Gora

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

4

Soyut görüşler de somut gerçekler kadar güçlüdür ama insanlara aşılanmak istenildiğinde kesinliklerini yitirirler. Bu, en azından kalbinin sesini dinleyen Binoy için geçerliydi. Bir tartışmada inandığı ilkeleri ne kadar hararetle savunursa savunsun, sıra bunu insanlara kabul ettirmeye geldiğinde onların düşünceleri üstün gelirdi. Bu konuda öyle zayıftı ki, Gora’nın ilkelerinin ne kadarını kendi iyiliği için, ne kadarını yakın arkadaşlıklarının hatırına kabullendiğini kendisi bile bilmezdi.

O yağmurlu günün akşamında, Gora’nın evinden çıktıktan sonra çamurlu sokaklarda yavaş yavaş evine doğru yürürken ilkelerle duyguları arasında bir çatışma yaşıyordu.

Gora, içinde bulundukları dönemde toplumu açık ve gizli saldırılardan korumak için her şeyden önce aile düzeni ve kastlarla ilgili konuların üzerinde durulması gerektiğini söylediğinde, Binoy hiç karşı çıkmadan buna katılmıştı. Bunun da ötesinde, bu konuda onlarla aynı görüşte olmayanlarla ateşli tartışmalara girmişti. Onlara, düşman her yönden kaleye saldırdığı zaman insanın yaşamını tehlikeye atarak bütün sokakları, kapıları, pencereleri, hatta düşmanın kaleye sızmasına olanak verecek küçük çatlakları bile korumak istemesinin liberal düşünceye ters düşmediğini söylemişti.

Ama Gora’nın, annesinin odasında yemek yemesine izin vermemesi onu derinden etkileyen bir darbe olmuştu.

Binoy babasını hiç tanımamıştı, annesini de küçük yaşlarda kaybetmişti. Köyde bir amcası vardı ama genç yaşlarda Kalküta’da okula girmiş ve yalnız yaşamaya başlamıştı. Arkadaşı Gora’nın onu annesiyle tanıştırdığı günden beri Anandamoyi’yi “anne” diye çağırıyordu.

Sık sık Anandamoyi’nin odasına gider ve ona sevdiği şekerlemeleri yaptırana kadar peşinden ayrılmazdı. Anandamoyi sofrada yemek servisi yaparken annesinin oğlunu kayırdığını söyler ve Gora’yı kıskanırmış gibi kapris yapardı. İki üç gün ziyaretine gitmezse, Anandamoyi’nin onu merak edeceğini ve ona leziz yemeklerini tattırmak için gelişini dört gözle bekleyeceğini bilirdi. O Gora ile birlikteyken konuşmalarının bitmesini nasıl sabırsızlıkla beklerdi! Ama o gün, din adına, onunla birlikte yemek yemesi yasaklanmıştı! Acaba Anandamoyi buna dayanabilecek miydi ve kendisi bunu hoş görebilecek miydi?

Kadın gülümseyerek: “Bundan sonra senin yemeğine dokunmayacağım ve her şeyi bir Brahman’a hazırlattıracağım.” demişti. Binoy evine vardığında, “Kim bilir ne kadar çok üzülmüştür.” diye düşündü.

Boş odası karanlık ve dağınıktı, her yer gelişigüzel sağa sola atılmış kitap ve kâğıt doluydu. Bir kibrit çaktı ve uşağın parmak izleriyle kirlenmiş lambayı yaktı. Yazı masasının üzerine örttüğü beyaz örtü yağ ve mürekkep lekesi içindeydi. İçeride kendini boğulur gibi hissetti. Bir hayat arkadaşının yokluğu ve sevgisizlik onu bunaltıyordu. Ülkenin kurtuluşu ve dinin korunması gibi görevler ona anlamsız ve gerçek dışı geliyordu. Güzel bir temmuz sabahı uçarak kafesine giren ve tekrar uçup giden “bilinmeyen kuş” hepsinden daha gerçek görünüyordu. Ama Binoy düşüncelerini bu “bilinmeyen kuş” üzerinde yoğunlaştırmamakta kararlıydı; kendini sakinleştirmek için Gora’nın annesinin ona yasaklanan odasını gözünün önünde canlandırmaya çalıştı.

Cilalı çimento zemin her zaman özenle temizlenirdi; yumuşak yatak, kuğu kanadına benzeyen beyaz bir yatak örtüsü ile örtülüydü; yanındaki küçük taburenin üzerinde her akşam yakılan bir lamba dururdu. Anandamoyi odasında rengârenk ipliklerle diktiği yama işi yorganın üzerine eğilmiş, bozuk Bengal şivesiyle ayaklarının dibinde oturan hizmetçisi Laçmi ile sohbet ediyor olmalıydı. Ne zaman canı bir şeye sıkılsa, her defasında o yorganı eline alırdı. Binoy, işine dalmış olan Anandamoyi’nin sakin yüzünü görür gibi oldu ve kendi kendine mırıldandı; “Bu aydınlık, sevgi dolu yüz beni yanlış bir yola sapmaktan korusun. O benim için ana vatanımın simgesi olsun ve görevimi yaparken bana güç versin.” Sonra sessizce ona, “Anne!” diye seslendi. “Hiçbir kutsal metin bana senin sunduğun yemeğin tanrıların içkisinden farksız olduğunu kanıtlayamaz.”

Odanın sessizliğinde büyük duvar saatinin tik takları duyuluyordu, Binoy orada daha fazla kalamayacağını hissetti. Bir kertenkele duvarda, lambanın ışığının altında böcek yakalıyordu. Bir süre onu izledi, sonra ayağa kalktı ve şemsiyesini alıp dışarı çıktı.

Nereye gideceğine karar veremiyordu. Aslında evden Anandamoyi’ye gitmek için çıkmıştı ama bir anda o günün pazar olduğu aklına geldi ve Brahmo Samaj’da vaaz veren Keşub Babu’yu dinlemeye karar verdi. Vaazın bitmek üzere olduğunu biliyordu ama bu onun fikrini değiştirmedi.

Oraya vardığında cemaat dağılmaya başlamıştı, elinde açık şemsiyesiyle sokağın köşesinde dururken, yüzünden iyilik akan Pareş Babu’nun dışarı çıktığını gördü. Yanında aile üyelerinden dört ya da beşi vardı ama Binoy’un gözü, yalnızca birinin, yanından geçtiği sokak lambasının ışığıyla aydınlanan genç yüzünü görüyordu. Sonra denizin karanlığındaki bir hava kabarcığı gibi yitip giden arabanın tekerleklerinin sesi duyuldu.

Düşüncelerinin içinde kaybolan Binoy, o akşam bir daha Gora’ya gitmedi ve kendi evine döndü. Ertesi gün akşamüzeri her şeye yeniden başladı ve uzun bir yürüyüşten sonra akşamın karanlık bulutları kentin üzerine çökerken, kendini Gora’nın evinde buldu.

Binoy içeri girdiğinde, Gora lambasını yakmış yazı yazıyordu. Kâğıttan başını kaldırıp sordu: “Ee, Binoy, seni buraya hangi rüzgâr attı?”

Bu soruya kulak asmayan Binoy: “Sana bir şey sormak istiyorum Gora.” dedi. “Hindistan sana gerçek görünüyor mu? Gece gündüz düşlerinde yaşattığın bir Hindistan’ın olduğunu biliyorum ve onu nasıl düşündüğünü öğrenmek istiyorum.”

Gora yazmayı bıraktı ve keskin bakışlarını Binoy’a dikti. Sonra kalemini masaya koydu ve sandalyesinin arkasına yaslanarak yanıt verdi: “Nasıl okyanusa açılan bir geminin kaptanı hem çalışırken, hem de dinlenirken sürekli varacağı limanı düşünürse, ben de Hindistan’ı öyle düşünüyorum.”

“Peki senin bu Hindistan’ın nerede?” diye sordu Binoy.

Gora elini kalbinin üzerine koyarak haykırdı: “Benim pusulamın iğnesinin gece gündüz gösterdiği yerde! Burada, Marshman’in Hindistan Tarihi’nde değil.”

“Senin pusulanın gösterdiği belli bir liman var mı?”

“Liman orada!” diye karşılık verdi Gora inançla. “Görevlerimi eksik yapabilirim, batıp boğulabilirim ama büyük kısmet limanı her zaman oradadır. O, benim zengin Hindistan’ımın, bolluk, kültür ve doğruluğun simgesi ülkemin limanıdır. Sen bu Hindistan’ın var olmadığını mı düşünüyorsun? Burada yalanla kirlenmeyen tek bir şey bile kalmamış! Senin Kalküta’n, büroları, yüksek mahkemesi, tuğla ve harçla yapılmış birkaç binasıyla bir yalan kenti!”

Bunları söyledikten sonra sustu ve düşüncelerinin içinde kaybolmuş, sessizce duran Binoy’a baktı.

Sonra sözünü sürdürdü: “Üç yüz elli milyon insanın, yalan ve günah üzerine kurulan bir ülkenin; okuduğumuz, eğitim gördüğümüz, iş aradığımız, emeğimizin karşılığını almadan sabahın onundan akşamın beşine kadar köle gibi çalıştığımız Hindistan’ın aldatıcı görünümüne kanmasına ve bunu gerçek dünya olarak kabul etmesine daha ne kadar göz yumacağız? Böyle bir yanılsamanın kurbanı olursak, insanüstü bir çaba göstersek bile kendimize nasıl bir gelecek kurabiliriz? İnsanlarımızı birer birer beslenme yetersizliğinden öldüren neden bu işte! Burada bolluk içinde yaşayan tok insanları barındıracak gerçek bir Hindistan var. Ama biz üzerimize düşeni yapmazsak, bu topraklara ne zekâmızla, ne de vatanseverliğimizle hayat verebiliriz. Onun için sana her şeyi unut diyorum, kitaplardan bilgilenmeyi, anlamsız unvanları, kölelik özentisini, hepsini unut; kendini bunların çekiciliğinden kurtar ve gemimizi limana sokalım. Bunun uğruna öleceksek ölelim. Bu bizim için o kadar önemli ki, geleceğin Hindistan’ının görünümü bir an bile gözümün önünden gitmiyor!”

“Bu yalnızca bir heyecan dalgası mı, yoksa gerçek mi?”

“Tabii ki gerçek!” diye kükredi Gora.

“Senin gibi düşünmeyenler ne olacak?” diye sordu Binoy tatlı bir sesle.

Gora yumruğunu sıkarak: “Onlara gerçeği göstereceğiz!” dedi. “Bu bizim görevimiz. Gerçeği açık bir biçimde göremeyen insanlar düş peşinde koşarlar. Onlara bölünmemiş bir Hindistan tablosu çiz, göreceksin nasıl benimseyecekler. O zaman kapı kapı dolaşıp bağış toplamana gerek kalmayacak, insanlar canlarını vermek için birbirleriyle yarışacaklar.”

“O hâlde ya bana bu düşü göster ya da beni gerçeği göremeyen insanların arasına gönder!”

“Bunu kendin görmeye çalış.” dedi Gora. “Eğer bu davaya inanırsan, bağlılığının ödülünü alırsın. Bizim ünlü vatanseverlerimiz gerçeğe inanmazlar. Bu yüzden ne kendi haklarını ne de başkalarınınkini savunabilirler. Eğer Bolluk Tanrısı onlara bir bağışta bulunursa, genel valilere verilen yaldızlı nişanlardan daha fazlasını istemeye cesaret edemezler. İnancı olmayan insanların umudu da olmaz.”

“Gora, herkes aynı değildir.” diye karşı çıktı Binoy. “Sen kendine inanıyorsun ve gücüne güveniyorsun, bu yüzden diğer insanların ruh hâlini anlamıyorsun. Sana açıkça söylüyorum, ne yapacağım önemli değil, yeter ki bana bir görev ver. Beni gece gündüz çalıştır. Bunu yapmazsan, somut gerçekleri yalnızca senin yanında olduğum zaman hissedebileceğim ve senden ayrıldıktan sonra tutunacak bir dalım kalmayacak.”

“Sen çalışmak mı istiyorsun?” dedi Gora. “Şu anda bizim bir tek görevimiz var: Ülkemiz hakkındaki kararlı ve sağlam görüşümüzü davamıza inanmayanlara aşılamak. Ülkemizden utanmayı öyle bir alışkanlık hâline getirmişiz ki, kölelik zehri zihinlerimizi bulandırmış. Her birimiz kendi gücümüzü kullanarak bu zehrin etkisini giderirsek, kısa zamanda farklı görevlerde çalışmaya başlayabiliriz. Bugüne kadar tarih kitaplarında bize gösterilen örneklere öykünmekten başka bir şey yapmadık. Böyle bir öykünmeciliğe bütün zekâmızı ve ruhumuzu adayabilir miyiz? Bu bizi yalnızca çöküşe götürür.”

O sırada elinde nargilesiyle ağır ağır yürüyen Mohim içeri girdi. Bu saatlerde bürosundan döner, bir şeyler yiyip içtikten sonra kapının önünde oturup tembul8 çiğner ve nargile içerdi. Sonra arkadaşları birer birer gelip ona katılırdı ve hep birlikte kâğıt oynamak için oturma odasına giderlerdi.

 

O içeri girince Gora ayağa kalktı ve nargilesinden bir nefes çeken Mohim: “Hindistan’ı kurtarmaya çalışan kardeşim, keşke önce ağabeyini kurtarabilsen!” dedi.

Gora meraklı gözlerle ona bakınca sözünü sürdürdü: “Büroya yeni gelen Burra Sahib namussuzun biri. Suratı tıpkı bir buldoğunkine benziyor ve biz babulara ‘babun’ diyor. Biri annesini yitirdiğinde, yalan söylediğini öne sürerek ona izin vermiyor. Ay sonunda maaşının tamamını alan tek bir Bengalli yazman kalmadı; para cezalarıyla, maaşların büyük bir kısmına el koyuyorlar. Birkaç gün önce gazetede onun hakkında atıp tutan imzasız bir mektup yayınlandı. Bunun benim işim olduğunu sanıyor. Hepsi bu kadar değil! Kendi adımla bir tekzip yazmazsam beni kovacağını söylüyor. Siz üniversitenin iki parlak beynisiniz. ‘Adaletin sağ eli’, ‘cömertliğin simgesi’ ve ‘dünyanın en kibar adamı’ gibi kalıplar kullanarak güzel bir yazı yazmam için bana yardım etmelisiniz.”

Gora suskun kaldı ama Binoy gülerek: “Dada!”9 dedi. “İnsan bir solukta nasıl bu kadar çok yalan söyler?”

“Onunla göze göz, dişe diş savaşmak zorundayım.” diye karşılık verdi Mohim. “Uzun zamandır Avrupalılarla çalışıyorum ve onları iyi tanıyorum. Yalancılıklarını anlata anlata bitiremem. Çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir şey onları durduramaz. İçlerinden biri bir yalan söylerse çakallar gibi koro hâlinde ulumaya başlarlar. Göze girmek için bizim gibi kendi insanlarını ele vermezler. İnanın bana, yakalanmadığınız sürece onları aldatmak günah değildir!”

Bunları söyledikten sonra uzun bir kahkaha attı. Onu gören Binoy gülümsemekten kendini alamadı.

“Siz onları gerçeklerle yüzleştirerek utandırmaya çalışıyorsunuz.” diye sözünü sürdürdü Mohim. “Tanrı size bu üstün zekâyı vermeseydi, ülke bu kadar kötü bir duruma gelmezdi! Kabul etmeniz gereken bir şey var, deniz ötesinden gelen güçlü dostlarımız haneye tecavüz ederken suçüstü yakalansalar bile utançla başlarını öne eğmezler. Tam tersine, suçsuz olduklarından öylesine emindirler ki, ellerindeki levyeyle sizin üzerinize yürürler. Bu doğru değil mi?”

“Bence doğru.” diye yanıt verdi Binoy.

“Pekâlâ.” diye sözünü sürdürdü Mohim. “Eğer onların gururunu okşamak için, ‘Adil efendim, yüce insan, içinde yalnızca toz bile olsa, lütfen o torbadan bize de biraz verir misiniz?’ diye yağ çekersek, o zaman kendimize ait olanın küçük bir parçasını geri alabiliriz. Bu şekilde barışı da korumuş oluruz. Biraz düşünürseniz bunun gerçek vatanseverlik olduğunu anlarsınız. Ama Gora bana kızgın. Kendini davasına adadıktan sonra bana, ağabeyine, saygıda kusur etmedi fakat bugün onun büyüğü olarak söylediğim sözler onu fazla etkilemişe benzemiyor. Ne yapmamı bekliyorsun kardeşim? Yalandan söz etsem bile gerçeği söylemek zorundayım. Ne olursa olsun, o yazıyı yazmalısın Binoy. Biraz beklersen sana hazırladığım taslağı getiririm.” Sonra nargilesinden derin bir nefes çekerek dışarı çıktı.

Binoy’a dönen Gora: “Binoy!” dedi. “Dadanın odasına git ve ben yazımı bitirene kadar onu orada tut.”

5

Anandamoyi kocasının dua odasının kapısını çaldı. “Beni duyuyor musunuz?” diye seslendi. “Merak etmeyin, içeri girmeyeceğim ama işiniz bittiğinde sizinle konuşmak istiyorum. Yeni bir samnyasiniz10 olduğu için sizi uzun süre göremeyeceğimi biliyorum, onun için buraya geldim. Duanızı bitirdikten sonra bir dakikalığına odama gelmeyi unutmayın.” Bunları söyledikten sonra işinin başına döndü.

Krişnadayal Babu’nun ten rengi koyuydu, fazla uzun boylu değildi ve şişmanlamaya eğilimliydi. En belirgin özelliği iri gözleriydi, yüzünün geri kalanı ağarmış gür sakal ve bıyığının altında kaybolmuştu. Her zaman inzivaya çekilen erkeklerin giydiği toprak rengi ipek cüppelerle nalınlar giyer ve yanında pirinç bir kap taşırdı. Başının ön tarafındaki saçlar dökülmüştü ve uzattığı saçını tepesinde toplardı.

İç kesimlerde görevli olduğu yıllarda, alayındaki asker arkadaşlarıyla birlikte gönlünce yasak et yer ve şarap içerdi. O günlerde rahiplere, samnyasilere ve diğer bütün din adamlarına sövmeyi ve onları aşağılamayı büyüklük olarak görürdü. Ama son zamanlarda dine dört elle sarılmıştı. Bir samnyasi görür görmez onun dinî deneyimlerinden bir şeyler öğrenmek umuduyla, hemen ayaklarının dibine oturuyordu. Onu kurtuluşa götürecek kısa bir yol ve mistik güçler kazanmasına yardım edecek gizli bilgiler öğrenmek için can atıyordu. Son günlerde Tantracı öğretiye merak sardığı için bu konuda ders almaya başlamıştı ve son keşfi olan Budist rahip, kafasını iyice karıştırmıştı.

İlk karısı doğum yaparken öldüğünde daha yirmi üç yaşındaydı. Annesinin ölümüne neden olan oğlunu görmeye dayanamayan Krişnadayal, umutsuzluk içinde bebeği kayınpederine vermiş ve her şeyi geride bırakarak batıya gitmişti. Altı ay içinde Benares’in büyük panditlerinden birinin öksüz torunu Anandamoyi ile evlenmişti.

Taşrada levazım sınıfında bir iş bulmuş ve orada kendisine verilen her görevde başarılı olarak amirlerinin gözüne girmişti. Karısının büyük babası ölünce, ona bakacak başka biri olmadığı için onu yanına almak zorunda kalmıştı.

O yıllarda Büyük Hindistan Ayaklanması çıkmıştı. Bu fırsatı değerlendirerek yüksek rütbeli birkaç İngiliz’in hayatını kurtaran Krişnadayal, hem onların saygısını kazanmış, hem de toprakla ödüllendirilmişti. Ayaklanma bastırıldıktan sonra işini bırakmıştı ve kısa bir süre önce doğan Gora ile birlikte Benares’e dönmüşlerdi. Gora beş yaşına gelince, Krişnadayal, Kalküta’ya gitmiş ve büyük oğlu Mohim’i amcasından alarak onu eğitmeye başlamıştı. Daha sonra Mohim, babasının patronlarının yardımıyla Maliye Dairesinde işe girmiş ve demin de gördüğümüz gibi, kendini canla başla çalışmaya vermişti.

Gora çocukluğundan başlayarak hem komşularının oğullarına, hem de okul arkadaşlarına önderlik yapmıştı. En büyük zevki öğretmenlerin yaşamını cehenneme çevirmekti. Biraz büyüdükten sonra öğrenci kulübünde ulusal şarkılar söyleyen koronun şefi olmuş, İngilizce dersler vermiş ve küçük devrimciler tarafından kurulan bir birliğin ünlü lideri olmuştu. Sonunda yumurtasının kabuğunu kırmış ve öğrenci kulübündeki çalışmasını bırakarak yetişkinlerin toplantılarına katılmaya başlamıştı. O zaman Krişnadayal Babu bunu çok komik bulmuştu.

Gora her yerde adını duyurmaya başlamıştı ama aile üyelerinden hiçbiri onu ciddiye almıyordu. Hükûmet için çalışan Mohim, kardeşini durdurmak için elinden geleni yapıyor ve ona “ukala vatansever” ya da “ikinci Hariş Mookerci” gibi adlar takarak kardeşiyle alay ediyordu. Zaman zaman bu alayların sonu neredeyse yumruklaşmaya kadar gidiyordu. Gora’nın İngiliz düşmanlığına, için için üzülen Anandamoyi, onun fikrini değiştirmeye çalışıyordu ama söyledikleri bir işe yaramıyordu. Gora sokakta İngilizlerle kavga etmek için fırsat kolluyordu. O günlerde Keşub Çandra Sen’in yaptığı güzel konuşmaların etkisi altında olduğu için Brahmo Samaj’a ilgi duymaya başlamıştı.

O dönemde Krişnadayal bir anda değişmiş ve kendini dine vermişti. O kadar bağnazlaşmıştı ki, odasına giren yalnızca Gora olsa bile bundan huzursuzluk duyuyordu. Evin “inziva yeri” adını verdiği bölümünü yalnızca kendine ayırmış ve işi kapısına bir tabela asacak kadar ileri götürmüştü. Babasının bu tutumu Gora’yı başkaldırmaya itmişti. “Bu aptallığa daha fazla katlanamayacağım!” diyordu. “Buna dayanamıyorum.” Babasıyla arasındaki bütün bağları koparmak üzereyken Anandamoyi araya girmiş ve onları barıştırmayı başarmıştı.

Gora bulduğu her fırsatta babasının çevresinde toplanan Brahman panditlerle ateşli tartışmalara giriyordu. Aslında bunlara tartışma denemezdi, Gora’nın ağzından çıkan her söz adamların suratında tokat gibi patlıyordu. Bu panditlerin çoğu eğitimsizdi ve paraya çok düşkündü. Gora’nın tehlikeli saldırılarından korkuyor ve onunla başa çıkamıyorlardı.

Ama Gora içlerinden birine büyük bir saygı duymaya başlamıştı. Adı Vidyavagiş idi, Krişnadayal onu

Vedanta felsefesi öğretmeni olarak tutmuştu. Gora başlangıçta onu da diğerleri gibi aşağılayarak kendinden uzaklaştırmak istemiş ama kısa sürede ona yenik düşmüştü. Adam yalnızca bilgili olmakla kalmıyordu, aynı zamanda gerçek bir liberaldi. Yalnızca Sanskritçe okumayı bilen birinin, böylesine kıvrak bir zekâya ve esnek düşünme yeteneğine sahip olması Gora’yı şaşırtmıştı. Pandit öylesine güçlü, sakin, huzurlu ve düşünceliydi ki, Gora onun yanındayken duygularını sürekli baskı altında tutma gereksinimi duyuyordu. Onunla birlikte Vedanta felsefesi çalışmaya başlamış ve bir işi yarım yamalak yapma alışkanlığı olmadığı için kendini tamamen bu felsefenin kuramlarına vermişti.

Felsefe çalıştığı dönemde, bir İngiliz misyoner, gazeteler için yazdığı yazılarla Hindu dini ile toplumuna saldırmaya ve onları tartışmaya çağırmaya başlamıştı. Bu Gora’yı öfkeden deliye döndürmüştü. Kutsal metinlerle gelenekleri kötüleyen karşıtlarının huzurunu kaçırmak için her zaman fırsat kollayan delikanlı, bir yabancının Hindu dinine böyle saygısızca davranmasına asla dayanamazdı. Onun için hiç düşünmeden İngiliz’e savaş açmış ve savunma pozisyonuna geçmişti. Hindulara yapılan suçlamaların en küçüğünü bile kabul edemiyordu. Karşılıklı birçok mektup yazıldıktan sonra yayıncı yazışmaya son vermişti.

Artık Gora için geri dönüş yoktu. Hindu diniyle toplumunun ne kadar kusursuz olduğunu göstermek için kendi bilgisiyle kutsal metinlerden yaptığı alıntıları bir araya getirmiş ve Hinduizm ile ilgili İngilizce bir kitap yazmaya başlamıştı. Ama sonunda kendi tezine yenik düşmüştü. Kitabında şöyle diyordu: “Ülkemizin yabancı bir mahkemenin barosunda temsil edilmesine ve insanlarımızın yabancıların yasalarına göre yargılanmasına şiddetle karşı çıkmalıyız. Utanç ya da zafer hakkında fikir üretirken toplumumuzu yabancılarla kıyaslamamalıyız. Doğduğumuz ülkenin hiçbir şeyini –geleneklerini, inançlarını ve kutsal metinlerini– başkalarına, hatta kendimize bile kötülememeliyiz. Bütün gücümüz ve onurumuzla, ana vatanımızın ve insanlarımızın hor görülmesine neden olabilecek unsurların hepsini ortadan kaldırmalıyız.”

Kafası bu fikirlerle dolu olan Gora, Ganj’da yıkanmaya, sabah akşam ibadet etmeye ve dokunduğu şeylerle yiyecekler konusunda seçici davranmaya başlamıştı; hatta bir tiki11 bile bırakmıştı. Her sabah annesiyle babasının ayaklarının tozunu siliyordu. Daha önce hiç çekinmeden “aşağılık” ve “züppe” dediği Mohim’e karşı davranışı da değişmişti; ağabeyi yanına geldiği zaman Gora ayağa kalkıyor ve ona bir büyüğe göstermesi gereken saygıyı gösteriyordu. Mohim bu ani değişiklik için onu alaya alıyordu ama Gora buna aldırış etmiyordu.

Konuşması ve davranışıyla iyi bir örnek olan Gora, kendisi gibi hevesli gençleri çevresinde toplamıştı. Gora’nın öğretisi, onları, zihinlerine yerleşmiş olan çelişkili düşüncelerden kurtarmaya başlamıştı. İç rahatlığıyla, “Bundan daha fazla bilgiye gereksinimimiz yok.” der gibiydiler. “Biz ister iyi olalım, ister kötü; ister uygar, ister barbar, kendimizi bildiğimiz sürece hiçbir şeyin önemi yok.”

Krişnadayal, Gora’daki bu ani değişiklikten pek hoşnut görünmüyordu. Bir gün onu yanına çağırmış ve şöyle söylemişti: “Bana bak oğlum, Hinduizm çok derin bir konudur. Rişis tarafından kurulmuş olan bu dinin derinliklerine inmek herkesin harcı değildir. Temel kuralları anlayamayan birinin dindarlık taslaması doğru olmaz. Sen daha yeterince olgun değilsin, daha da önemlisi İngiliz eğitimi gördün. Kısa bir süre öncesine kadar benimsediğin Brahmo Samaj’ın öğretisi senin düşünce tarzına daha uygundu. Bu eğilimin beni kızdırmamıştı, tam tersine, mutlu etmişti. Ama şimdi izlediğin yol senin yolun değil. Bunun sonu kötü bitebilir.”

 

“Siz ne diyorsunuz baba?” diye karşı çıkmıştı Gora. “Ben bir Hindu değil miyim? Hinduizm’in derin anlamını bugün kavrayamazsam, yarın kavrayabilirim. Bunu hiçbir zaman başaramasam bile, bu benim hedefime ulaşmak için seçtiğim tek yol olacak. Ben yalnızca bir Hindu olarak doğmakla kalmadım, Brahman bir ailenin çocuğu olmayı da hak ettim. Hindu cemaatinde birkaç kez daha dünyaya gelirsem hedefime ulaşabilirim. Ama bir hata yapar ve yolumdan saparsam, o zaman hedefe varmam daha uzun zaman alır.”

“Hayır.” anlamında başını sallayan Krişnadayal: “Oğlum!” demişti. “Hindu olduğunu söyleyen herkes gerçek bir Hindu olamaz. Müslüman olmak kolaydır, Hristiyan olmak daha da kolaydır; ama Hindu olmak! Ulu Tanrı’m, bu tamamen farklı bir şeydir.”

“Bu doğru.” diye karşılık vermişti Gora. “Ama ben Hindu olarak doğduğum için ilk adımı attım. Eğer doğru yolda ilerlersem, büyük bir ilerleme kaydedebilirim.”

“Öyle görünüyor ki, seni bu tartışmalarla ikna etmem kolay olmayacak. Aslında söylediklerinde haklısın. İnsan karması ile hangi dine bağlıysa, eninde sonunda yine o dine döner, hiç kimse buna engel olamaz. Bu Tanrı’nın buyruğudur! Biz onun kullarından başka bir şey değiliz.”

Krişnadayal hem karma kuramını, hem de Tanrı’nın buyruklarını nasıl hiç sorgulamadan kabul ediyorsa, aynı şekilde kendini Tanrı ile özdeşleştiriyor ve ona tapıyordu. Bu karşıt görüşleri bağdaştırma gereğini hiçbir zaman duymamıştı.

8Tembul: Hindistan’da yetişen, tırmanıcı bir tür biber ağacı.
9Dada: Ağabey.
10Samnyasi: Brahmancılığın dördüncü ve son evresine ulaşan Brahman.
11Tiki: Bengal’de Brahmanların dine bağlılıklarını göstermek için başlarının arkasında uzattıkları saç tutamı.
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»