Kehanet Gecesi

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Oracle Night, Paul Auster

© Paul Auster, 2003

© Can Sanat Yayınları Ltd. Şti., 2004

Bu eserin Türkçe yayın hakları Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır.

Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: 2004, İstanbul

8. basım: Şubat 2012, İstanbul

E-kitap 1. sürüm Eylül 2015, İstanbul

Şubat 2012 tarihli 8. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Şebnem Sunar

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design

Kapak resmi: ©

Ingram Publishing

ISBN 978-975-07-2727-6

CAN SANAT YAYINLARI

YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.

Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul

Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33

www.canyayinlari.com

yayinevi@canyayinlari.com

Paul Auster
KEHANET
GECESİ

ROMAN
İngilizce aslından çeviren
İLKNUR ÖZDEMİR

Paul Auster Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:

AY SARAYI / roman

YALNIZLIĞIN KEŞFİ / anı-roman

SON ŞEYLER ÜLKESİNDE / roman

KIRMIZI DEFTER / öykü

ŞANS MÜZİĞİ / roman

LEVIATHAN / roman

YÜKSEKLİK KORKUSU / roman

DUMAN / SURAT MOSMOR / senaryo

TIMBUKTU / roman

CEBİ DELİK / otobiyografi

KÖŞEYE KISTIRMAK / roman

YANILSAMALAR KİTABI / roman

NEW YORK ÜÇLEMESİ / roman

YAZI ODASINDA YOLCULUKLAR / roman

BROOKLYN ÇILGINLIKLARI / roman

AUGGIE WREN’İN NOEL HİKÂYESİ / öykü

DUVAR YAZISI / şiir

KARANLIKTAKİ ADAM / roman

LULU KÖPRÜDE / senaryo

GÖRÜNMEYEN / roman

SUNSET PARK / roman

KIŞ GÜNLÜĞÜ / roman


Paul Auster, 1947 yılında ABD’nin New Jersey eyaletinde, Newark’ta doğdu. Daha 12 yaşındayken, önemli bir çevirmen olan amcasının kitaplarını okuyarak edebiyata büyük bir ilgi duymaya başladı. Columbia Üniversitesi’nde Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okuduktan sonra dört yıl kadar Fransa’da yaşadı, Fransız yazarlardan çeviriler yaptı. XX. yüzyıl Fransız şiiri üstüne önemli bir antoloji hazırladı. İlk kez 1987’de New York Üçlemesi adlı yapıtıyla büyük ilgi gördü. Daha sonra Ay Sarayı, Kehanet Gecesi, Köşeye Kıstırmak, Son Şeyler Ülkesinde, Leviathan, Şans Müziği, Timbuktu, Yanılsamalar Kitabı, Yükseklik Korkusu, Brooklyn Çılgınlıkları, Yazı Odasında Yolculuklar, Karanlıktaki Adam ve Sunset Park adlı romanları, Yalnızlığın Keşfi adlı anı-romanı, Kırmızı Defter adlı öykü kitabı birbirini izledi. Auster, eşi yazar Siri Hustvedt ve iki çocuğuyla birlikte New York, Brooklyn’de oturuyor.


İlknur Özdemir, İstanbul’da doğdu. İstanbul Alman Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun oldu. Almanca ve İngilizceden çok sayıda çeviri yaptı. Başlıca çevirileri arasında Yalnızlığın Keşfi (Paul Auster), Tarçın Dükkânları (Bruno Schulz), Stiller (Max Frisch), Amok Koşucusu (Stefan Zweig), İrlanda Güncesi (Heinrich Böll), Saatler (Michael Cunningham), Küçük Şeylerin Tanrısı (Arundhati Roy), Utanç (Coetzee), Katran Bebek (Toni Morrison), Bech Döndü (John Updike), Gün Boyu Gece Yarısı (Hanif Kureishi) sayılabilir.


Q.B.A.S.G. için
(Anısına)

Uzun zamandır hastaydım. Hastaneden taburcu olacağım gün geldiğinde neredeyse yürümeyi unutmuştum, kim olduğumu bile güçlükle hatırlıyordum. Gayret et, dedi doktor, üç-dört ay içinde eski haline dönersin. Ona inanmasam da öğüdünü tuttum. Hayatımdan umut kesilmişti, herkesin tahminini çürütüp nasıldır bilinmez ölümden kurtulduğuma göre beni bekleyen bir gelecek varmışçasına yaşamak dışında bir seçeneğim kalmış mıydı?

Sokağa çıkıp kısa mesafelere yürümeye başladım, evimden bir-iki sokak uzaklaşıyor, sonra geri dönüyordum. Daha otuz dört yaşındaydım, ama aslına bakarsanız hastalık beni yaşlı bir adama döndürmüştü, hani şu adımını atmadan önce hangi ayağının hangisi olduğunu anlayabilmek için önce yere bakan, ayağını sürüye sürüye yürüyen sarsak ihtiyarlar gibi olmuştum. O günlerdeki gibi adımlarımı ağır ağır atarken bile, yürümek kafamın içini sanki tuhaf bir biçimde boş ve ağırlıksız kılıyor, karmakarışık işaretler ve çapraz teller birbiriyle savaşıyordu. Dünya gözlerimin önünde sıçrıyor, akıyor, bozuk bir aynadaki yansılar gibi kıvrılıp bükülüyor ve ne zaman bakışlarımı bir tek şeye yöneltmeye, döne döne üzerime gelen renklerin içinden bir tek nesneyi ayırmaya çalışsam –örneğin bir kadının başına örttüğü mavi bir eşarp ya da yanımdan geçen bir kamyonun kırmızı arka ışıkları– o nesne hemen çözülüp dağılmaya başlıyor, bir bardak suya damlayan boya gibi yok oluyordu. Her şey titreyip sallanıyor, dört bir yana fırlıyordu; ilk birkaç hafta bedenimin nerede bitip dünyanın geri kalanının nerede başladığını saptamakta zorlandım. Duvarlara, çöp bidonlarına tosluyor, köpeklerin kayışlarına, başıboş uçuşan kâğıt parçalarına dolanıyor, en ufak bir girintisi çıkıntısı olmayan kaldırımlarda tökezliyordum. Hayatım boyunca New York’ta yaşamıştım, ama artık ne sokakları ne de kalabalıkları anlayabiliyordum, ne zaman kısa bir yürüyüş yapmak için sokağa çıksam yabancı bir kentte yolunu kaybetmiş bir adam gibi hissediyordum kendimi.

O yıl yaz erken geldi. Haziranın ilk haftasının sonunda hava durgun, boğucu, soluk aldırmayan bir hal almıştı; gökyüzü günlerce hareketsiz, yeşilimsi kalıyordu, çöp dumanları ve egzoz kokusu havayı tıkıyordu; her bir tuğladan ve beton bloktan sıcak fışkırıyordu. Yine de çabalıyordum, her sabah kendimi zorlayarak merdivenlerden iniyor, sokağa çıkıyordum; kafamın içindeki karışıklık azalmaya, gücüm yavaş yavaş yerine gelmeye başladığında semtin daha uzak köşelerine kadar uzatmaya başladım yürüyüşlerimi. On dakika yirmi dakika oldu, bir saat iki saate çıktı, üç saat dörde. Soluğum kesilerek, kan ter içinde, bir başkasının rüyasındaki bir seyirci gibi dolandım sokaklarda, dönmeye devam eden dünyayı gözleyip bir zamanlar çevremdeki insanlar gibi olduğuma şaşırıp durdum; hep koşuşturan, hep bir yerden bir yere giden, hep geç kalan, akşam olmadan önce dokuz iş daha çıkarmaya çalışan insanlar gibi. Artık bu oyunu oynayacak durumda değildim. Artık hasarlı maldım, bozuk parçalardan ve nörolojik bilmecelerden oluşan bir kütleydim ve bütün bu çılgınca koşuşturma bana vız geliyordu. Araya beni rahatlatacak bir şey sokmak için yeniden sigaraya başladım, öğle sonralarımı klimalı kahvehanelerde geçirdim, limonata ve peynirli sandviç ısmarlayıp çevremdekilerin konuşmalarına kulak verdim, üç ayrı gazetenin her bir makalesini satır satır okudum. Zaman geçti.

Söz konusu sabah –18 Eylül 1982– saat dokuz buçukla on arasında evden çıktım. Karımla ben Brooklyn’in Cobble Hill Mahallesi’nde oturuyorduk, burası Brooklyn Heights ile Carroll Gardens’ın ortasındadır. Yürüyüşe çıktığımda genellikle kuzeye yönelirdim ama o sabah güneye döndüm, Court Sokağı’na gelince sağa saptım ve altı-yedi sokak geçtim. Gökyüzü çimento rengiydi: gri bulutlar, gri bir hava, gri rüzgârların taşıdığı gri bir çisenti. Böyle havalara hep zaafım olmuştur, bu yüzden o kasvet hoşuma gitti, yazın en sıcak günlerinin geride kalmış olmasına hiç üzülmedim. Yola çıktıktan on dakika kadar sonra Carroll Sokağı’yla President Sokağı’nın arasında, karşı kaldırımda bir kırtasiyeci ilişti gözüme. Bir ayakkabı tamircisiyle yirmi dört saat açık olan bir içki dükkânının arasına sıkışmıştı, eski püskü, basit binaların arasında tek aydınlık yüzlü cephe onunkiydi. Açılalı çok olmamıştır, diye düşündüm, ancak yeni görünümüne ve vitrinin akıllıca tasarlanmış olmasına karşın (New York’un siluetini akla getirecek biçimde kule gibi üst üste konulmuş tükenmez kalemler, kurşunkalemler ve cetveller) Kâğıt Sarayı, ilginç şeyler içerecek kadar büyük durmuyordu. Karşı kaldırıma geçip dükkâna girmeye karar verdiysem bunun nedeni –kendim bilmesem de, içimde biriken dürtünün farkında olmasam da– içten içe yeniden çalışmaya başlamayı arzulamamdı. Mayısta hastaneden eve dönüşümden bu yana tek satır yazmamıştım, yazmak için en ufak bir heves de duymamıştım. Şimdi, dört aylık bir kayıtsızlık ve sessizlik döneminin ardından aklıma yeniden malzeme stoku edinmek geldi: yeni kurşunkalemler ve tükenmezler, yeni bir not defteri, yeni mürekkep kartuşları ve silgiler, yeni bloknotlar ve klasörler, yeni her şey.

Dükkânın ön tarafındaki kasanın arkasında bir Çinli oturuyordu. Benden daha genç duruyordu, dükkâna girerken vitrinden içeri baktığımda adamın bir bloknotun üzerine eğilmiş olduğunu gördüm, elindeki karakalemle sütun sütun rakamlar yazıyordu. O gün hava çok serin olmasına rağmen adamın üzerinde kısa kollu bir gömlek vardı; şu incecik, bol kesimli, yakası açık duran yazlık şeylerden; gömlek, onun esmer kollarının sıskalığını iyice ortaya çıkarıyordu. Kapıyı açarken bir çıngırtı duyuldu, adam başını kaldırıp beni başıyla nazikçe selamladı. Ben de ona selam verdim ama bir şey söylememe fırsat kalmadan adam başını yeniden önüne eğdi, hesaplarına döndü.

Ya tam o sırada dışarıdaki Court Sokağı’nda trafik durdu ya da dükkânın dökme vitrin camı olağanüstü kalındı, çünkü içerde neler satıldığını görmek için rafların arasındaki ilk koridordan yürürken dükkânın içinin ne kadar sessiz olduğu dikkatimi çekti. Günün ilk müşterisi bendim, dükkânın içindeki sessizlik öylesine belirgindi ki arkamda kalan adamın kaleminin cızırtısını duyabiliyordum. O sabahı ne zaman düşünsem, aklıma ilk gelen, o kalemin cızırtısı olur. Anlatmak üzere olduğum hikâyenin bir anlamı varsa eğer, her şeyin o anda başladığına inanıyorum, dünyada o kurşunkalemin sesinden başka ses kalmadığı o birkaç saniye içinde.

 

Koridorun sonuna kadar yürüdüm, iki-üç adımda bir durup raflardaki malzemeyi inceliyordum. Çoğunun bildik büro ve okul malzemesi olduğu çıktı ortaya, ama böylesine ıkış-tıkış dolu bir yer için çeşitler eksiksiz sayılırdı; böyle bol çeşidi stoklayıp düzenlemek için gösterilen özen beni etkiledi; görünüşe bakılırsa her şey vardı burada, altı değişik boyda pirinç ataştan tam on iki değişik modelde kâğıt klipsine kadar. Köşeyi dönüp öteki koridordan ön tarafa doğru yürümeye başladığımda raflardan birinin nitelikli ithal mallara ayrılmış olduğunu gördüm: İtalya’dan deri ciltli bloknotlar, Fransa’dan adres defterleri, Japonya’dan pirinç kâğıdından zarif dosyalar. Almanya’dan ve Portekiz’den gelme bir öbek not defteri de vardı. Portekiz malı olanlar özellikle ilgimi çekti, ciltli kapakları, kareli sayfaları, leke tutmayan sağlam kâğıttan oluşan dikişli formalarıyla daha ilkini elime aldığım anda bu defterlerden bir tane satın alacağımı biliyordum. Defter öyle gösterişli ya da dikkat çekici filan değildi. Kullanışlı bir maldı: ağırbaşlı, basit, işe yarar. Hediye verilecek türden değildi. Ama ciltli oluşu hoşuma gitmişti, biçimi de: yirmi üç buçuk santime on sekiz buçuk; çoğu defterden biraz daha kısa ve biraz daha enliydi. Nedenini soracak olsanız bilemem ama defterin boyutları bana çok tatmin edici geldi, onu elime ilk aldığımda fiziksel zevke benzer bir şey hissettim, nedense birden çok rahatlamıştım. Rafta yalnızca dört defter kalmıştı, her biri farklı renkteydi: siyah, kırmızı, kahverengi ve mavi. Maviyi seçtim, zaten en üstte o duruyordu.

İhtiyacım olan şeyleri bulmam beş dakikamı aldı, sonra hepsini toplayıp ön tarafa götürdüm, tezgâhın üzerine bıraktım. Adam bana yine kibarca gülümsedi, sonra da yazarkasasının tuşlarına dokunarak aldığım çeşitli malzemenin fiyatlarını girmeye başladı. Ancak sıra mavi deftere geldiğinde biraz durakladı, defteri havaya kaldırdı, parmaklarını hafifçe kapağının üzerinden geçirdi. Beğendiğini gösteren bir hareket, neredeyse bir okşayıştı bu.

“Hoş bir defter,” dedi, ağır aksanlı bir İngilizce’yle. “Ama artık yok. Portekiz’den yok. Çok üzücü bir hikâye.”

Ne dediğini anlayamamıştım, sözlerini açıklamasını, dediğini tekrar etmesini istemektense defterin ne kadar hoş, ne kadar sade olduğu hakkında bir şeyler mırıldandım ve sonra konuyu değiştirdim. “Burayı açalı çok oldu mu?” diye sordum. “Pek yeni ve pek temiz görünüyor.”

“Bir ay,” dedi adam. “Ağustosun 10’unda büyük açılış.”

Bunu açıklarken sırtını dikleştirir gibi oldu, çocukça, askerce bir gururla göğsünü şişirdi, ama ona işlerin nasıl gittiğini sorduğumda mavi defteri yavaşça tezgâhın üzerine bırakıp başını iki yana salladı. “Çok yavaş. Bir sürü tatsızlık.” Adamın gözlerine baktığımda ilk başta sandığımdan birkaç yaş daha büyük olduğunu fark ettim, en azından otuz beş yaşında vardı, hatta belki de kırk. Sabredip işlerin açılmasını beklemesi hakkında bir şeyler gevelediysem de adam başını iki yana sallayıp gülümsemekle yetindi. “Hep isterdim dükkânım olsun,” dedi. “Bunun gibi bir dükkân, defterler, kalemler filan. Benim büyük Amerikan rüyamdı. Herkese iş, tamam mı?”

“Tamam,” dedim, ama hâlâ adamın neden söz ettiğini tam olarak anlayabilmiş değildim.

“Herkes kelimeler yapar,” diye devam etti adam. “Herkes bir şeyler yazar. Okuldaki çocuklar benim defterlerime derslerini yazarlar. Öğretmenler defterlerime notlarını yazarlar. Benim sattığım zarflarda aşk mektupları gönderilir. Muhasebeciler için muhasebe defterleri, alışveriş listeleri için bloknotlar, haftayı planlamak için ajandalar. Buradaki her şey hayat için önemli, bu da beni mutlu ediyor, hayatıma onur katıyor.”

Adam bu kısa konferansı öyle ciddi bir havayla vermiş, meramını ve kendini adadığı şeyi öylesine bir ağırbaşlılık içinde ortaya koymuştu ki, duygulandığımı itiraf etmeliyim. Müşterilerine kâğıdın doğaüstü niteliği hakkında açıklamalarda bulunan, insanları ilgilendiren çeşitli konularda kendisinin önemli bir rol oynadığına inanan bu kırtasiyeci nasıl bir adamdır diye merak ettim. Bu durumun gülünç bir yanı vardı sanırım, ama adamın konuşmasını dinlerken ona gülmek aklımın ucundan bile geçmedi.

“Haklısınız,” dedim. “Sizinle tamamen aynı fikirdeyim.”

Yaptığım kompliman adamın keyfini yerine getirir gibi oldu. Hafifçe gülümseyerek ve başını eğerek yazarkasanın tuşlarına yeniden dokunmaya başladı. “Burada, Brooklyn’de pek çok yazar var,” dedi. “Bütün mahalle yazar dolu. Belki benim dükkânım için iyi olur.”

“Belki,” dedim. “Yazarların sorunu, pek çoğunun harcayacak fazla parasının olmaması.”

“Ya,” dedi, başını yazarkasadan kaldırarak, yüzünde genişleyen gülümseme çarpık dişlerini ortaya çıkarmıştı. “Siz de yazar olmalısınız.”

“Kimselere söylemeyin,” dedim, şaka yaparcasına. “Bu bir sır.”

Çok da gülünesi bir şey söylememiştim, ama belli ki adamın komiğine gitmişti, bir süre gülmekten yere yuvarlanmamak için kendini tuttu. Kahkahasının tuhaf, kesik ve kuvvetli bir ritmi vardı, konuşmakla gülmek arası bir şeydi, gırtlağından bir dizi kısa, mekanik titreşim olarak çıkıyordu: ha ha ha, ha ha ha, ha ha ha. “Yok kimseye söylemek,” dedi, kahkahaları dinince. “Çok gizli. Sizinle benim aramda. Ağzıma fermuar çektim. Ha ha ha.”

Yazarkasanın başındaki işine döndü, aldığım malzemeyi büyük beyaz bir torbaya koyduktan sonra yeniden ciddileşti. “Eğer günün birinde mavi Portekiz defterine bir hikâye yazarsanız,” dedi, “çok mutlu olurum. Kalbim sevinçle dolar.”

Buna nasıl bir yanıt vermem gerektiğini bilemedim, ama aklıma söyleyecek bir şey gelmeden adam gömleğinin cebinden bir kartvizit çıkardı, tezgâhın üzerinden bana uzattı. Kartın üst kısmında büyük harflerle KÂĞIT SARAYI yazıyordu. Arkasından adres ve telefon numarası geliyordu, sonra da sağ alt köşede son bir bilgi vardı: M.R. Chang, Mal Sahibi.

Gözlerimi karttan ayırmadan, “Teşekkür ederim Mister Chang,” dedim. Sonra kartı cebime atıp hesabı ödemek için cüzdanımı çıkardım.

“Mister değil,” dedi Chang, yüzünde yine o geniş gülümseme vardı. “M.R. Böyle yazılınca daha önemliymiş gibi duruyor. Daha Amerikan.”

Yine ne diyeceğimi bilemedim. Bu harflerin ne anlama gelebileceği hakkında kafamdan bir-iki şey geçtiyse de bunları dile getirmedim. Mühim Rakamlar. Muhtelif Rivayetler. Markalı Resimler. Bazı düşünceleri söylememekte yarar vardır, ben de kasvetli şakalarımla adamcağızı sıkmak istemedim. Kısa ve sıkıntılı bir sessizlikten sonra adam bana beyaz torbayı uzatıp teşekkür anlamında önümde eğildi.

“İşinizde iyi şanslar dilerim,” dedim.

“Çok küçük yer,” dedi. “Fazla mal da yok. Ama istediğiniz şeyi söylerseniz hemen getirtirim. Ne isterseniz getirtirim.”

“Tamam,” dedim, “anlaştık.”

Gitmek üzereydim ki Chang tezgâhın arkasından fırlayıp seğirtti, kapıda yolumu kesti. Görünüşe bakılırsa az önce çok önemli bir iş bağlamış olduğumuza inanıyor ve elimi sıkmak istiyordu. “Anlaştık,” dedi. “Sizin için de iyi, benim için de. Tamam mı?”

“Tamam,” diyerek elimi sıkmasına izin verdim. Bu işi bu kadar büyütmek saçma geliyordu bana, ama zararsız bir oyundu. Hem dükkândan çıkmak istiyordum ve ne kadar az konuşursam o kadar çabuk yoluma devam edebilecektim.

“Siz isteyin, ben bulayım. Ne olursa olsun bulurum. M.R. Chang istediğiniz malı getirtir.”

Bunu söyledikten sonra kolumu iki-üç kez daha sıktı, sonra geçmem için kapıyı açtı; onun yanından geçip serin eylül gününe çıkarken o hâlâ başını sallayıp gülümsüyordu.[1]


Mahalledeki lokantalardan birine uğrayıp kahvaltı etmeyi planlamıştım, ama evden çıkmadan önce cüzdanıma koyduğum yirmi dolarlık banknot azalıp üç dolara inmişti, biraz da bozuk param vardı, o kadar. Hatta vergiyi ve bahşişi eklerseniz lokantanın spesiyalitesi olan 2.99’luk mönüye bile yetmeyecekti. Elimde o torba olmasaydı yürümeyi sürdürürdüm ama elimdeki yükle sokaklarda dolanmanın bir anlamı yoktu, o arada hava da tatsızlaştığından (çisenti tam anlamıyla sağanağa dönüşmüştü) şemsiyemi açtım ve eve dönmeye kadar verdim.

Günlerden cumartesiydi ve ben evden ayrılırken karım hâlâ yataktaydı. Grace dokuz-beş arası çalışıyordu ve ancak hafta sonlarında geç saatlere kadar uyuyabiliyor, saatin alarmı çalmadan uyanma lüksüne sahip olabiliyordu. Karımı rahatsız etmemek için olabildiğince sessiz davranarak evden çıkmış, çıkmadan önce de bir not yazıp mutfak masasının üzerine bırakmıştım. Şimdiyse bıraktığım notun altına birkaç cümle eklenmişti. Sidney: Umarım yürüyüşün eğlenceli geçmiştir. Bir-iki ufak tefeği halletmek için dışarı çıkıyorum. Fazla kalmam. Seninle çiftlikte görüşürüz. Sevgiler, G.

Koridorun sonundaki çalışma odama gittim ve satın aldıklarımı torbadan çıkardım. Odam gardıroptan az büyük bir yerdi; bir çalışma masası, bir koltuk ve dört tanecik rafı olan minik bir kitaplık ancak sığıyordu içine, ama benim ihtiyacımı görüyordu, ihtiyacım da hiçbir zaman koltuğa oturup kâğıtlara yazı yazmaktan öte gitmemişti. Hastaneden taburcu edilmemden bu yana o odaya birkaç kez girmiştim, ama o eylül sabahına kadar –buna söz konusu sabah demeyi yeğliyorum– koltuğa bir kez bile oturmamıştım. Şimdi, acıyan, takatsiz popomu koltuğun sert tahtasına koyarken kendimi uzun ve zorlu bir yolculuktan dönen biri, dünyada hak ettiği yeri talep etmek üzere geri gelen bahtsız bir yolcu gibi hissettim. Yeniden o odada olmak güzeldi, orada olmayı istemek güzeldi; eski masama yeniden yerleşirken beni sarıp sarmalayan mutluluğun hemen arkasından bu an’ı, mavi deftere bir şeyler karalayarak ölümsüzleştirmeye karar verdim.

Dolmakalemime yeni bir mürekkep kartuşu yerleştirdim, defterin ilk sayfasını açtım ve en üstteki satıra baktım. Nasıl başlayacağımı bilemiyordum. Bu girişimimin amacı özel bir şey yazmak değil, yazma yeteneğine hâlâ sahip olduğumu kendime kanıtlamaktı; bunun da anlamı, bir şeyler yazabildiğim sürece ne yazdığımın önemi olmadığıydı. Ne yazsam olurdu, herhangi bir cümle yeterliydi, yine de o deftere yazdığım ilk satırların aptalca şeyler olmasını istemiyordum; böylece sayfadaki küçük karelere, beyaz kâğıdı enlemesine ve boylamasına kateden ve o beyazlığı minik, birbirinin eşi kutulardan oluşan bir araziye çeviren sıra sıra açık mavi çizgilere bakarak zaman geçirdim; düşüncelerim o ince çizgili alanlara girip çıkarken birkaç hafta önce arkadaşım John Trause ile yaptığım bir konuşmayı hatırladım. Birlikteyken kitaplardan pek söz etmezdik, ama o gün John bana gençken hayranı olduğu romancılardan bazılarının kitaplarını yeniden okuduğunu söyledi; bu kişilerin yapıtlarının zamana karşı koyup koyamadığını merak ediyordu, aynı zamanda yirmi yaşındayken yaptığı değerlendirmelerin bugün için de, neredeyse yolun yarısına gelmişken geçerli olup olmadığını bilmek istiyordu. On tane yazara değindi, yirmi yazara, Faulkner ve Fitzgerald’dan Dostoyevski’ye ve Flaubert’e kadar herkese sıra geldi, ama aklımdan hiç çıkmayan ve şimdi, önümde açık duran mavi defterle çalışma masamda oturduğum sırada aklıma gelen, konunun dışına çıkarak Dashiell Hammett’in kitaplarından birindeki bir anekdotla ilgili söylediği şey oldu. “Bunun bir yerinde bir roman gizli,” demişti John. “Bunu kendim yapmayı isteyemeyecek kadar yaşlıyım artık, ama senin gibi genç bir punk bunu gerçekten işleyebilir, iyi bir iş çıkarabilir. Müthiş bir malzeme. Yapacağın tek şey, bundan bir hikâye çıkarmak.”[2]

 

Malta Şahini’nin yedinci bölümündeki Flitcraft olayından söz ediyordu John, Sam Spade’in, Brigid O’Shaughnessy’ye, hayatından çıkıp giden ve bir daha görünmeyen adamdan söz ettiği tuhaf olay. Flitcraft, tam anlamıyla beylik bir adam, bir koca, bir baba, başarılı bir işadamı, yakınacak bir şeyi olmayan biri. Bir gün öğle yemeğine giderken bir binanın onuncu katındaki bir inşaattan bir kalas düşüyor ve onun başına çarpmasına ramak kalıyor. Birkaç santim yana gelse Flitcraft paramparça olacak, ama kalas ıska geçiyor, kaldırıma çarpınca kopup fırlayan bir taş parçasının yüzüne rastlaması dışında Flitcraft yara bere almadan oradan uzaklaşıyor. Ucuz kurtulsa da sarsılıyor adam ve bu olayı kafasından çıkarıp atamıyor. Hammett’in dediği gibi: ‘Sanki biri, hayatın kapağını kaldırıp ona içindeki mekanizmayı göstermişti.’ Flitcraft, dünyanın sandığı gibi huzurlu ve düzenli bir yer olmadığını anlar, başından beri dünyayı yanlış tanımış, hatta hiç anlamamış olduğunu fark eder. Dünyayı rastlantılar yönetmektedir. Ömrümüzün her günü rastlantılarla kuşatılmıştır, her an ölebiliriz, hem de hiçbir neden olmadan. Flitcraft yemeğini bitirdiğinde, bu tahrip edici güce boyun eğmekten başka seçeneği olmadığına karar verir, anlamsız, gelişigüzel bir hareketle kendini yadsıyıp hayatını silip atacaktır. Âdeta ateşe ateşle karşılık verecektir, masadan kalkar, eve dönüp ailesiyle vedalaşmak zahmetine katlanmadan, hatta bankadan para bile çekmeden başka bir kente gider ve yepyeni bir hayata başlar.

İki hafta önce John’la bu bölüm üzerinde tartışmamızdan beri bu öyküyü ayrıntılarıyla anlatmaya kalkışmak isteyebileceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Bunun iyi bir malzeme olduğunda onunla hemfikirdim; iyiydi, çünkü hepimiz bir yerde yaşadığımız hayatı bırakmayı düşünmüşüzdür; iyiydi, çünkü şu ya da bu zamanda hepimiz bir başkası olmayı istemişizdir; ancak hemfikir olmam düşüncemi gerçekleştirmek istediğim anlamına gelmiyordu. Ama o sabah, neredeyse dokuz aydır ilk kez çalışma masamda oturmuş yeni satın aldığım deftere bakarken, beni sıkıntıya sokmayacak ve cesaretimi kırmayacak bir açılış cümlesi bulmaya çabalarken, şu eski Flitcraft olayını bir denemeye karar verdim. Bu düşüncem bir bahaneydi elbette, işe girişmek için bir yol arıyordum. Birkaç tane ilginç sayılabilecek fikir çiziktirebilirsem en azından başladım diyebilirdim, yirmi dakika sonra kalemi elimden bıraksam ve bir daha ona asla elimi sürmesem de. Böylece dolmakalemimin kapağını açtım, ucunu mavi defterin ilk sayfasının en üstündeki satıra değdirdim ve yazmaya başladım.

Sözcükler hızla döküldü kâğıda, akar gibi, görünüşte beni fazla zorlamadan. Bu bana şaşırtıcı geldi, ama elimi soldan sağa götürebildiğim sürece bir sonraki sözcük hep hazırda bekler gibiydi, kalemimin ucundan çıkmak için bekliyordu. Benim Flitcraft’ımın adı Nick Bowen’dı. Otuzlu yaşlarının ortasında olan bu adam, New York’ta büyük bir yayınevinde çalışıyordu, Eva adında bir karısı vardı. Hammett’in prototipinin örneğini izleyen Bowen, işinde mutlaka iyiydi, meslektaşları ona hayrandılar, para sorunu yoktu, mutlu bir evliliği vardı filan. Ya da sıradan bir gözlemciye böyle görünüyordu, ama benim anlattığım şekliyle hikâyemin başlangıcında Bowen bir süredir huzursuzdu. İşinden sıkılmıştı (bunu açıkça söylemeye yanaşmasa da), beş yıldır Eva’yla görece sağlam ve huzurlu bir birliktelik yürüttükten sonra evliliği tıkanma noktasına gelmişti (bu gerçekle yüzleşmeye de cesareti olmamıştı). Tomurcuklanan hoşnutsuzluğu üzerinde kafa yormak yerine Nick boş zamanlarını Tribeca’nın Desbrosses Sokağı’ndaki bir tamirhanede geçirmekte, evliliğinin üçüncü yılında satın aldığı ve şimdi bozuk olan Jaguar’ın motorunu yeniden adam etme konusundaki uzun vadeli projeyle meşgul olmaktadır. New York’un saygın bir yayınevinde üst düzeyde genç bir editördür ama aslında elleriyle çalışmaktan hoşlanmaktadır.

Hikâyenin başında, Bowen’ın masasında bir roman dosyası durmaktadır. Kehanet Gecesi gibi anlamlı bir ad taşıyan bu kısa romanın yazarı sözümona Sylvia Maxwell’dir, yirmili-otuzlu yılların sevilen bir romancısı olan bu kadın öleli neredeyse yirmi yıl olmuştur. Dosyayı gönderen ajans, bu kayıp romanın, Maxwell’in Jeremy Scott adında bir İngiliz’le Fransa’ya kaçtığı 1927 yılında tamamlandığını söylemiştir. Scott, dönemin sıradan bir sanatçısıdır, daha sonra İngiliz ve Amerikan filmlerinde dekor tasarımcısı olarak çalışmıştır. İkisi arasındaki ilişki on sekiz ay sürmüş, bitince de Sylvia Maxwell, romanını Scott’un yanında bırakarak New York’a dönmüştür. Scott romanı ölene kadar saklamış, hikâyemin başlamasından birkaç ay önce seksen yedi yaşında öldüğü zaman vasiyetinde, dosyayı Maxwell’in torunu olan Rosa Leightman adında genç bir Amerikalı kadına bıraktığına ilişkin bir madde olduğu görülmüştür. Ajansa romanı gönderen bu kadındır, başka kimse okumadan romanın Nick Bowen’a gönderilmesi konusunda kesin talimat veren de odur.

Paket bir cuma günü akşamüzeri ulaşır Nick’in masasına, Nick birkaç dakika önce hafta sonu tatiline çıkmıştır. Pazartesi sabahı işe geldiğinde dosya masasının üzerinde durmaktadır. Nick, Sylvia Maxwell’in öteki romanlarını hayranlıkla okumuştur, bu yüzden buna başlamak için can atar. Ancak daha ilk sayfayı çevirdiğinde telefonu çalar. Asistanı, Rosa Leightman’ın resepsiyonda olduğunu, kendisini birkaç dakikalığına görmek istediğini bildirir. İçeri gönder, der Nick ve romanın başlangıç cümlelerini (Savaş bitmek üzereydi, ama biz bunu bilmiyorduk. Hiçbir şey bilemeyecek kadar küçüktük, savaş her yerde olduğundan bilemezdik de…) henüz okuyamadan Sylvia Maxwell’in torunu kapıdan içeri girer. Üzerinde çok sade bir elbise vardır, neredeyse makyajsızdır, kısa kesilmiş saçları günün modasına uygun değildir, ama Nick onun yüzünü o kadar güzel, insanın içini acıtacak kadar genç ve savunmasız bulur, umudun ve katıksız insan enerjisinin simgesi olarak (birden düşünmüştür bunu) görür ki bir an soluksuz kalır. Ben de Grace’i ilk gördüğümde böyle olmuştum, beynime yediğim darbe beni hareketsiz bırakmıştı, soluk alamıyordum, bu yüzden bu duyguları Nick Bowen’a aktarmak ve öteki hikâyenin koşulları içinde hayal etmek hiç de güç gelmedi bana. Durumu daha da kolaylaştırmak için Rosa Leightman’a Grace’in bedenini vermeye karar verdim; dizindeki çocukluktan kalma yara izinden hafifçe yamuk sol kesici dişine ve çenesinin sağ tarafındaki lekeye kadar en küçük, en ince özelliklerini aktardım ona.[3]

Bowen’ı ise, özellikle kendime benzemeyen biri olarak yarattım, benim zıddımdı. Ben uzun boyluyum, bu yüzden Bowen’ı kısa boylu yaptım. Benim saçlarım kızılımsıdır, onunkilerse koyu kahve oldu. Ayakkabı numaram kırk beştir, Bowen’ınki kırk oldu. Onu bildiğim birine benzetmedim (en azından bilerek yapmadım bunu), ama onu zihnimde oluşturmayı tamamlayınca şaşırtıcı derecede gerçek göründü gözüme, neredeyse görebilecek gibiydim onu, sanki odaya girmiş ve yanıma gelmişti, elini omzuma koymuş masaya bakıyordu, yazdığım sözcükleri okuyordu… kendisine kalemimle hayat vermemi izliyordu.

Nick sonunda Rosa’ya oturmasını işaret eder, Rosa masanın karşı tarafındaki bir koltuğa oturur. Uzun bir süre duraksarlar. Nick yeniden soluk almaya başlamıştır, ama aklına söyleyecek hiçbir şey gelmez. Sessizliği bozan Rosa olur, hafta sonunda kitabı okuyup okumadığını sorar Nick’e. Hayır, der Nick, çok geç ulaşmış büroya. Benim elime ancak bu sabah geçti.

Rosa ferahlamış gibidir. Çok iyi, der, bu romanın bir kandırmaca olduğunu, büyükannem tarafından yazılmadığını söylüyorlar. Ben de emin olamadım, özgün elyazmasını incelesin diye bir elyazısı uzmanı tuttum. Raporu cumartesi günü geldi, müsveddenin gerçek olduğunu söylüyor. Bilin diye anlatıyorum bunu. Kehanet Gecesi’nin yazarı Sylvia Maxwell’dir.

Kitap hoşunuza gitti galiba, der Nick; Rosa da evet der, çok etkiledi beni. 1927’de yazıldıysa, der Nick, Yanan Ev ve Kurtuluş’tan sonra olmalı, ama Ağaçlı Manzara’dan öncedir, böylece bu onun üçüncü romanı oluyor. O sırada otuz yaşında bile değildi, değil mi?

Yirmi sekizdi, der Rosa. Şimdi benim olduğum yaşta.

On beş-yirmi dakika daha konuşurlar. Nick’in o sabah yapacak yüzlerce işi vardır, ama bir türlü kıza gitmesini söylemek gelmez içinden. Bu kızın öyle bir içtenlikli, aklı başında, dürüst hali vardır ki, Nick onu biraz daha seyredip varlığını dolu dolu özümsemek ister. Kız olağanüstü güzeldir, Nick buna karar verir, özellikle de kendisi güzelliğinin ve başkalarının üzerinde bıraktığı etkinin kesinlikle farkında olmadığı için. Önemli bir şey konuşmazlar. Nick, Rosa’nın, Sylvia Maxwell’in büyük oğlunun kızı olduğunu öğrenir (Maxwell’in tiyatro yönetmeni Stuart Leightman’la yaptığı ikinci evliliğinin meyvesidir bu oğul), Chicago’da doğup büyüdüğünü de. Nick ona, bu kitabın neden önce kendisine gönderilmesinde ısrar ettiğini sorduğunda kız ona yayıncılıktan hiç anlamadığını, ama yaşayan yazarlar içinde en çok Alice Lazarre’ı sevdiğini, Nick’in o yazarın editörü olduğunu öğrendiğinde büyükannesinin kitabını teslim edeceği kişinin o olduğuna karar verdiğini söyler. Nick gülümser. Alice’in hoşuna gidecek bu, der; birkaç dakika sonra Rosa gitmek üzere ayağa kalktığında, Nick bürosundaki raflardan birinden birkaç kitap alıp Rosa’ya verir, Alice Lazarre’ın kitaplarının ilk baskılarıdır bunlar. Kehanet Gecesi umarım sizi hayal kırıklığına uğratmaz, der Rosa. Niye uğratsın ki, der Nick, Sylvia Maxwell birinci sınıf bir romancıydı. Eh, der Rosa, bu kitap ötekilerden farklı. Hangi bakımdan, diye sorar Nick. Bilmiyorum, der Rosa, her bakımdan. Okuduğunuzda kendiniz göreceksiniz.

Başka şeylere de karar vermem gerekiyordu kuşkusuz, bulup ortaya çıkarmam ve o sahneye eklemem gereken bir dizi önemli ayrıntı vardı, anlatımı doldurması, inandırıcılık katması, safra oluşturması için. Örneğin Rosa ne kadar zamandır New York’ta yaşıyordu? Orada ne yapıyordu? İşi var mıydı, varsa işini önemsiyor muydu, yoksa bu iş kirasını ödemesine yarayan bir araç olmaktan öteye gitmiyor muydu? Aşk hayatı ne durumdaydı? Bekâr mıydı, evli mi, biriyle ilişkisi var mıydı yok muydu, av peşinde miydi, yoksa doğru insanın karşısına çıkmasını sabırla bekliyor muydu? İçimden önce Rosa’yı fotoğrafçı yapmak geldi ya da belki filmlerde editör yardımcısı, Grace’in işinde olduğu gibi sözcüklere değil de imgelere bağlı bir işi olabilirdi. Kesinlikle bekâr, hiç evlenmemiş olmalıydı, ama belki biriyle ilişkisi olabilirdi; en iyisi uzun ve üzücü bir ilişkiyi yeni bitirmiş olabilirdi. Şimdilik ne bu sorulardan birinin ne de Nick’in karısıyla ilgili benzer soruların üzerinde oyalanmak istiyordum: meslek, aile geçmişi, müzik zevki, kitap zevki filan. Hikâyeyi henüz yazmıyordum, kaba hatlarıyla kurgunun taslağını yapıyordum, ikincil ayrıntıların içine gömülmem doğru olmayacaktı. Böyle yaparsam durup düşünmek zorunda kalacaktım, oysa şimdi tek amacım ağır da olsa sürekli ilerlemek, zihnimdeki resimlerin beni nereye götüreceğini görmekti. Kendimi denetim altında tutuyor değildim, bir seçim de yapmıyordum. O sabahki işim, içimde olanların peşine düşmekti, bunu yapabilmek için de elimden geldiğince hızlı kullanmalıydım kalemimi.

1O sabahtan bu yana yirmi yıl geçti, birbirimize söylediğimiz şeylerin büyükçe bir bölümü unutuldu. Kayıp diyaloğu hatırlamak için belleğimi yokluyorum, ama ancak birkaç kopuk parça buluyorum, bulunduğu ortamdan koparılmış bölük pörçük şeyler. Emin olduğum bir tek şey varsa o da Chang’e adımı söylemiş olduğum. Benim yazar olduğumu keşfetmesinden sonra yapmış olmalıyım bunu; çünkü onun bana kim olduğumu sorduğunu duyar gibiyim, yazdıklarımdan okuduğu var mı, diye sormuştur. “Adım Orr,” demiştim ona, adımdan önce soyadımı söyleyerek. “Sidney Orr.” Chang’in İngilizcesi yanıtımı anlamasına yetmiyordu. Ben Orr deyince o ‘or’ anlamıştı, ben başımı iki yana sallayıp gülümseyince şaşkınlık ve mahcubiyet içinde kızarıp bozarmıştı. Tam hatasını düzeltip soyadımın yazılışını hecelemek üzereydim ki benim ağzımı açmama fırsat bırakmadan gözleri yeniden parladı, elleriyle kürek çeker gibi çılgınca çırpınmaya başladı, benim söylediğim sözcüğün belki de kürek anlamına gelen ‘oar’ olduğunu sanmıştı. Yine başımı hayır anlamında iki yana sallayıp gülümsedim. Chang pes etmişti, derin bir iç geçirip “Şu İngilizce korkunç bir dil,” dedi, “benim zavallı beynim için fazla karışık.” Mavi defteri tezgâhtan alıp kapağın iç tarafına büyük harflerle adımı yazana kadar bu yanlış anlama sürdü. Sonunda sonuç alınmıştı. Bunca çabadan sonra, Amerika’ya yerleşen ilk Orrların Orlovskyler olduğunu söylemeye kalkışmadım. Bu ad daha Amerikan görünsün diye büyükbabam kısaltmıştı, tıpkı Chang’in, adının yanına dekoratif ama anlamsız M.R. harflerini eklemesi gibi.
2John elli altı yaşındaydı. Genç olmayabilirdi ama kendisini yaşlı hissedecek kadar yaşlı da değildi, özellikle de iyi bir biçimde yaşlanırken ve hâlâ kırklı yaşlarının ortasında ya da olsa olsa sonunda gösterirken. O sırada onu tanıyalı üç yıl olmuştu, Grace’le evli olmam dolayısıyla onunla arkadaş olmuştum. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Grace’in babasıyla John, Princeton Üniversitesi’nde birlikte okumuşlardı, o iki adam farklı alanlarda çalışsalar da (Grace’in babası Virginia’nın Charlottesville kentinde Bölge Federal Mahkeme Yargıcı’ydı) o günden bu yana yakınlıkları sürmüştü. Bu nedenle ben John’u ailenin dostu olarak tanıdım, liseden beri kitaplarını okuduğum ve hâlâ ülkenin en iyi yazarlarından biri olduğunu düşündüğüm ünlü romancı olarak değil. John, 1952 ile 1975 yılları arasında altı roman yayınlamıştı, ama yedi yılı aşkın bir süredir hiçbir şey yapmamıştı. John hiçbir zaman hızlı yazan biri olmamıştı, kitaplarının arasındaki sessiz dönemlerin alışıldığından uzun olması onun çalışmadığı anlamına gelmiyordu. Hastaneden çıktığımdan beri onunla pek çok öğle sonrası geçirmiştim ve sağlığımla (bu konuda çok kaygılanıyordu, kendine dert edip duruyordu), yirmi yaşındaki oğlu Jacob’la (son zamanlarda oğlu onun çok canını sıkıyordu), debelenip duran Mets beysbol takımıyla (hiç bıkmadığımız ortak bir saplantımızdı bu) ilgili sohbetlerimizin arasına, o günlerde neyle uğraştığına ilişkin yeterince laf sokuşturmuştu, böylece belli bir şeye gömüldüğünü, zamanının büyük bölümünü iyi giden ve belki de sonuna yaklaşan bir projeye ayırdığını ima etmişti.
3Grace’le de bir yayınevinin bürosunda tanışmıştım, bu da Bowen’a neden o mesleği uygun gördüğümü açıklayabilir. 1979 Ocak’ıydı, ikinci romanımı bitireli çok olmamıştı. İlk romanımı ve ondan önce hazırladığım bir öykü kitabını San Francisco’daki küçük bir yayınevi yayınlamıştı ama artık New York’taki daha büyük ve daha ticari bir yayınevine geçmiştim, Holst&McDermott’a. Onlarla sözleşme imzaladıktan iki hafta kadar sonra editörümle görüşmek üzere bürolarına gittim ve konuşmanın bir yerinde kapak konusunda düşünceler tartışılmaya başlandı. İşte o sırada Betty Stolowitz masasının üzerindeki telefonu eline alıp “Grace’i çağıralım da ne düşündüğünü öğrenelim, ne dersin?” dedi. Grace’in Holst&McDermott’un sanat bölümünde çalıştığını öğrendim, Hayali Erkek Kardeşle Birlikte Otoportre ’nin kılıfının tasarımını hazırlamakla görevlendirilmişti; kaprisler, gündüz düşleri ve acılı karabasanları konu alan küçük kitabımın adı buydu. Betty ile üç-dört dakika daha konuştuk, sonra Grace Tebbetts içeri girdi. Bizimle on beş dakika kadar kaldı, yanımızdan ayrılıp odasına döndüğünde ben ona âşık olmuştum bile. Böylesine ani, böylesine kesin ve böylesine beklenmedikti. Bu tür şeyleri romanlarda okumuştum, ama yazarların hep ilk bakışmanın gücünü abarttıklarını sanmıştım, insanların dilinden düşmeyen ve erkeğin sevdiği kadının gözlerine ilk kez baktığı, o ânın gücünü. Benim gibi doğuştan karamsar biri için tamamıyla şaşırtıcı bir deneyimdi bu. Sanki ahir zaman ozanlarının dünyasına fırlatılmıştım da La Vita Nova’nın birinci bölümünün bir parçasını yaşıyordum (…düşüncelerimdeki muhteşem kadın karşıma ilk çıktığında…), binlerce unutulmuş aşk sonesinin eskimiş dizelerindeki kişi bendim sanki. Yanıyordum. Özlemle yanıp tutuşuyordum. Bitkindim. Dilim tutulmuştu. Ve bütün bunlar olabilecek en ruhsuz yerde gelmişti başıma, yirminci yüzyılın sonlarının havasını taşıyan bir Amerikan bürosunun sert floresan ışıkları altında, insanın hayatının aşkına rastlamayı hiç ummayacağı bir yerde. Böyle bir olayın açıklaması olamaz, neden şuna değil de buna âşık olduğumuzu açıklayacak nesnel bir gerekçe yoktur. Grace hoş bir kadındı, ama ilk karşılaşmamızın o ilk birkaç, allak bullak edici saniyesinde bile, Grace’in elini sıkıp onun Betty’nin masasının yanındaki koltuğa oturuşunu izlerken bile, aşırı güzel olmadığını görebilmiştim, kusursuzluklarının pırıltısıyla gözünüzü alan şu film yıldızı tanrıçalardan değildi. Kuşkusuz çekiciydi, çarpıcıydı, göze çok hoş görünüyordu (bu sözcükleri istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz), ama benim üzerimde ne kadar güçlü bir çekim gücü olursa olsun bunun salt fiziksel bir çekim olmadığını biliyordum, görmeye başladığım düşün bir anlık bir arzudan doğan hayvansal bir dürtü olmadığını da. Grace’i zeki bulmuştum, ama toplantı uzadıkça ve kitabın kapağıyla ilgili düşüncelerini açıklamasını dinledikçe Grace’in düşüncelerini son derece açıkça ifade edebilen biri olmadığını gördüm (iki fikir arasında sık sık duraklıyordu, küçük, işlevsel sözcüklerle yetiniyordu, soyutlama yeteneğine sahip olmadığını sanıyordum), o öğle sonrasında söylediği hiçbir şey özellikle parlak ya da unutulmaz değildi. Kitabım hakkında üç-beş gönül alıcı söz ettiyse de benimle ilgilendiğini gösterecek en ufak bir ipucu vermedi.Bense işkenceler içindeydim, yanıp tutuşuyor, özlem çekiyordum, aşkın pençesine düşmüş bir adamdım. Bir yetmiş üç boyunda, altmış kilo ağırlığındaydı. Zarif bir boynu, uzun kolları ve uzun parmakları vardı, teni beyazdı, saçlarıysa kısa ve kirli sarıydı. Sonradan farkına vardığım gibi bu saçlar, Küçük Prens’teki kahramanın saçlarına benziyordu –sağa sola fışkıran kâh düz kâh bukleli saçlar– ve belki de bu ilinti, Grace’in çevresine yaydığı çifte cinsiyetli aurayı pekiştiriyordu. O öğle sonrasında üzerinde olan erkeksi giysilerin de bu imajın oluşmasında payı vardı kuşkusuz: siyah kot pantolon, beyaz bir tişört ve açık mavi keten ceket. Yanımıza geldikten beş dakika sonra ceketini çıkarmış ve iskemlesinin arkalığına asmıştı; kollarını, o uzun, pürüzsüz, olağanüstü kadınsı kollarını gördüğümde onlara dokunana, ellerimi bedenine koyma ve çıplak teninde dolaştırma hakkını elde edene kadar huzur bulmayacağımı anlamıştım. Ama ben Grace’in bedeninden daha derine inmek istiyorum, onun fiziksel varlığının rastlantısal olgularından daha derine. Bedenlerin önemi vardır elbette, kabul etmek istediğimizden de daha önemlidirler, ancak bedenlere âşık olmayız biz, birbirimize âşık oluruz ve varlığımızın büyük kısmı et ve kemikse böyle olmayan pek çok yanımız da vardır. Bunu hepimiz biliriz ama yüzeysel niteliklerin ve görünümlerin oluşturduğu listenin ötesine geçer geçmez kelimelerimiz tükenir, paramparça olup gizemli karmaşalarda ve bulanık, önemsiz metaforlarda dağılırlar. Bazıları buna varolmanın alevi der. Kimileriyse içteki kıvılcım ya da kişiliğin iç ışığı der. Özün yangını diyenler de vardır. Bu deyimler hep sıcak ve aydınlatma imgelerinden yararlanmaktadır ve bu güç, bazen ruh diye adlandırdığımız bu hayatın özü, bir başka insana gözlerimiz yoluyla iletilir. Elbette bu noktada ısrar eden şairler haklıydılar. Arzunun gizemi, sevgilinin gözlerine bakınca başlar, çünkü ancak orada o kişinin kim olduğuna ilişkin bir ışık yakalarız. Grace’in gözleri maviydi. Yer yer kahverengi, çoğunlukla gri benekli koyu maviydi, belki ela pırıltılar da vardı. Kolay anlaşılmayan gözlerdi onunkiler, belli bir anda üzerine düşen ışığın yoğunluğuna ve rengine göre renk değiştirirlerdi; onu Betty’nin bürosunda ilk gördüğüm gün, çevresine böylesine huzur ve dinginlik yayan bir başka kadınla tanışmadığımı düşünmüştüm, o sırada yirmi yedisinde bile olmayan Grace sanki hepimizden çok daha yüce bir mevcudiyet kazanmıştı. Gizemli bir havası olduğunu ya da azizeler gibi bir tenezzül ya da kayıtsızlık bulutu içinde, bulunduğu ortamın üstünde süzüldüğünü söylemek istemiyorum. Tam tersine, görüşmemiz süresince oldukça hareketliydi, kolayca gülüyordu, gülümsüyordu, uygun sözcükleri kullanıyor, uygun el-kol hareketleri yapıyordu, ancak Betty ile benim ona önerdiğimiz fikirlerle profesyonelce ilgilenmesinin altında herhangi bir iç mücadele yatmadığını şaşırarak seziyordum; zihinsel dengesi, onu modern yaşamın bildik çelişkilerinin ve saldırganlıklarının –kendinden kuşku, kıskançlık, alaycılık, başkalarını yargılama ya da küçümseme ihtiyacı, kişisel hırsın yakıcı, dayanılmaz sancısı– dışında tutar gibiydi. Grace gençti, ama ruhu yaşlıydı ve yıpranmıştı, o ilk gün onunla Holst&McDermott’un bürosunda otururken ve gözlerine bakıp incecik, kıvrımlı bedeninin hatlarını incelerken, onu sarıp sarmalayan dinginlik duygusuna, içinde yanan ışıl ışıl sessizliğe âşık oldum.
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»