Cesurun Yükselisi

Текст
Из серии: Krallar ve Büyücüler #2
0
Отзывы
Читать фрагмент
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

“Burada olduğunu duydum” dedi oğlan aceleyle, “ve seni görmek için bir araca atlayıp geldim. Geri döndüğünü gördüğüme çok sevindim.”

Kyra buruk bir şekilde gülümsedi.

“Korkarım çok uzun bir süre değil kardeşim” dedi.

Aidan’ın gözlerinden bir endişe dalgası geçti.

“Gidiyor musun?” diye sordu yıkılmış bir şekilde.

Babaları araya girdi.

“Dayısını görmeye gitmesi gerekiyor” diye açıkladı. “Şimdi bırak da gitsin.”

Kyra babasının dayınızı değil de dayısını dediğini fark etmişti ve bunun nedenini merak etti.

“O halde ben de ona katılmalıyım!” dedi Aidan gururla.

Babası başını salladı.

“Hayır, katılmamalısın” diye cevapladı.

Kyra küçük kardeşine gülümsedi, her zamanki gibi cesurdu.

“Babamızın sana başka bir yerde ihtiyacı var” dedi.

“Cephede mi?” diye sordu Aidan babasına dönerek umutlu bir şekilde. “Esephus’a gitmek için hazırlanıyorsun” diye ekledi aceleyle. “Duydum! Ben de sana katılmak istiyorum!”

Fakat babası başını salladı.

“Sen Volis’e gidiyorsun” diye cevapladı. “Orada kalacaksın ve arkada bırakacağım adamlar tarafından korunacaksın. Cephe şimdilik sana göre bir yer değil. Bir gün olacak.”

Aidan hayal kırıklığı ile kıpkırmızı oldu.

“Fakat ben de savaşmak istiyorum baba!” diye itiraz etti. “Boş bir kalede kadınlar ve çocuklarla kalmak istemiyorum!”

Babasının adamları bıyık altından gülüyordu fakat babasının ifadesi ciddiydi.

“Kararımı verdim” diye cevapladı kesin bir şekilde.

Aidan kaşlarını çattı.

“Eğer Kyra’ya da sana da katılamıyorsam” dedi vazgeçmeyi reddederek “o halde savaşmakla ilgili öğrendiklerimin, silah kullanmakla ilgili öğrendiklerimin ne faydası var? Neden o kadar eğitim aldım?”

“Önce sakal bırak küçük kardeşim” dedi Braxton gülerek öne çıkıp. Brandon da yanındaydı.

Adamlar arasında bir gülme yayıldı ve Aidan kızardı, diğerlerinin önünde açıkça utandırılmıştı.

Kyra kötü hissediyordu, kardeşinin önünde diz çöktü, ona bakıp bir elini yanağına koydu.

“Onların hepsinden çok daha iyi bir savaşçı olacaksın” dedi alçak bir sesle, böylece sadece kardeşi duyabilecekti. “Sabırlı ol. Bu arada Volis’e göz kulak ol. Oranın sana ihtiyacı var. Beni gururlandır. Geri döneceğim, söz veriyorum ve bir gün büyük savaşlarda birlikte savaşacağız.”

Aidan öne eğilip ablasına sarıldığında biraz daha yumuşamış gibiydi.

“Gitmeni istemiyorum” dedi sessizce. “Seninle ilgili bir rüya gördüm. Rüyamda…” gönülsüzce ablasına baktı, gözleri yaşla doldu. “…yolda öldüğünü gördüm.”

Kyra kardeşinin sözleriyle şoke olmuştu, özellikle de gözlerindeki ifade nedeniyle… Onu huzursuz etmişti. Ne diyeceğini bilemiyordu.

Anvin öne çıkıp Kyra’nın omuzlarına, onu ısıtan kalın ve ağır bir kürk koydu. Kyra ayağa kalktı ve kendini 4-5 kilo ağır hissetti fakat kürk dışardan gelen tüm rüzgârı kesmişti ve sırtındaki ürpertiyi almıştı. Anvin gülümsedi.

“Gecelerin uzun olacak ve ateşler de uzak” dedi ve ona hızlıca sarıldı.

Babası öne çıkıp kızına sarıldı, bir komutanın güçlü sarılışıydı bu. O da babasına sarıldı, kaslarının arasında kaybolmuş, güvenli ve güvende hissediyordu.

“Sen benim kızımsın” dedi babası net bir şekilde “bunu sakın unutma.” Daha sonra diğerlerinin duyamayacağı şekilde sesini alçalttı ve ekledi “seni seviyorum.”

Kyra duygu yoğunluğuyla dolup taşmıştı fakat babasına cevap vermeye fırsat bulamadan babası dönüp uzaklaştı ve aynı anda Leo inledi ve ona doğru atılıp burnuyla göğsünü dürttü.

“O da seninle gelmek istiyor” diye yorumladı Aidan. “Onu da al, ona benim Volis’teki hapis halimden daha çok ihtiyacın olacak. Hem zaten o senin.”

Kyra Leo’ya sarıldı, hayvanın onun yanından ayrılmama isteğini reddedemezdi. Leo’nun da ona katılması fikri onu rahatlatmıştı, hem onu da çok özlemişti. Bir çift daha göz ve kulak kullanışlı olabilirdi ve ona Leo’dan daha sadık kimse yoktu.

Kyra hazır olduktan sonra tekrar Andor’a bindi ve babasının adamları yolunu açtılar. Adamlar köprü boyunca ona saygı göstermek için meşaleleri havaya kaldırmışlar, geceyi uzaklaştırıyor, onun için yolu aydınlatıyorlardı. Heyecan ve korku hissetti fakat en önemlisi de sorumluluk duygusu hissetti. Bir amaç duygusu hissetti. Önünde hayatının en önemli görevi vardı, söz konusu olanın yalnızca kimliği değil, aynı zamanda tüm Escalon’un kaderi olan bir görev. Riskler daha yüksek olamazdı.

Asası bir omzunda, yayı diğer omzunda asılı, Leo ve Dierdre yanında, Andor hemen altında ve babasının adamları onu izlerken Kyra Andor’u şehir kapılarına doğru sürmeye başladı. Başta yavaş gidiyordu, meşalelerin arasından, adamları geçti, sanki bir rüyaya gidiyor gibi hissediyordu, kaderine yürüyormuş gibi… Dönüp arkasına bakmadı, kararlılığını yitirmek istemiyordu. Babasının adamlarından biri bir boru öttürdü, yola çıkışın sesi, saygının sesiydi…

Andor’u mahmuzlamaya hazırlandı fakat Andor onu önceden sezmiş gibiydi. Koşmaya başladı. Önce tırısa kalktı, sonra dörtnala koşmaya başladı.

Dakikalar içinde Kyra kendini Argos’un kapılarından, köprünün üzerinden geçerek, açık alana, karlara doğru uçarken buldu. Soğuk bir rüzgar saçlarının arasından geçiyordu ve önünde uzun bir yol, yabani yaratıklar ve gecenin çöken karanlığından başka hiçbir şey yoktu.

BÖLÜM DÖRT

Merk çamurlu zeminde tökezleyerek, ağaçların arasında savrularak koşuyordu. Alaçam Ormanını yaprakları o koşarken ayaklarının altında çıtırdıyordu. Uzaklara baktı ve ufku doldurup, kızıl gün batımını görmeyi engelleyen duman tabakalarını göz önünde tutmaya çalıştı ve içinde bir telaş hissetti. Kızın orada olduğunu biliyordu ve hatta belki de tam o anda öldürülmek üzereydi ve ne yazık ki daha hızlı koşamıyordu.

Görünüşe göre cinayet gelip bir şekilde onu buluyordu. Sanki her gün, her hareketinde, sıradan insanları her gün yemeğe çağrılışı gibi karşısına çıkıyordu. Ölümle randevusu vardı. Annesinin eskiden söylediği bu sözler kulağında çınlıyordu ve bu sözler hayatının büyük çoğunluğunda bir lanet gibi peşini bırakmamıştı. Annesinin sözleri kendini mi gerçekleştiriyordu? Veya kendisi başında bir lanetle mi doğmuştu?

Merk için öldürmek, nefes almak, yemek yemek gibi doğal bir parçası olmuştu; kim için veya nasıl yapıyor olduğu fark etmiyordu. Konu üzerine kafa yordukça içindeki tiksinti duygusu artıyordu; tüm hayatını kusmak ister gibiydi. Her ne kadar tüm benliği geri dönüp yeni bir hayata başlamasını, Ur Kulesine yaptığı kutsal yolculuğuna devam etmesini haykırsa da bunu yapamamıştı. Şiddet bir kez daha onu çağırıyordu ve bu çağrıyı duymazdan gelebileceği bir zamanda değildi.

Merk koşarken yükselen duman bulutlarına daha da yaklaşmıştı ve nefes almakta zorlanıyordu. Dumanın kokusu burun deliklerini yakıyordu ve tanıdık bir duygu kontrolünü ele almaya başlamıştı. Bu korku ve hatta onca yıldan sonra heyecan değildi. Bu alışmışlık hissiydi. Dönüşmek üzere olduğu ölüm makinesinin alışılmışlığı… Ne zaman bir çarpışmaya, kendi şahsi çarpışmalarına girecek olsa bu durum ortaya çıkıyordu. Kendi çarpışma şeklinde rakibini yüz yüzeyken öldürmüş, hiçbir maske veya zırhın arkasına saklanmamış veya parıltılı şövalyeler gibi kalabalıkların alkışını duymamıştı. Kendi görüşüne göre onunki olabilecek en cesur çarpışma şekliydi yalnızca kendisi gibi gerçek savaşçılara mahsustu.

Ve Merk koştuğu sırada bir şeyler ona farklı geldi. Genelde Merk kimin ölüp kimin sağ kaldığıyla pek ilgilenmezdi, olaya sadece iş olarak bakardı. Böylece mantığına bağlı kalabiliyor, duygular tarafından ele geçirilmesini engelleyebiliyordu. Fakat bu sefer farklıydı. Bu sefer, hatırlayabildiği kadarıyla ilk defa, kimse ona bir ödeme yapmıyordu. Bu sefer sadece kendi isteğiyle yola koyulmuştu, bir kızı üzmüş olması ve yanlışlarını düzeltmek istemesi dışında hiçbir sebebi yoktu. Bu durum ona kendini bağlanmış hissettirdi ve bu duyguyu hiç sevmedi. Daha erken harekete geçmediği ve kızı geri çevirdiği için pişmanlık hissediyordu.

Merk sabit bir tempoyla koşuyor, hiçbir silah taşımıyordu ve buna ihtiyacı da yoktu. Yalnızca belindeki hançeri vardı ve bu da yeterliydi. İşin aslı, hançeri kullanmayabilirdi bile. Çarpışmalara silahsız girmeyi tercih ederdi, böylece rakiplerini savunmasız yakalayabiliyordu. Ayrıca her zaman düşmanlarının silahlarını ellerinden alabiliyor ve bunları onlara karşı kullanabiliyordu. Bu özelliği gittiği her yerde aniden bir cephaneliğe sahip olmasını sağlıyordu.

Merk Alaçam’dan çıktı, ağaçlar geniş, boş arazilere ve alçaklı yüksekli tepelere açılıyordu. Ufukta batmakta olan dev, kırmızı güneşi gördü. Önünde bir vadi uzanıyordu, hava kızgınmışçasına dumanla doluydu ve siyahtı ve kızın çiftliğinden geri kalanların üzerinde bir alev yükseliyordu. Merk bulunduğu yerden bile adamların, suçluların sinsice gülüşlerini duyabiliyordu; sesleri zevkle ve kana susamışlıkla doluydu. Profesyonel gözlerle suç mahallini taradı ve adamları hemen fark etti. Sağa sola koşturan bir düzine kadar adamın yüzleri meşalelerle aydınlanıyor, her yeri ateşe veriyorlardı. Bazıları ahırdan eve doğru koşup, çalı çırpıdan yapılmış çatıyı ateşe verirken, bir kısmı da baltalarıyla saldırarak masum sığırları katlediyordu. Adamlardan birinin bir kişiyi saçlarından tutup çamurlu zeminde sürüklediğini gördü.

Bir kadın.

Merk bunun o kız olup olmadığını ve kızın hala hayatta olup olmadığını merak etti ve kalp atışları hızlandı. Adam kızı, ailesi olma ihtimali yüksek olan birilerine doğru sürüklüyordu. Hepsi ambarda iplerle sımsıkı bağlanmıştı. Annesi ve babası oradaydı, yanlarında da ondan daha küçük ve daha genç, büyük ihtimalle kardeşleri olan kızlar vardı. Rüzgar estikçe siyah bir duman bulutu hareket ediyordu. Merk sürüklenmekte olan kişinin, çamura bulanmış sarı saçlarını gördü ve bunun o kız olduğunu anladı.

Tepeden aşağı doğru hızla koşarken Merk damarlarına adrenalin dolduğunu hissetti. Çamurlu yerleşkeye doğru hareketlendi, ateş ve dumana doğru koştu ve sonunda neler olduğunu görebildi. Kızın ailesi duvarın önünde, çoktan öldürülmüştü. Boğazları kesilmişti ve bedenleri cansız bir şekilde sallanıyordu. Sürüklenmekte olan kızın hala canlı olduğunu ve ailesinin kaderini paylaşmamak için direndiğini görünce bir rahatlama duygusu hissetti. Bir adamın elinde bir hançerle kızın getirilmesini beklediğini gördü ve kızın da az sonra öldürüleceğini anladı. Kızın ailesini kurtarmak için geç kalmıştı fakat kızı kurtarmak için henüz geç değildi.

 

Merk adamları savunmasız yakalaması gerektiğini biliyordu. Adımlarını yavaşlattı ve sakin bir şekilde yerleşkenin merkezine girdi. Sanki sonsuz zamanı varmış gibi davranıyor, adamların onu fark etmesini bekliyor, onların kafasını karıştırmak istiyordu.

Kısa süre sonra adamlardan biri onu fark etti. Adam anında ona doğru döndü. Tüm bu katliamın arasında, sakince yürüyen bir adamı görmek onu şoke etmişti. Arkadaşlarına seslendi.

Merk ilerleyip çok normal bir şekilde kıza yaklaştığı sırada, herkesin kafası karışmış bir halde ona baktığını hissetti. Kızı sürükleyen adam omzunun üzerinden dönüp baktı ve Merk’i görünce durdu, eli gevşedi ve kızın çamura düşmesine sebep oldu. Dönüp diğerleriyle birlikte Merk’e yaklaştı. Hepsi kavgaya hazır bir şekilde üzerine geliyordu.

“Bakalım burada ne varmış?” diye bağırdı adamlardan biri. Liderleri o olmalıydı. Bu, kızı sürükleyen adamdı ve yüzünü Merk’e döndükten sonra, diğerleri etrafını sararken, belinden bir kılıç çekip Merk’e doğru yaklaştı.

Merk yalnızca kıza bakıyor, hayatta olduğundan ve zarar görmemiş olduğundan emin olmaya çalışıyordu. Kızın çamurun içinde kıvrılıp yavaşça kendini topladığını görünce rahatlamıştı. Kız başını kaldırıp ona baktı, şaşırmış ve kafası karışmıştı. Merk, hiç olmazsa onu kurtarmak için geç kalmadığı için rahatladığını hissetti. Belki de bu çok uzun olacak bir kefaret yolunun ilk adımıydı. Belki de yolculuğu kulede değil fakat hemen o anda orada başlayacaktı.

Kız çamurun içinde dönüp dirseklerinin üzerinde doğrulurken gözleri buluştu ve Merk kızın gözlerinin umutla dolduğunu gördü.

“Öldür onları!” diye ciyakladı kız.

Merk sakin tavrını korudu. Hala, sanki etrafındaki adamları hiç fark etmemiş gibi normal bir şekilde kıza doğru yürüyordu.

“Demek kızı tanıyorsun” diye bağırdı liderleri.

“Amcası mısın?” diye sordu bir tanesi alay ederek.

“Yoksa uzun zamandır kayıp olan ağabeyi mi?” diyerek güldü bir diğeri.

“Onu korumak için mi geldin, ihtiyar?” diyerek alay etti bir başkası da.

Adamlar yaklaşırken diğerleri de gülüyordu.

Her ne kadar belli etmese de Merk tüm rakiplerinin dökümünü çıkarıyor, gözünün ucuyla onları tartıyor, kaç kişi olduklarını, ne kadar iri olduklarını, ne kadar hızlı hareket edebileceklerini, ne silahlar taşıdıklarını belirliyordu. Kas yağ oranlarının analizini yaptı, ne giydiklerine, kıyafetleriyle ne kadar esnek olabileceklerine, çizmeleriyle ne kadar hızlı dönebileceklerine baktı. Taşıdıkları silahlara dikkat etti, basit bıçaklar, bitik durumda hançerler, çok kötü bilenmiş kılıçlar… Silahları tutuş şekillerine, yanlarında mı yoksa açık şekilde önlerinde mi tuttuklarına ve hangi elleriyle tuttuklarına baktı.

Çoğunun amatör olduğunu fark etti ve biri hariç hiçbiri onu endişelendirmedi. Elinde bir arbalet olanı… Merk önce bu adamı öldürmesi gerektiğini aklının bir köşesine yazdı.

Merk farklı bir bölgeye girmişti, farklı bir düşünme, farklı bir oluş şekline; ne zaman bir yüzleşmeyle karşılaşsa kendisini doğal olarak ele geçiren bir varoluşa geçmişti. Kendi dünyasına gömülmüştü, üzerinde çok az kontrolü olan bir dünya, vücuduna yaşam veren bir dünya… Ona kaç adamı, ne kadar hızlı ve ne kadar etkili şekilde öldürebileceğini söyleyen bir dünyaydı bu. Mümkün olan en az zahmetle en fazla zararı nasıl verebileceğini söyleyen bir dünya…

Bu adamlar için üzüldü; neye doğru yürüdükleri hakkında en ufak bir fikirleri yoktu.

“Hey, sana söylüyorum!” diye bağırdı yalnızca üç metre kadar uzağında olan liderleri. Kılıcını küçümser bir ifadeyle tutuyor ve hızla yaklaşıyordu.

Fakat Merk yolundan çıkmadı, sakin ve ifadesiz bir şekilde yürümeye devam etti. Odaklanmış halini koruyor, liderlerinin kelimelerini belli belirsiz duyuyordu; zihni tamamen sessizdi. Ortam kendisi için uygun oluncaya kadar koşmayacak veya herhangi bir sinir belirtisi göstermeyecekti. Bu hareketsizliğini nedeniyle adamların nasıl bocalamakta olduğunu hissedebiliyordu.

“Hey, ölmek üzere olduğunu biliyor musun?” dedi liderleri ısrarcı bir şekilde. “Beni duyuyor musun?”

Merk sakince yürümeye devam ederken öfkeden deliren liderleri daha fazla bekleyemedi. Öfkeyle bağırdı, kılıcını çekip Merk’in omzuna doğru savurarak saldırıya geçti.

Merk hiç tepki vermeden bekledi. Saldırganına doğru sakince yürüdü, ortamı germeden ve herhangi bir direniş belirtisi göstermeden son ana kadar bekledi.

Rakibinin kılıcı en üst noktaya, başının üstüne çıkana kadar bekledi, bunun, herhangi biri için kırılabilirlik dönüm noktası olduğunu çok uzun zaman önce öğrenmişti ve ardından Merk, rakibinin öngörebileceğinden çok daha hızlı bir şekilde bir yılan gibi ileri atıldı, iki parmağını adamın koltukaltındaki basınç noktasına vurmak için kullandı.

Saldırganın gözleri acı ve şaşkınlıkla büyüdü ve anında kılıcını düşürdü.

Merk adama yaklaştı, kolunu adamın kollarının etrafından geçirdi ve onu kilitlemek için kollarını sıktı. Aynı anda adamı başının arkasından tutup etrafında çevirdi ve bir kalkan gibi kullandı. Merk’i endişelendiren bu adam değildi, hemen arkasında duran arbaletli saldırgandı. Merk daha çok kendine bir kalkan edinmek için önce bu serseme saldırmıştı.

Merk dönüp, tam tahmin ettiği gibi üzerine nişan almış olan arbaletli adamla yüz yüze geldi. Kısa bir süre sonra Merk bir okun fırlatıldığının habercisi sesi duydu ve okun havada uçup kendine doğru gelişini izledi. Merk kıvranan insan kalkanını sıkıca kavradı.

Daha sonra bir nefes kesilmesi oldu ve Merk sersemin kolları arasında kaçmaya çalıştığını hissetti. Liderleri acıyla bağırdı ve sonra aniden Merk de sanki midesine bir bıçak saplanmış gibi bir acı hissetti. Önce ne olduğunu anlayamadı fakat sonra okun, kalkanının karnını delip geçtiğini ve okun ucunun neredeyse kendi karnına da saplanmış olduğunu hissetti. Yalnızca 1 santim kadar girmiş olan ok onu ciddi bir şekilde yaralayamayacak olsa da canını korkunç şekilde yakmaya yetmişti.

Arbaleti yeniden doldurmak için gereken zamanı hesaplayan Merk liderin cansız bedenini yere atıp kılıcı elinden aldı ve fırlattı. Kılıç havada dönerek arbaletli adama doğru uçtu ve adamın göğsüne saplanırken adam gözleri şoka uğramış şekilde açık çığlık attı. Arbaleti elinden düşürdü ve cansız bir şekilde yere yığıldı.

Merk dönüp hepsi de açık bir şekilde şoke olmuş diğer adamlara baktı. En iyi iki adamları ölmüştü ve hepsi de ne yapacaklarını bilmez durumdaydı. Hepsi garip bir sessizlik içinde birbirine baktı.

“Sen kimsin?” diye bağırdı sonunda biri gergin bir ses tonuyla.

“Ben” diye cevapladı Merk, “sizin gece uyuyamamanıza sebep olan şeyim.”

BÖLÜM BEŞ

Duncan ordusuyla birlikte at sürüyordu. Gecenin karanlığında onları güneye, Argos’tan uzağa götürürken, yüzlerce atlının sesi kulaklarında uğulduyordu. Güvendiği komutanları hemen yanında at sürüyorlardı, Anvin bir yanında Arthfael diğer yanındaydı. Yüzlerce atlı yanlarında sıralanmış birlikte at sürerken, yalnızca Vidar Volis’i korumak için eve dönmüştü. Diğer komutanların aksine Duncan adamlarıyla yan yana at sürmeyi tercih ederdi. Onları bir nesne olarak değil silah arkadaşı olarak görüyordu.

Gecenin içinde, karlı yolda ilerliyor, soğuk bir rüzgar saçlarının arasından geçiyordu ve hareket halinde olmak, savaşa gidiyor olmak, Duncan’ın ömrünün yarısında yaptığı gibi Volis’in duvarları arkasında sinmemiş olmak iyi hissettirmişti. Duncan etrafına bakıp oğulları Brandon ve Braxton’ın da adamlarının yanında at sürdüğünü gördü ve onların yanında olmasından gururlandı. Fakat kızı için endişelendiği gibi onlar için endişelenmiyordu. Kendi kendine endişelenmemesi gerektiğini söylemiş olmasına rağmen, saatler geçtikçe Duncan gece düşüncelerinin Kyra’ya doğru dönmekte olduğunu fark etti.

Kızının nerelerde olabileceğini merak etti. Escalon’u tek başına, yanında yalnızca ona katılmış olan Dierdre, Andor ve Leo’yla geçerken düşündü ve kalbi sıkıştı. Onu göndermiş olduğu yolculuğun en sert adamlardan bazılarını bile tehlikeye atabilecek bir yolculuk olduğunu biliyordu. Eğer kızı bu yolculuğu başaramazsa bununla asla yaşayamazdı. Fakat umutsuz zamanlarda umutsuz eylemler yapılırdı ve kızının bu görevi tamamlamasına her zamankinden çok ihtiyacı vardı.

Bir tepeden inip bir diğerine tırmandılar ve rüzgâr hızlandı. Duncan önünde yayılan, ay ışığıyla aydınlanan vadiye baktı ve hedeflerini düşündü: Esephus. Deniz kalesi, limana kurulu şehir, kuzeydoğunun kesişim noktası ve tüm gemicilik faaliyetleri için en önemli liman. Şehir bir yanında Gözyaşı Denizi, diğer yanında liman ile komşuydu ve Esephus’un kontrolünü elinde her kim bulundurursa Escalon’un yarısından fazlasına da hükmedebileceği söylenirdi. Duncan, eğer toplanan bir devrim ihtimali doğacaksa ilk durağının, Argos’a en yakın ve çok hayati bir kale olan Esephus’un olması gerektiğini biliyordu. Bu bir zamanların muhteşem şehrinin özgürlüğüne kavuşturulması gerektiğini biliyordu. Duncan, bir zamanlar Escalon bayrakları dalgalanan gemilerle dolan gururlu limanının şimdi, bir zamanlar nasıl bir yer olduğunun mütevazı bir hatırlatıcısı olarak, Pandesia gemileriyle dolu olduğunu biliyordu.

Duncan ve Esephus’un yöneticisi Seavig bir zamanlar yakınlardı. Sayısız kereler silah arkadaşı olarak çarpışmalara katılmışlardı ve Duncan onunla birçok kez denize açılmıştı. Fakat işgalin ardından bağlantıyı kaybetmişlerdi. Bir zamanlar gururlu bir komutan olan Seavig şimdi sıradan bir askerdi ve diğer tüm şehir yöneticisi komutanlar gibi, denizlere açılamıyor, şehrini yönetemiyor veya diğer kalelere ziyarete gidemiyordu. Hatta onu, diğer tüm Escalon komutanları gibi gözaltına almış ve ona gerçekten ne olduğuna dair bir sıfat yapıştırmış da olabilirlerdi; bir tutsak…

Duncan, yalnızca adamlarının meşaleleriyle aydınlanan vadilerde, gecenin içinde ilerliyordu. Yüzlerce pırıltı güneye doğru gidiyordu. İlerledikleri sırada daha fazla kar yağdı ve rüzgar şiddetini artırdı. Ay bulutların arasından sıyrılmaya çalışırken meşalelerin alevleri de sönmemek için direndi. Fakat Duncan’ın ordusu, onun için dünyanın neresine olsa gidecek bu adamlar, mesafeleri kat ederek ilerlemeye devam etti. Duncan, gece bir de üstüne kar yağarken saldırmanın sıra dışı bir şey olduğunu biliyordu fakat Duncan her zaman sıra dışı bir savaşçı olmuştu. Bu özelliği sayesinde yükselmiş ve eski kralın bir numaralı komutanı haline gelmiş, kendisine ait bir kaleye sahip olmuştu. Ve bu özelliği sayesinde tüm o dağılan komutanlar arasında en saygı duyulan kişi haline gelmişti. Duncan hiçbir zaman başkalarının yaptığını yapmamıştı. Hayatı boyunca uymaya çalıştığı bir mottosu vardı: başkalarının en az bekleyeceği şeyi yap.

Duncan’ın isyan haberi güneyde bu kadar uzağa, eğer Duncan zamanında yetişirse, çok hızlı ulaşamazdı; dolayısıyla Pandesia’lılar bir saldırı beklemiyor olacaktı. Ve ayrıca gece vakti, üstelik kar yağarken bir saldırı olabileceğini kesinlikle beklemiyor olacaklardı. Gece yolculuğunun risklerini, atların ayaklarının kırılabileceğini ve yüzlerce başka sorunu onlar da biliyordu. Fakat duncan savaşların genelde güçle değil, sürpriz ve hızla kazanıldığını biliyordu.

Duncan Esephus’a varana kadar gece boyunca at sürmeyi, büyük Pandesia ordusunu alt etmeyi denemeyi ve birkaç yüz adamıyla birlikte bu muhteşem şehri kurtarmayı planlamıştı. Ve eğer Esephus’u alabilirlerse, daha sonra belki; ama sadece belki, harekete geçebilir, savaşa girebilir ve Escalon’un tamamını da geri alabilirdi.

“Aşağıda!” diye bağırdı Anvin karın arasından parmağıyla göstererek.

Duncan aşağıdaki vadiye baktı ve kar ve sise rağmen şehrin kırsal alanına yayılmış küçük köyleri gördü. Duncan, bu köylerde Escalon’a sadık, cesur savaşçıların yaşadığını biliyordu. Hepsi ancak bir avuç adam ederdi fakat yine de kullanılabilir bir ek güç oluştururlardı. Duncan hızını artırabilir ve ordusunun saflarını sıklaştırabilirdi.

Duncan rüzgârın atların sesinin üzerinde bir sesle bağırdı.

“Boruları çalın!”

Adamları bir dizi boru sesi çaldı, kısa kısa öttürülen, Escalon’un eski toplanma çağrısıydı bu, kalbini ısıtan, Escalon’da uzun yıllardır duyulmayan bir ses. Hemşerilerine tanıdık gelecek bir sesti bu, bilmeleri gereken her şeyi onlara anlatan bir ses. Eğer bu köylerde iyi adamlar varsa, bu ses onları uyandıracaktı.

Borular tekrar tekrar çaldı ve onlar yaklaşırken köylerde de meşaleler yanmaya başladı. Varlıkları nedeniyle alarm durumuna geçmiş köylüler sokakları doldurmaya başlamıştı. Meşale alevleri karın arasında titreşiyordu. Adamlar aceleyle giyinmişler, silahlarını hazırlıyor, her ne zırhları varsa onları kuşanıyorlardı. Hepsi yaklaşmakta olan Duncan ve adamlarını görmek için gözlerini dikmiş, sanki bir mucizeye tanık oluyormuş gibi hareketler yapıyordu. Duncan adamlarının yarattığı görüntüyü sadece hayal edebilirdi, gecenin içinde, kar fırtınasının arasında, vadiden aşağı, kara karşı ateşle savaşan bir lejyon gibi yüzlerce meşale taşıyan, dörtnala gelen atlılar…

 

Duncan ve adamları ilk köye girdi ve durdu. Yüzlerce meşale ateşi irkilmiş yüzleri aydınlatıyordu. Duncan hemşerilerinin umutla dolu yüzlerine baktı ve adamlarına hiç olmadığı kadar çok cesaret vermeye kendini hazırlayarak en cesur savaş tavrını takındı.

“Escalon’un erkekleri!” diye gürledi, atını yürüme hızına almış, etrafında toplanan herkesi görebilmek için dönüyor ve daireler çiziyordu.

“Pandesia’nın boyunduruğu altında gereğinden uzun süre kaldık! Burada kalmayı seçip, bu köydeki hayatlarınıza devam edebilir ve bir zamanlar Escalon’un nasıl bir yer olduğunu hatırlayarak yaşayabilirsiniz veya özgür erkekler olarak yeniden ayağa kalkıp, özgürlük uğruna gireceğimiz büyük savaşta bize yardım edebilirsiniz!”

Köylüler oybirliği etmişçesine ileri atılırken herkesten heyecan nidaları yükseldi.

“Pandesialılar artık kızlarımızı da almaya başladı!” diye bağırdı bir adam. “Eğer bu özgürlükse, bağımsızlığın ne olduğunu bilmiyorum!”

Köylüler tezahürat yaptı.

“Seninleyiz Duncan!” diye bağırdı bir başkası. “Seninle ölüme bile gideriz!”

Bir tezahürat daha yükseldi ve köylüler Duncan’ın adamlarına katılmak için atlarına koşup binmeye başladı. Duncan ordusunun saflarının genişlemesinden memnun bir şekilde atını mahmuzlardı ve köyün dışına doğru at sürmeye başladı. Escalon’un ayaklanması için ne kadar geç kalmış olduklarını fark ediyordu.

Kısa süre sonra bir diğer köye ulaştılar. Bu köyün erkekleri, boru seslerini ve bağrışları duyduktan sonra çoktan dışarı çıkmış, meşaleleri yakmış, bekliyorlardı. Ordunun git gide büyümekte olduğunu görmüşlerdi ve hepsi neler olduğunu çok iyi biliyordu. Yerel köylüler birbirlerine sesleniyor, birbirlerinin yüzlerini tanıyor, neler olduğunun farkına varıyordu ve hiçbir konuşmaya gerek bırakmıyorlardı. Duncan burada da köylülerin arasında gezdi ve özgürlükleri için, itibarlarının onarılması için son derece hevesli olan köylülerin, atlarına atlayıp, silahlarını kuşanıp, Duncan onları her nereye götürürse oraya gitmek üzere orduya katılmalarını sağlamak için ikna etme çalışması yapmasına gerek kalmamıştı.

Duncan tüm kırsal alanı köyden köye gezdi, rüzgâra, kara ve gecenin karanlığına rağmen hepsi de ayaklanıyordu. Duncan bu insanların özgürlük arzularının, gecenin en karanlık anında bile parıldamak ve hayatlarını geri kazanmak için silah başı yapma isteklerinin ne derece güçlü olduğunu fark etti.

*

Duncan genişleyen ordusunu gecenin içinde güneye doğru götürdü. Dizginleri kavrayan elleri soğuktan kurumuş ve uyuşmuştu. Daha güneye gittikçe arazi de değişmeye başladı. Volis’in kuru soğuğu yerine Esephus’un nemli soğuğuna bırakmıştı. Havası, Duncan’ın hatırladığı gibi, denizin nemi ve tuzun kokusuyla ağırlaşmıştı. Buradaki ağaçlar da daha kısaydı, rüzgarla süpürülmüşlerdi ve hepsi, sanki hiç kesilmiyormuş gibi esen doğru rüzgarlarıyla eğilmiş gibiydi.

Ardı ardına tepeleri aştılar. Kara rağmen bulutlar aralandı ve gökyüzünde ay göründü; ay ışığı üzerlerinde parlıyor, yollarını aydınlatıyordu. Savaşçılara geceye karşı at sürüyordu ve bu Duncan’ın hayatının geri kalanı boyunca hatırlayacağı bir gece olacaktı. Hayatta kalacağını varsayıyordu. Bu, her şeyi harekete geçiren çarpışma olacaktı. Kyra’yı, ailesini, evini düşündü ve onları kaybetmek istemedi. Kendi hayatı, tanıdığı ve sevdiği herkesin hayatı söz konusuydu ve o gece hepsini riske atabilirdi.

Duncan omzunun üzerinden baktı ve yüzlerce adamı ordusuna kattığını görüp memnun oldu, hepsi tek vücut halinde, tek bir amaçla at sürüyordu. Duncan, mevcut sayılarına rağmen düşman karşısında sayıca geride olacaklarını ve profesyonel bir orduyla karşılaşacaklarını biliyordu. Esephus’ta binlerce Pandesialı bulunuyordu. Elbette Seavig’in hala kendi denetiminde yüzlerce dağıtılmış adamı olduğunu biliyordu fakat bunları Duncan’a katılmak için riske atıp atmayacağını bilmesinin hiçbir yolu yoktu. Duncan, Seavig’in kendisine katılmayacağını varsaymak zorundaydı.

Bir tepeyi daha tırmandılar ve herhangi bir kışkırtmaya sebep olmamak için durdular. Aşağıda, uzakta Gözyaşı Denizi uzanıyor, dalgaları kıyıyı, büyük limanı dövüyor ve hemen yanında kadim şehir Esephus yükseliyordu. Şehir sanki denizin içine inşa edilmiş gibi duruyordu, dalgalar taş duvarlarını dövüyordu. Şehir, sanki denizle yüzleşiyor gibi, sırtını karaya dayamıştı, şehir kapısı ve kale kapıları, sanki atlardan çok gemilerin barınmasıyla ilgileniyormuş gibi denize dalıyordu.

Duncan, sonu gelmeyen gemilerle dolu limanı inceledi ve üzerlerinde, kalbine hakaret edercesine dalgalanan, sarı ve mavi Pandesia bayraklarını görmek onu kırdı. Rüzgarda dalgalanan, bir kartalın ağzındaki kuru kafadan oluşmuş Pandesia amblemini görmek Duncan’ım midesini bulandırıyordu. Böylesine harika bir şehrin Pandesia elinde tutsak olması Duncan için bir utanç kaynağıydı ve gecenin karanlığında bile yanaklarının kızardığı görülebiliyordu. Gemiler limanda kendini beğenmiş bir edayla duruyordu, güven içinde demirlenmişlerdi ve hiçbiri bir saldırı beklemiyordu. Elbette! Kim onlara saldırmaya cüret edebilirdi ki? Özellikle de gecenin karanlığında ve kar fırtınası altında?

Duncan tüm adamlarının gözlerinin üzerinde olduğunu hissetti, kader anının geldiğini biliyordu. Herkes onun kaderlerini belirleyecek kararını bekliyordu, Escalon’un kaderini değiştirecek kararını bekliyorlardı. Uğuldayan rüzgara karşı atının üstünde otururken içinde kaderinin şekillenmeye başladığını hissetti. Bunun hayatını ve tüm adamlarının hayatını belirleyen anlardan biri olduğunu biliyordu.

“HÜCUM!” diye gürledi.

Adamları savaş çığlığı attı ve aynı anda tepeden aşağı doğru hücuma geçtiler; birkaç yüz metre ilerideki limana doğru hızla ilerliyorlardı. Meşalelerini havaya kaldırdılar ve rüzgâr yüzünü yalarken Duncan kalbinin yerinden çıkacak gibi attığını hissetti. Bu görevin bir intihar olduğunu biliyordu fakat aynı zamanda işe yarayabilecek kadar da çılgıncaydı.

Kırsal alanı yırtarcasına geçtiler, atları o kadar hızlı dörtnala gidiyordu ki, soğuk hava neredeyse nefesini kesiyordu. Limana yaklaştıkları sırada, taş duvarlar yüz metreden biraz daha yakınlarken Duncan çarpışmaya hazırlandı.

“OKÇULAR!” diye bağırdı.

Okçuları arkasında düzenli sıralar halinde geliyorlardı. Okların uçlarını meşaleye tutarak yaktı ve emrini bekledi. Atları gümbürtüler çıkararak ilerliyordu ve aşağıdaki Pandesialıların hala yaklaşan saldırıdan haberi yoktu.

Duncan daha fazla yaklaşana kadar bekledi, otuz beş metre, sonra yirmi beş ve sonra yirmi, nihayet zamanın geldiğini biliyordu.

“ATEŞ!”

Gecenin karanlığı yüksek kavisler çizerek havada uçan, yağan karı delip geçen ve limana demirli düzinelerce Pandesia gemisine doğru giden binlerce okla aydınlandı. Ateş böcekleri gibi, tek tek her bir ok hedefini buldu ve Pandesia gemilerinin dalgalanan yelkenlerine isabet etti.

Gemilerin alev alması sadece birkaç saniye sürmüştü; yangın rüzgârlı limanda hızla yayılırken, gemilerin önce yelken direkleri daha sonra da kendileri alevler içinde kaldı.

“TEKRAR!” diye bağırdı Duncan.

Ucu yanan oklar Pandesia donanmasının üzerine yağmur damlaları gibi düşerken ardı ardına ok atışları yapıldı.

Donanma başta gecenin yarısında sessizdi, askerler derin uykudaydı, hiçbiri bir şeyden şüphelenmiyordu. Duncan Pandesialıların aşırı kibirli, aşırı kayıtsız hale geldiklerini ve büyük ihtimalel bu tip bir saldırıyı hiçbir zaman beklemediklerini fark etti.

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»