce yazılmış olanlar yazılmamış hale geliyordu. Escalon’un kaderinin bıçağın sırtında olduğunu ve şu an biçimsiz olduğunu hissetti.

Lorna gemideki tüm gözlerin üzerinde olduğunu hissetti, herkes şimdi nereye gideceklerini, yanan adadan uzaklaşırlarken kaderin onlara neler hazırladığını merak ediyordu. Dünya kargaşa içinde yanarken, herkes bir cevap için ona bakıyordu.

Lorna olduğu yerde dururken gözlerini kapattı ve yavaş yavaş cevabın içinde oluşmaya başladığını, onlara en çok nerede ihtiyaç duyulduğunu söylemeye başladığını hissetti. Fakat bir şey görüşünü bulanıklaştırıyordu. Lorna sarsılarak hatırladı. Thurn.

 

Lorna gözlerini açtı ve yanlarından geçtikleri her bedeni inceleyerek sulara baktı, denizde geminin gövdesine çarpan cesetler yüzüyordu. Diğer denizciler de saatlerdir aranıyor, Lorna’yla birlikte cesetlerin yüzlerine bakıyordu fakat başarılı olamamışlardı.

“Leydim, gemi emrinizi bekliyor” dedi Merk nazik bir şekilde.

“Saatlerdir suları tarıyoruz” diye ekledi Sovos. “Thurn öldü. Gitmesine izin vermeliyiz.”

Lorna başını salladı.

“Ben ölmediğini hissediyorum” diyerek karşı çıktı.

“Bunun doğru olmasını ben herkesten çok dilerdim” dedi Merk. “Hayatımı ona borçluyum. Bizi ejderha alevinden kurtardı. Fakat onun alev alıp denize düştüğünü gördük.”

“Fakat öldüğünü görmedik” diye cevap verdi Lorna.

Sovos iç geçirdi.

“Bir şekilde o düşüşten sağ kurtulmuş olsa bile leydim” diye ekledi Sovos “bu sularda sağ kalamaz. Artık onu bırakmalıyız. Filomuzun yönlendirilmeye ihtiyacı var.”

“Hayır” dedi Lorna kararlı bir ses tonuyla, sesi otoriter bir şekilde çınlıyordu. İçinde bir şeyin yükseldiğini hissedebiliyordu, bir önsezi, gözlerinin arasında bir kaşıntı… Bir şey ona Thurn’ün aşağıda, tüm o yıkıntıların, binlerce yüzen cesedin arasında bir yerde hala hayatta olduğunu söylüyordu.

Lorna bekleyerek, umut içinde, dinleyerek suları taradı. Ona hiç olmazsa bu kadarını borçluydu ve hiçbir zaman bir arkadaşına arkasını dönmemişti. Tüm troller ölmüş, ejderhalar gitmişken, Ölüm Körfezi ürkütücü şekilde sessizdi; fakat yine de hala kendi sesleri, rüzgârın hiç durmayan uğultusu, binlerce kabarcığın şapırtısı, hiç durmadan sallanan gemilerinin gürültüsü, duyulabiliyordu. Lorna ortamı dinlerken rüzgâr daha da şiddetlenmişti.

“Fırtına geliyor leydim” dedi Sovos sonunda. “Yola çıkmalıyız. Yönlendirmeye ihtiyacımız var.”

Lorna onların haklı olduğunu biliyordu. Fakat yine de bırakıp gidemiyordu.

Tam Sovos konuşmak için ağzını açtığı sırada Lorna bir heyecan dalgası hissetti. Öne eğildi ve uzakta, suların içinde yukarı aşağı hareket eden, dalgalarla gemiye doğru taşınan bir şey gördü. Boğazında bir karıncalanma hissetti ve bunun o olduğunu anladı.

“ORADA!” diye haykırdı.

Adamlar küpeşteye koşup kenardan aşağı baktılar ve onlarda aynı şeyi gördüler, Thurn orada, sularda süzülüyordu. Lorna hiç vakit kaybetmedi. İki büyük adım atıp küpeştenin üzerinden sıçradı ve körfezin buz gibi sularına doğru altı metre kadar düşerek, kafa üstü daldı.

“Lorna!” diye bağırdı arkasından Merk endişe dolu bir sesle.

Lorna aşağıda toplanan kırmızı köpekbalıklarını gördü ve onun endişesini anladı. Köpekbalıkları Thurn’ün etrafında dönüyorlardı fakat ona saldırdıklarında Lorna henüz onun zırhını delememiş olduklarını gördü. Lorna, Thurn’ün hala zırhının, onu koruyan tek şeyin içinde olduğu için şansı olduğunu fark etti ve hala kendisini suyun üzerinde tutan bir ahşap parçasına tutunuyor olduğu için çok daha şanslı olduğunu düşündü. Fakat daha fazla köpekbalığı toplanmaya başlamıştı, daha cesur hale gelmişlerdi ve Lorna zamanın kısıtlı olduğunun farkındaydı.

Ayrıca köpekbalıklarının kendisi için de geleceklerini biliyordu fakat yine de tereddüt etmeyecekti, Thurn’ün hayatı tehlikedeyken edemezdi. Ona bu kadarını borçluydu.

Lorna suya indiğinde buz gibi soğuk onu şoke etti. Hiç duraksamadan ayak çırptı ve köpekbalıklarından hızlı gitmek için gücünü kullanarak, Thurn’e ulaşana kadar suyun altından yüzdü. Thurn’ün hala canlı fakat baygın olduğunu hissederek kollarını etrafına dolayıp ona sarıldı. Köpekbalıkları Lorna’ya doğru gelmeye başladı ve Lorna kendisi cesaretlendirip, kendilerini hayatta tutmak için ne yapması gerekiyorsa yapmaya hazırlandı.

Lorna bir anda etrafına atılan halatlar gördü ve birine sımsıkı tutunduğunda hızla yukarı çekilip, havada uçtuğunu hissetti. Tam o anda bir kırmızı köpekbalığı sudan fırlayıp bacaklarına doğru hamle yaptı fakat az farkla kaçırdı.

Thurn’ü tutan Lorna havada çekiliyor, dondurucu rüzgârda yükseliyor, geminin gövdesine çarptıklarında sertçe sallanıyordu. Kısa bir süre sonra da adamlar tarafından yukarı çekildi. Lorna gemiye tekrar çıkmadan az önce aşağıda yemeklerini kaybetmenin öfkesiyle gezinen kırmızı köpekbalıklarını gördü.

Lorna sert bir şekilde güverteye indi, Thurn kollarının arasındaydı ve güverteye iner inmez onu döndürüp inceledi. Yüzünün yarısı yanmış, şekli bozulmuştu fakat en azından hala hayattaydı. Gözleri kapalıydı. En azından gözleri kaymamıştı ve bu da iyi bir işaretti. Lorna ellerini onun kalbinin üstüne koydu ve bir şey hissetti. Her ne kadar belirsiz olsa da kalp atışı hissedilebiliyordu.

Lorna avuçlarını Thurn’ün kalbinin üzerine yerleştirdi ve o anda bir enerji akını, avuçlarından ona doğru yayılan yoğun bir sıcaklık hissetti. Güçlerini topladı ve Thurn’ün yeniden hayata dönmesini istedi.

Thurn bir anda gözlerini açtı, derin bir nefes alarak doğruldu ve su çıkarttı. O öksürürken diğer adamlar atılıp onu kürklere sararak ısıttılar. Lorna mutlu olmuştu. Thurn’ün yüzüne tekrar renk geldiğini gördü ve onun yaşayacağını anladı.

Lorna bir anda omuzlarına sıcak bir kürk atıldığını hissetti ve dönüp baktığında, Merk’in yanında durmuş gülümsediğini ve ayağa kalkmasına yardım ettiğin gördü.

Kısa süre sonra adamlar etrafında toplandığında Lorna’ya artık çok daha büyük bir saygı ifadesiyle bakıyordu.

“Peki, şimdi?” diye sordu Sovos yanına gelip ciddi bir şekilde. Sesinin rüzgârın uğultusu ve sallanan gemilerinin gürültüsünün arasından duyulabilmesi için neredeyse bağırmak zorunda kalmıştı.

Lorna vakitlerinin kısıtlı olduğunu biliyordu. Gözlerini kapatıp avuçlarını gökyüzüne uzattı ve yavaş yavaş evrenin dokusunu hissetmeye başladı. Ateş Kılıcı yok edilmiş, Knossos düşmüş, ejderhalar kaçmışken, Escalon’un bu kriz ortamında kendilerine en çok nerede ihtiyaç duyduğunu bilmek zorundaydı.

Bir anda Bitmemiş Kılıç’ın titreşimini hissetti ve kararını verdi. Döndü ve Alec’e baktı. Alec de açık bir beklenti ile ona bakıyordu.

Lorna, Alec’in özel kaderini kendi içinde hissedebiliyordu.

“Artık ejderhaların peşinden gitmen gerekmiyor” dedi. “O kaçan ejderhalar sana bir daha saldırmazlar; artık senden korkuyorlar. Onları arayacak olsan bile bulamayacaksın. Escalon’da başka bir yerde savaşmaya gittiler. Onları yok görevi işi artık başkasına ait.”

“Öyleyse ne yapacağım leydim?” diye sordu Alec şaşırmış bir şekilde.

Lorna gözlerini kapattı ve cevabın kendisine geldiğini hissetti.

“Ateşler” dedi Lorna, cevabı kesin bir şekilde hissederek. “Duvar onarılmalı. Marda’nın Escalon’u yok etmesini engellemenin tek yolu bu. Artık önemli olan bu.”

Alec ambale olmuş görünüyordu.

“Peki, bunun benimle ne ilgisi var?” diye sordu.

Lorna ona baktı.

“Bitmemiş Kılıç” diye cevap verdi. “O son umudumuz. O ve yalnızca o Ateş Duvarını onarabilir. Orijinal yurduna geri dönmesi gerekiyor. O zamana kadar Escalon asla güvende olamaz.”

Alec yüzünde şaşkın bir ifadeyle baktı.

“Peki, onun yurdu neresi?” diye sordu, adamlar onları dinlemek için daha da yaklaşmıştı.

“Kuzeyde” dedi Lorna. “Ur Kulesi’nde.”

“Ur mu?” diye sordu Alec afallamış bir şekilde. “Kule çoktan yok edilmedi mi?”

Lorna başıyla onayladı.

“Kule, evet” dedi. “Fakat altında yatan yok edilmedi.”

Herkes gözlerini dikmiş ona bakarken Lorna derin bir nefes aldı.

“Kulenin gizli bir odası var, yerin altında. Önemli olan hiçbir zaman kule değildi; o bir şaşırtmacaydı. Önemli olan onun altında bulunan şeydi. Orada Bitmemiş Kılıç yurdunu bulacak. Sen onu geri götürdüğünde topraklarımız güvende olacak, Ateşler tamamen onarılacak.”

Alec derin bir nefes aldı, duyduklarını anlamaya çalıştığı belli oluyordu.

“Kuzeye gitmemi mi istiyorsunuz?” diye sordu. “Kuleye?”

Lorna başıyla onayladı.

“Bu çok zorlu bir yolculuk olacak” dedi. “Her yanda düşmanlarla karşılaşacaksın. Kayıp Adalar halkını yanına al. Acılar’a boyunca seyret ve Ur’a ulaşana da durma.”

Bir adım attı ve bir elini onun omzuna koydu.

“Kılıcı geri götür” diye emretti. “Ve bizi kurtar.”

“Peki, ya siz leydim?” diye sordu Alec.

Lorna gözlerini kapattı ve berbat bir acı dalgası hissetti. Derhal yola çıkmaarı gerektiğine karar verdi.

“Biz burada konuşurken Duncan ölüyor” dedi. “Ve onu kurtarabilecek tek kişi benim.”

BÖLÜM YEDİ

Aidan, bir yanında Cassandra, diğer yanında Anvin ve ayaklarının hemen yanında Beyaz’la birlikte, Leifall’un adamlarıyla çölde dörtnala ilerlerken bir toz bulutu oluşturuyorlardı ve Aidan zafer ve gurur hissiyle aşırı neşeliydi. Şelalenin yönünü değiştirmek, Ebediakan’ın dev akıntısını yeniden yönlendirmek, suların ovaya ve kanyona dolmasını sağlayarak ve babasını tam zamanında kurtararak imkânsızın gerçekleştirilmesine yardım etmişti. Babasıyla yeniden kavuşmak için sabırsız bir şekilde yaklaşırken Aidan uzakta babasının adamlarını görebiliyor, coşkulu sevinç bağrışlarını oradan bile duyabiliyordu ve içinin gururla dolduğunu hissetti. Başarmışlardı.

Babasının ve adamlarının hayatta kalmış olması Aidan’ı çok mutlu etmişti, kanyonu su basmış, taşan sular binlerce ölü Pandesialı ayaklarının dibine vurmuştu. Aidan ilk kez büyük bir amaç ve aidiyet duygusu hissediyordu. Genç yaşına rağmen babasının amacına gerçekten katkıda bulunmuştu ve o erkeklerin arasında erkek gibi hissediyordu. Bunun hayatının en büyük anlarından biri olduğunu hissetti.

Dörtnala giderlerken güneş batmaya başlamıştı ve Aidan babasını ve onun gözlerindeki gururu, minnettarlığı ve en önemlisi de saygıyı görmek için sabırsızlanıyordu. Babasının artık ona denk biri gibi, kendinden biri, gerçek bir savaşçı gibi bakacağından emindi. Bu Aidan’ın ömrü boyunca istediği tek şeydi.

Aidan, kulaklarında atların gök gürültüsünü andıran sesleri, üstü başı tozla kaplı, uzun yolculuk nedeniyle güneş yanığı olmuş halde at sürmeye devam etti ve son bir tepeye tırmanıp oradan aşağı inmeye başladıklarında önlerinde son düzlüğü gördü. Babasının adamlarına bakarken kalbi beklenti içinde çarpıyordu fakat bir anda bir şeylerin yanlış olduğunu fark etti.

Uzakta babasının adamları iki yana çekiliyor ve aralarında da yalnız başına biri yürüyordu. Bir kız.

Bu hiç mantıklı gelmiyordu. Babasına doğru tek başına yürüyen bir kızın orada ne işi vardı? Neden bütün adamlar durmuş ona yol veriyordu? Aidan tam olarak neyin yanlış olduğunu bilmiyordu fakat kalbinin çarpış şeklinden, derinlerde bir şeyler ona bunun bela olduğunu söylüyordu.

Daha da tuhafı, Aidan yaklaşırken, kızın tekil görüntüsünü tanıdığında aşağı inmişlerdi. Kızın süet ve deri pelerinini, uzun siyah çizmelerini, yan tarafındaki asasını, uzun, açık sarı saçlarındı, gururlu yüzü ve yüz hatlarını gördü ve kafası karışmış şekilde gözlerini kırptı.

Kyra.

Kafasının karışıklığı derinleşiyordu. Onu yürürken izlediği sırada, onun yürüyüş şekli, omuzlarının duruşu dikkatini çekti ve bir şeylerin tam olarak doğru olmadığını anladı. Bu ablasına benzese de o değildi. Bu, tüm hayatını birlikte geçirdiği, dizlerinde kitap okuyarak saatler geçirdiği ablası değildi.

Hala yüz metre kadar bir mesafedelerken artan endişe duygusu nedeniyle Aidan’ın kalp atışları hızlanmıştı. Başını eğip atını mahmuzladı ve onu acele etmeye zorladı, atı o kadar hızlı gidiyordu ki nefes almakta zorlanıyordu. Kızı Duncan’ın yakınında gördüğünde içine batan bir önsezi, yaklaşan bir felaket durumu hisseti.

“BABA!” diye bağırdı.

Fakat oradan sesi rüzgârda kaybolmuştu.

Aidan hızlanıp gruptan ayrıldı ve dağdan aşağı hızla indi. Kız babasına sarılmak için uzanırken onları çaresizlik içinde izledi.

“HAYIR, BABA!” diye bağırdı.

Elli metre mesafedeydi, sonra kırk ve derken otuz metre fakat hala izlemekten başka bir şey yapamayacak kadar uzaktaydı.

“BEYAZ, KOŞ!” diye emir verdi.

Beyaz attan bile hızlı koşmaya başlayarak ileri atıldı. Fakat Aidan hiç vakitlerinin olmadığını biliyordu.

Daha sonra olanları izledi. Kız tam da Aidan’ın korktuğu gibi uzanıp babasının göğsüne bir hançer sapladı. Babası dizlerinin üstüne çökerken gözleri büyümüştü.

Aidan kendisi de bıçaklanmış gibi hissetmişti. Tüm bedeninin içten çöktüğünü hissetti, hayatında hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti. Her şey çok hızlı olmuştu, babasının adamları kafaları karışmış, şaşkına dönmüş bir halde duruyordu. Kimse neler olduğunu bile anlamış değildi. Fakat Aidan biliyordu. Aidan hemen anlamıştı.

Hala yirmi metre kadar mesafedeyken Aidan umutsuzca beline uzandı, Motley’in ona verdiği hançeri çekti, geriye yaslandı ve hançeri fırlattı.

Hançer havada dönerek uçup, ışıkla parlarken kıza doğru ilerliyordu. Kız yüzünü buruşturup hançeri çekti ve Duncan’a tekrar saplamaya hazırlandı fakat o anda Aidan’ın hançeri hedefini buldu. Aidan rahatlamıştı, hançer hiç olmazsa kızın elinin tersine saplanmıştı ve onun çığlık atıp silahını düşürmesine sebep olmuştu. Bu dünyaya ait bir çığlık değildi ve kesinlikle Kyra’ya ait değildi. Bu her kimse Aidan onu ortaya çıkarmıştı.

 

Kız dönüp Aidan’a baktı ve yüzü biçim değiştirirken Aidan onu korku içinde izledi. Kız yüzü gitmiş, yerine biçimsiz bir erkek şekli gelmişti ve her an büyüyordu. Bir süre sonra herkesten daha iri bir hale gelmişti. Aidan’ın gözleri şok içinde açıldı. Bu ablası değildi. Bu Yüce ve Kutsal Ra’dan başkası değildi.

Duncan’ın adamları da şoke olmuş bir şekilde baktı. Elini delen hançer bir şekilde yanılsamayı dağıtmış, Duncan’ı aldatmak için her nasıl bir büyü kullanıldıysa ortadan kaldırmıştı.

O sırada Beyaz ileri atılıp havaya sıçrayıp Ra’nın üzerine indi ve dev pençelerini Ra’nın göğsüne bastırıp onu geri itti. Hırlayan köpek pençeleriyle onun boğazını çizdi. Ra’yı tamamen savunmasız yakalayan Beyaz onun suratına pençe darbeleri indirmiş, onun toparlanıp tekrar Duncan’a saldırmasını engellemişti.

Toprakta debelenen Ra gökyüzüne baktı ve Aidan’ın anlamadığı bir dilde birkaç kelime söyledi; kadim bir büyü yaptığı belli oluyordu.

Ve bir anda Ra ardında bir toz bulutu bırakarak ortadan kayboldu.

Geriye sadece yere düşen kanlı hançer kalmıştı.

Ve bir kan gölü içinde Aidan’ın kıpırdamayan babası…

Бесплатный фрагмент закончился. Хотите читать дальше?
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»