Бесплатно

Ejderhaların Yükselişi

Текст
Из серии: Krallar ve Büyücüler #1
0
Отзывы
iOSAndroidWindows Phone
Куда отправить ссылку на приложение?
Не закрывайте это окно, пока не введёте код в мобильном устройстве
ПовторитьСсылка отправлена
Отметить прочитанной
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Maltren öfkeden deliye dönmüştü. Kıza baktı ve diğer adamların yaptığı gibi yenilgiyi kabul etmek yerine aniden kılıcını kaldırıp sallayarak ona saldırdı.

Bu Kyra’nın beklemediği bir hareketti. Onurlu bir şekilde yenilgiyi kabul edeceğini düşünüyordu. Adam ona doğru saldırırken Kyra bu kadar kısa zamanda yapabileceği başka bir hareket kalmadığını fark etti. Zamanında yolundan çekilemezdi.

Kyra yere atladı ve yuvarlandı. Aynı anda asasını döndürdü ve Maltren’in dizlerinin arkasın vurdu. Adamın ayaklarını yerden kesmişti.

Adam sırt üstü kara düştü ve kılıcı elinden fırladı. Kyra çok hızlı bir şekilde yerden kalktı ve adamın başına dikildi. Asasını adamın boğazına dayamış bastırıyordu. Aynı anda Leo da kızın yanına geldi ve Maltren’in yüzüne birkaç santim mesafede hırlamaya başladı. Salyaları Maltren’in yüzüne damlarken saldırmak için emir bekliyordu.

Maltren yukarı baktı. Dudağı kanıyordu. Donakalmıştı ve sonunda aşağılanmıştı.

“Babamın adamlarının itibarını zedeledin,” dedi Kyra öfkeden delirmişti. “Küçük sopam hakkında şimdi ne düşünüyorsun?”

Kız adamı yere bastırmaya devam ederken ortama gergin bir sessizlik çöktü. Bir parçası asasını kaldırıp onun yaptığı gibi ona vurmayı, Leo’yu ona saldırtmayı istiyordu. Kimse onu durdurmaya kalkmamış veya adama yardıma gelmemişti.

Tamamen yalnız olduğunu anlayan Maltren gerçekten korkuyla bakıyordu.

“KYRA!”

Sert bir ses aniden sessizliği bıçak gibi kesti.

Tüm gözler sesin geldiği yöne döndü ve babası göründü. Çembere doğru yürüyordu. Sırtında kürkü vardı ve bir düzine adamla çevriliydi. Onaylamayan bir ifadeyle kızına bakıyordu..

Kıza birkaç adım kala durdu Kyra bir dersin gelmekte olduğu anladı. Baba kız birbirlerine bakarken Maltren sürünerek kızdan uzaklaştı ve hızla uzaklaştı. Neden Maltren’i değil de kendisini azarladığını merak etti Kyra. Bu onu kızdırdı ve durum bir baba kızın bakışmasından çıkıp öfkeli bir uzaklığa dönüştü. En az babası kadar inatçıydı ve kıpırdamaya niyeti yoktu.

Sonunda babası arkasını döndü. Adamları onu takip ederken kaleye yöneldi. Kızının da peşinden geleceğini biliyordu. Tüm adamlar peşine takılıp yürümeye başladığında gerginlik azaldı ve Kyra da gönülsüzce yürüyüşe katıldı. Karların içinde yorgun bir şekilde yürümeye başladı. Kalenin ışıklarını uzaktan görürken, iyi bir azar işiteceğini biliyordu fakat umursamıyordu.

Babası onu kabul etsin ya da etmesin, adamlarının arasında kabul görmüştü ve onun için önemli olan buydu. O günden sonra her şeyin değişeceğini biliyordu.

BÖLÜM ALTI

Kyra Volis Kalesinin taş koridorlarında babasının yanında yürüdü. Bir şato büyüklüğünde olan bu biçimsiz kalenin, pürüzsüz taş duvarları, konik çatıları, kalın, süslü ağaç kapıları olan bu kale Ateş Duvarlarının Koruyucularına ev sahipliği yapmış kadim bir tabyaydı ve Escalon’u yüz yıllardır koruyordu. Krallık için kritik öneme sahip bir kale olduğunu biliyordu ve kendisi için de bir evdi; bildiği tek ev. Savaşçıların, salonlarda ziyafet çekenlerin, artıklar için kavga eden köpek hırlamalarının, sönmekte olan közleriyle şöminelerin tıslamaları ve çatlaklar arasından kendine yol bulan rüzgâr seslerinin arasında uykuya dalabilirdi. Tüm garipliğine rağmen kalenin her bir köşesini seviyordu.

Kyra babasına ayak uydurmakta zorlanırken, babasının canını sıkanın ne olduğunu merak etti. Çok hızlı ve sessizce yürüyorlardı. Leo yanındaydı. Ziyafete geç kalmışlardı ve koridorlardan hızla dönerek geçiyorlardı. Onlar vardığında askerler ve diğer katılımcılar artmıştı. Babası her zamankinden hızlı yürüyordu. Geç kalmış olduklarının farkında olmasına rağmen bunun babası olmadığının farkındaydı. Normalde kızıyla yan yana yürür, sakalların ardında her zaman ortaya çıkmaya hazır bir gülümseme olur, bir kolunu kızının omzuna sarar, bazen şakalar yapar ve gün içinde yaşadıklarını anlatırdı.

Fakat şimdi karamsar bir ifadeyle, suratı asık, birkaç adım önünden yürüyordu ve onaylamıyor olduğunu gösteren bir şekilde surat asıyordu. Babasını çok nadir bu şekilde görmüştü. Aynı zamanda sıkıntılı da görünüyordu. Büyük ihtimalle bütün gün olanlar, ağabeylerinin pervasızca avlanması, Lordun Adamlarının yabandomuzlarını kapması ve belki de Kyra’nın dövüşmüş olması yüzünden böyle sıkıntılıdır, diye düşündü. İlk başta babasının kafasının ziyafetle meşgul olduğunu düşünmüştü. Bu tip tatil etkinlikleri babası için hep külfetli olmuştu. Kadim bir gelenek olarak birçok savaşçı ve ziyaretçinin iyi bir gece geçirmesini sağlaması gerekiyordu. Kyra’nın annesi hayattayken ve bu etkinlikleri o üstlenirken babası için her şeyin daha kolay yürüdüğü söylenirdi. Babası pek sosyal biri sayılmazdı ve sosyal nezaket kurallarına uymakta zorlanıyordu.

Fakat aralarındaki sessizlik derinleştikçe Kyra tamamen başka bir sorun olduğunu düşünmeye başladı. Büyük olasılıkla babasının adamlarıyla eğitime katılmış olmasındandı. Babasıyla, bir zamanlar son derece basit olan ilişkisi, büyüdükçe daha karmaşık hale geliyordu. Babası, onunla ne yapacağını bilememekle ilgili bir kararsızlık yaşıyor gibiydi, nasıl bir kızı olmasını istediğini bilmiyor gibiydi. Bir yandan da ona bir savaşçının prensiplerini, bir şövalyenin nasıl düşünmesi gerektiğini ve kendini yönetmesini öğretiyordu. Mertlik, onur ve cesaret üzerine uzun sohbetler ediyorlardı ve çoğu kez atalarının savaşlarından bahseden hikâyeleri anlatmak için gece geç saatlere kadar kaldıkları oluyordu. Kyra bu hikâyeler için yaşıyor ve sadece bu hikâyeleri dinlemek istiyordu.

Fakat aynı zamanda Kyra babasının, bu tip konuları konuşurken, sanki bu konulardan bahsetmemesi gerekiyormuş ve kızın içinde bir şeyleri uyandırmış ama şimdi geri almak istiyormuş gibi bir anda sustuğunu fark etmişti. Savaşlar ve mertlik hakkında konuşmak babası için bir alışkanlık gibiydi; fakat Kyra artık bir kız değildi. Artık bir kadın olmaya başlayan Kyra kendisini bir savaşçı gibi yetiştiriyordu, babasının bir yanı bu duruma şaşırmış gibiydi; sanki hiç büyümemesini bekliyormuş gibi… Büyümekte olan bir kız evlatla nasıl ilişki kurulacağını pek bilmiyor gibiydi, özellikle de bir savaşçı olmak için yanıp tutuşan bir kız evlatla; sanki kızını hangi yönde desteklemesi gerektiğini bilmiyor gibi görünüyordu. Babasının kendisiyle ne yapacağını bilmediğini fark etmişti. Hatta bir yanı o etraftayken rahatsız bile görünüyordu. Fakat aynı zamanda gizlice gurur duyduğunu da hissediyordu. Sadece bunu göstermekten kendini alıkoyuyordu.

Kyra bu sessizliğe daha fazla dayanamadı. Söz konusu problem her neyse öğrenmeliydi.

“Ziyafet için mi endişelisin?” diye sordu.

“Niye endişeleneyim?” diye karşılık verdi, ona bakmıyordu; üzgün olduğunun açık bir işaretiydi. “Her şey hazırlandı. Aslında, biz geç kaldık. Seni bulmak için Savaşçıların Geçidine gelmemiş olsam çoktan masamın başında oturuyor olurdum,” diye kızgın bir biçimde bitirdi cümlesini.

Demek konu buydu; dövüşmesi. Onun buna kızmış olması kendisini de kızdırmıştı. Sonuçta o adamların hepsini yenmiş ve onaylarını kazanmıştı. Bunun yerine, sanki hiçbir şey olmamış, olduysa da onaylanmayacak bir şey olmuş gibi davranıyordu.

Gerçeği öğrenmek istiyordu. Sinirlenmişti ve babasını kışkırtmaya karar verdi.

“Adamlarını yendiğimi görmedin mi?” dedi, onu utandırmak istiyordu ve göstermeyi reddettiği onaylanmayı görmek istiyordu.

Babasının yüzünün kızardığını gördü. Fakat yürüdükleri süre boyunca babası dilini tutu ve bu onu daha da sinirlendirdi.

Yürümeye devam ettiler. Kahramanlar Salonunu, Bilgelik Odasını geçtiler ve artık daha fazla katlanamayacağı noktada Büyük Salona yaklaşmışlardı.

“Sorun ne baba?” dedi talepkar şekilde. “Eğer beni onaylamıyorsan, söyle gitsin.”

Nihayet ziyafet salonundan önceki kemerli kapının önünde durdu, dönüp duygusuz bir ifadeyle kızına baktı. Bakışı içini acıttı. Babası, dünyadaki herkesten çok sevdiği tek adam, ona her zaman gülümseyen adam şimdi sanki bir yabancıya bakıyormuş gibi bakıyordu. Bunu anlayamamıştı.

“Seni bir daha o alanda görmek istemiyorum,” dedi, sesinde soğuk bir öfke vardı.

Sesindeki tonlama kızı kelimelerden daha çok yaralamıştı ve içinde bir ihanet titremesi hissetti. Başkasından gelse böyle bir şey çok da umurunda olmazdı ama sevdiği, çok büyük saygı duyduğu, ona karşı her zaman kibar olmuş olan adamın bu tonla konuşması kanını dondurmuştu.

Fakat Kyra kavgadan kaçan biri değildi; bu da babasından aldığı bir özellikti.

“Nedenmiş peki?” diye diretti.

Babasının ifadesi sertleşti.

“Sana bir sebep belirtmek zorunda değilim,” dedi. “Ben senin babanım. Bu kalenin ve adamlarımın komutanı benim ve onlarla eğitime katılmanı istemiyorum.”

“Onları yendiğimi görmekten mi korkuyorsun?” dedi Kyra, babasının tepesini attırmak istiyor, kapıyı yüzüne sonsuza dek kapatmasına izin vermeyi reddediyordu.

Babası kızardı. Sözlerinin onu da yaraladığını görebiliyordu.

“Kibir sıradan insanların özelliğidir,” dedi azarlar tonla, “savaşçıların değil.”

“Fakat ben bir savaşçı değilim, öyle değil mi baba?” diye sordu kışkırtıcı bir şekilde.

Babası gözlerini kıstı. Cevap veremiyordu.

“Artık on beş yaşımdayım. Hayatım boyunca ağaçlar ve dallara karşı savaşmamı mı istiyorsun?”

“Hiçbir zaman savaşmanı istemiyorum,” diye tersledi. “Sen bir kızsın, artık bir kadın tabii. Kadınların yaptığı şeyleri yapmalı, yemek pişirmeli, dikiş yapmalısın. Annen hayatta olsa seni yetiştireceği şekilde davranmalısın.”

Şimdi Kyra’nın ifadesi sertleşmişti.

“Özür dilerim ama olmamı istediğin kız değilim baba,” diye yanıtladı. “Özür dilerim ama diğer kızlar gibi değilim.”

Şimdi babasının yüzünde de acılı bir ifade oluşmuştu.

“Fakat ben babamın kızıyım,” diye devam etti. “Senin yetiştirdiğin kızım ve beni onaylamaman kendini onaylamaman demektir.”

Babasının karşısında durmuş, elleri belinde, açık gri gözleri bir savaşçının gücüyle dolu, babasının gözlerine bakıyordu. Kahverengi gözleri, kahverengi saçları ve sakallarıyla o da kızına baktı ve kafasını salladı.

 

“Şimdi tatil zamanı,” dedi, “bir ziyafet savaşçılar değil ziyaretçiler ve yüksek seviyedekiler içindir. Escalon’un her tarafından ve yabancı diyarlardan insanlar gelecek.” Kızını baştan aşağı hoşnutsuz şekilde süzdü. “Bir savaşçının kıyafetlerini giyiyorsun. Odana git ve kadınların giydiği güzel elbiselerden giy, masada olacak diğer tüm kadınlar gibi.”

Kız kızarmış ve öfkelenmişti. Babası biraz daha yaklaşıp bir parmağını havaya kaldırdı.

“Ve seni bir daha alanda adamlarımın yanında görmeyeyim,” diye haşladı.

Ters bir şekilde arkasını döndü. Hizmetkârlar ona kapıyı açarken, onları karşılayan kalabalığın sesi pişen et kokusu, zayıf tazı ve harlayan ateş sesi dalgalar halinde dışarı taştı. Havada bir müzik sesi vardı ve salondaki hareketliliğin sesi eşsizdi. Kyra babasını içeriye girerken izledi ve görevliler de onu takip etti.

Kyra orada durmuş, burnundan soluyarak ne yapacağını düşünürken, birçok hizmetkâr durmuş, kapıyı açık tutuyordu. Hayatında hiç bu kadar sinirlenmemişti.

Sonunda arkasını döndü ve Leo’yla birlikte hiddetle salondan uzaklaşıp odasına döndü. Hayatında ilk defa babasından nefret etmişti. Onun farklı olduğunu düşünmüştü. Hepsinden ötesi düşündüğünden daha ufak bir adam olduğunu fark etmişti ve bu onu her şeyden daha çok yaralamıştı. En sevdiği şeyi, eğitim alanını, elinden alması kalbine bıçak gibi batıyordu. Hayatını ipekler ve elbiselere mahkûm olarak geçirme düşüncesi üzerinde bildiğinden çok daha derin bir umutsuzluk duygusu yaratmıştı.

Volis’i terk etmek ve bir daha dönmemek istedi.

*

Komutan Duncan Volis’in devasa ziyafet salonundaki yemek masasının başındaki yerine geçti ve ailesi, savaşçılar, konuklar, danışmanlar, kılavuzlar ve ziyaretçilere baktı. Yüzden fazla kişi, hepsi de bir masanın çevresinde tatil için, gönülsüz bir şekilde bir araya gelmişti. Önünde oturan bunca insanın arasında aklında tek bir kişi vardı, prensip olarak aramamaya çalıştığı bir kişi; kızı, Kyra. Duncan’ın kızıyla her zaman özel bir ilişkisi olmuştu. Ona her zaman hem bir anne hem de bir baba olma ihtiyacı hissetmiş, ona annesinin yokluğunu aratmamaya çalışmıştı. Fakat babası olarak başarısız olmakta olduğunu biliyordu; hele ki bir anne olarak daha da fazla.

Duncan kızına göz kulak olmaya özen gösterirdi; erkeklerden kurulu bir aile, savaşçılarla dolu bir kalede, diğer kızlara hiç benzemeyen bir kız, kendisine çok fazla benzeyen bir kız… Erkeklerin dünyasında son derece yalnızdı ve kızı için çok fazla zahmete girmişti; sadece zorunlu olduğu için değil aynı zamanda onu çok sevdiği için, kelimelerle ifade edebileceğinden çok, hatta itiraf etmekten nefret etse de oğullarından bile çok sevdiği için. Tüm çocukları içinde, itiraf etmesi gerekirdi ki, garip bir şekilde en çok kızında kendini görüyordu. İnatçılığı, şiddetli kararlılığı, savaşçı ruhu, geri adım atmayışı, korkusuzluğu ve merhameti… Her zaman zayıfın yanında olurdu; özellikle de küçük erkek kardeşinin ve her zaman adil olanın yanında olurdu, neye mal olursa olsun.

Son yaptıkları konuşmanın canını bu kadar çok sıkmasının ve onu böyle kötü bir ruh haline getirmesinin bir başka sebebi de buydu. Onu eğitim alanında, asasını adamlarına karşı, büyüleyici ve dikkat çekici bir yetenekle savururken izlediğinde kalbi gurur ve neşeyle dolmuştu. Maltren’den nefret etmişti; kendi tarafındaki bir kabadayı, bir baş belası ve kızının ona, tüm adamlarının içinde haddini bildirmiş olmasını coşkuyla karşılamıştı. Sadece on beşinde bir kızın adamlarının arasında yer bulabilmesi ve hatta onları yenebilmesi onu gururlanmanın da ötesine taşımıştı. Kızına sarılmayı çok istemişti, tüm adamlarının içinde övgüye boğmak istemişti.

Fakat babası olarak bunu yapamamıştı. Duncan onun için en iyisini istiyordu ve derinlerde kızının çok tehlikeli bir yola girmekte olduğunu hissediyordu; erkeklerin dünyasında şiddet dolu bir yol. Erkeklerin tehlikeli dünyasındaki tek kadın olabilirdi; bedensel istekleri olan adamlar, kanları kaynadığında ölümüne dövüşen adamlar. Kızı gerçek bir savaşın ne demek olduğunu bilmiyordu; kan dökülmesi, acı ve ölümü yakından tanımamıştı. Kızı için istediği hayat bu değildi; izin verilmiş olsa bile! Onun kalede emniyette ve güvende olmasını, huzur ve rahat içinde bir ev hayatı sürmesini istiyordu. Fakat bunları kendisinin de istemesini nasıl sağlayacağını bilmiyordu.

Bütün bunlar kafasını karıştırmıştı. Onu övmeyi reddederek onu vaz geçirebileceğini keşfetmişti. Fakat derinlerde yavaşça çöken bir şekilde, yapamayacağını hissediyordu ve onu övmekten imtina etmesi kızını kendisinden daha fazla uzaklaştırabilirdi. Bu akşamki tavrından nefret etti ve o andaki hislerinden de; fakat başka ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu.

Onu bunlardan daha fazla üzen başka bir şey ise kafasının içinde yankılanıp duran şeydi: kızının doğduğu gün dile getirilen kehanet. Bu kehaneti, bir cadının sözlerini her zaman saçmalık olarak değerlendirmişti; fakat bugün onu izlerken, hünerlerini gördüğünde, onun ne kadar özel biri olduğunu fark etmiş ve kehanetin gerçekten doğru olup olamayacağını düşünmüştü. Bu düşünce onu her şeyden çok korkuttu. Kızının kaderi hızla yaklaşıyordu ve babasının bunu engellemek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Hakkındaki gerçeği herkes öğrenene kadar ne kadar zaman geçecekti?

Duncan gözlerini kapatıp kafasını salladı ve şarabından uzun bir yudum alıp bu düşünceleri kafasından uzaklaştırmaya çalıştı. Sonuçta bu gecenin bir kutlama gecesi olması gerekiyordu. Kış gündönümü gelmişti. Gözlerini açtı ve camın dışında hızla yağan karı gördü. Şimdi tam bir tipi vardı ve kar sanki tatilde gelmeyi bekliyormuş gibi, duvarın karşısında kümeleniyordu. Dışarıda rüzgâr uğuldarken, içerde herkes güven içindeydi. Şöminelerde harlayan ateş, vücut sıcaklıkları, pişen yemek ve içilen şaraplardan herkes ısınmıştı.

Doğrusu, etrafına baktığında herkes mutlu görünüyordu. Jonglörler, ozanlar ve müzisyenler gösterilerini yapıyor, herkes gülüp eğleniyor ve savaş hikâyelerini paylaşıyordu. Duncan önündeki hediyelere takdir ederek baktı. Ziyafet sofrası türlü çeşit lezzetli yiyecekle doluydu. Duvarda asılı duran kalkanlara baktığında gururlandı; her biri farklı siperlikli, elle dövülmüş bu kalkanlar, halkının farklı hanedanlarını temsil ediyordu, onunla savaşmaya gelmiş olan farklı savaşçıları… Ayrıca farklı savaşlardan alınmış ganimetlere baktı, Escalon için savaşla geçen ömründen hatıralar… Şanslı bir adam olduğunu biliyordu.

Ve her ne kadar aksine davranmak istese de zapt edilmiş bir krallıkta oldukları gerçeğiyle yüzleşmesi gerekiyordu. Eski kral, Kral Tarnis halkını utanca teslim etmiş, karşı bile koymaya kalkmadan teslim olmuş ve Pandesia’nın işgal etmesine izin vermişti. Birçok can ve şehir verilmişti fakat aynı zamanda halkın ruhunu da çalmışlardı. Tarnis her zaman Escalon’un hiçbir şekilde savunulamayacağını iddia etmişti. İddiasına göre Güney Geçidi, Acılar Köprüsünü tutsalar bile Pandesia yine de onları kuşatabilir ve denizden saldırabilirdi. Fakat herkesin bildiği üzere bu zayıf bir iddiaydı. Escalon, eteklerinde sivri kayaları dalgaların dövdüğü, yüzlerce metre yüksekliğinde falezlere sahip kıyılarla bezeliydi. Hiçbir gemi kıyıya yaklaşamaz ve hiçbir ordu ağır bir bedel ödemeden oradan geçemezdi. Pandesia denizden saldırabilirdi ama ödeyecekleri bedel, öylesine büyük bir imparatorluk için bile inanılmaz derecede büyük olurdu. Karadan saldırı tek yoldu ve tek giriş Güney Geçit darboğazıydı. Tüm Escalon halkı buranın savunulabilir olduğunu biliyordu. Teslim olmak tam bir acizlik göstergesinden başka bir şey değildi.

Şimdi Duncan ve diğer muhteşem savaşçılar, kralsız, kendi kaderlerine, kendi bölgelerine, kendi kalelerine terk edilmişleri ve her biri de diz çöküp Pandesia İmparatorluğu tarafından atanan Lord Valiye itaat etmeye zorlanmıştı. Duncan yeni bir sadakat yemini etmeye zorlandığı günü dün gibi hatırlıyordu. Diz çökmeye zorlandığı an hissettiklerini de hatırlıyordu ve bunları düşünmek midesini bulandırdı.

Duncan daha eski günleri düşünmeye çalıştı. Andros’ta yerleşik olduğu, tüm hanedanların şövalyelerinin, hep birlikte, tek bir amaç, tek bir kral, tek bir başkent ve tek bir bayrak için savaştığı, şimdi sahip olduğunun on katı askeri güce sahip olduğu zamanları… Artık Krallığın uzak köşelerine dağıtılmışlardı ve buradaki adamlar, birleşmiş bir güçten geriye kalanlardı.

Kral Tarnis her zaman zayıf bir kral olmuştu; Duncan bunu en başından beri biliyordu. Kralın başkomutanı olarak görevi, haksız da olsa kralı savunmaktı. Duncan’ın bir yanı kralın teslim oluşuna şaşırmıyordu fakat her şeyin ne kadar hızlı dağıldığına şaşırıyordu. Tüm o muhteşem şövalyeler rüzgârda dağılmış, hepsi de kendi hanelerine dönmüş ve yöneten bir kral kalmayınca tüm güç Pandesia’nın ellerine bırakılmıştı. Bu durum kanunsuzluğu doğurmuş ve bir zamanlar barış dolu olan krallık şimdi suç ve huzursuzluğun beslenme alanına dönmüştü. Kalelerin dışında bir zamanlar yollarda yolculuk etmek son derece güvenliyken artık yolculuk bile güvensiz hale gelmişti.

Saatler geçti ve yemek bitti. Yiyecekler kaldırıldı ve bira bardakları yeniden doldu. Kış Ayı tatlı tepsileri getirildiğinde Duncan birkaç parça çikolata aldı ve keyfini çıkartarak yedi. Keçi sütüyle kaplanmış bardaklarca çikolata servisi yapıldı ve alkolün etkisiyle başı dönen ve odaklanmak zorunda olan Duncan bir bardağı ellerinin arasına alıp sıcaklığının tadını çıkarttı. Hepsini tek seferde içti. Sıcaklık karnına doğru yayıldı. Dışarıda kar şiddetini artırdı; her an daha da hızlanıyordu. Soytarılar gösterilerini yaptı, ozanlar hikâyeler anlattı ve müzisyenler ara fasıllar sundu. Gece bu şekilde devam etti. Kimse hava durumunu önemsemiyordu. Gece boyunca ziyafet çekmek kışı, sanki bir arkadaşı karşılıyormuş gibi karşılamak için Kış Ayına özel bir gelenekti. Efsaneye göre gelenekleri düzgün uygulamak kışın çok uzun sürmemesini sağlardı.

Duncan kendine rağmen etrafına bakındı ve Kyra’yı gördü. Acıklı bir şekilde oturuyor, sanki tek başınaymış gibi yere bakıyordu. Ona emrettiği gibi savaşçı kıyafetlerini değiştirmemişti. Bir anlığına öfkesi yükseldi fakat sonra akışına bırakmaya karar verdi. Kızının da çok üzgün olduğunu görebiliyordu. O da kendisi gibi olayları çok derinden hissediyordu.

Duncan artık kızıyla barışma vaktinin geldiğine karar verdi. Kızıyla aynı şekilde düşünmese bile hiç olmazsa onu teselli etmeyi düşünüyordu. Yanına gitmek için koltuğundan kalkmak üzere olduğu sırada ziyafet salonun kapıları şiddetle açıldı.

Başka diyarlardan olduğu belli olan pahalı bir kürkün içinde, ufak tefek bir adam, görevlilerin refakatinde, aceleyle salona girdi. Saçı ve pelerine karla kaplanmıştı. Duncan gecenin o saatinde, özellikle de kar fırtınasında bir ziyaretçinin gelmesine şaşırmıştı. Adam pelerinini çıkarttığında Duncan gelenin Andros’un mor ve sarısını giymekte olduğunu fark etti. Adam başkentten, tam üç günlük yoldan, gelmişti.

Gece boyunca ziyaretçiler geliyordu fakat hiçbiri gecenin bu saatinde gelmezdi ve Andros’tan gelmezdi. Adamın giydiği renkleri görmek Duncan’a eski kralı hatırlattı; eski güzel günleri.

Adam Duncan’ın koltuğunun önüne gelip saygıyla kafasını eğmiş oturması için davet edilmeyi beklerken salona bir sessizlik hâkim oldu.

“Bağışlayın lordum,” dedi. “Daha erken gelmek istiyordum. Korkarım buna kar engel oldu. Size karşı bir saygısızlık etmek istememiştim.”

Duncan başıyla onayladı.

“Ben bir Lord değilim,” diye düzeltti Duncan, “sadece bir komutanım. Ve burada hepimiz eşitiz, soylular veya köylüler, kadın veya erkek. Tüm ziyaretçilere kapımız açıktır, hangi saatte gelirlerse gelsinler.”

Ziyaretçi başıyla selam verip bir yere oturmaya hazırlandığı sırada Duncan elini kaldırdı.

“Geleneklerimiz bu kadar uzaktan gelen ziyaretçilerin onurlu bir şekilde ağırlanmasını emreder. Gelip yakınımda oturun.”

Ziyaretçi şaşırmıştı. Başıyla selam Verdi ve görevliler, bu ufak tefek, çıkık elmacık kemikli ve gözlü, büyük ihtimalle kırklarında olan fakat daha yaşlı olan adamın Duncan’ın yanına oturmasını sağladılar. Duncan adamı incelediğinde adamın gözlerinde bir kaygı fark etti. Adam tatil neşesinde bir ziyaretçi için fazla gergin görünüyordu.

Ziyaretçi, başı öne eğik otururken, ona bakan gözler yön değiştirdi ve oda yavaş yavaş eski neşesine döndü. Adam önüne koyulan bir kâse çorba ve çikolatayı, büyük bir parça ekmekle birlikte midesine indirdi. Çok aç olduğu belli oluyordu.

“Söyle bakalım,” dedi Duncan, adamın yemeğini bitirmesini bekledikten sonra, daha fazla bilgi almak için meraklı bir şekilde, “bize başkentten ne haberler getirdin?”

Ziyaretçi kâsesini yavaşça ileri itti ve gözlerini yere çevirdi; Duncan’ın gözlerine bakmaya çekiniyordu. Masada bir sessizlik oldu ve adamın yüzündeki gülümsemeyi gördüler. Herkes onun cevap vermesini bekledi.

 

Sonunda kafasını kaldırıp Duncan’a baktı. Gözleri kan çanağına dönmüş ve yaşarmıştı.

“Bir adamın getirmemesi gereken haberler,” dedi.

Duncan kendini hazırladı; ne duyacağını hissediyor gibiydi.

“Mesele nedir söyle o halde,” dedi Duncan. “Kötü haber zamanla daha da bozuk hale gelir.”

Adam gözlerini masaya indirdi. Parmaklarını gergin bir şekilde masaya sürtüyordu.

“Kış Ayıyla birlikte Pandesia topraklarımız üzerinde yeni bir kanun çıkartıyor: Evlilik akdi.”

Duncan duyduğu kelimelerle kanının kesildiğini hissetti. Masada kanuna karşı bir hakaret dalgalanması oluştu, kendisinin de katıldığı bir dalga. Evlilik Akdi. Bu anlaşılamazdı.

“Bu konuda ciddi misin?” diye sordu Duncan.

Ziyaretçi başıyla onayladı.

“Bugün itibariyle, Krallığımızdaki her erkeğin, lordun ve savaşçının, on beş yaşına gelmiş ve evlenmemiş ilk kızı üzerinde Lord Vali evlilik hakkı talebinde bulunabilir; kendisi için veya seçtiği herhangi biri için.”

Duncan hemen dönüp Kyra’ya baktı ve gözlerindeki şaşkınlık ve öfkeyi gördü. Odadaki diğer tüm adamlar ve savaşçılar da dönüp Kyra’ya baktı. Hepsi de haberin ağırlığının farkındaydı. Onun yerinde hangi kız olsa yüzü dehşetle kaplı olurdu ama Kyra’nın yüzünde sanki bir intikam ifadesi vardı.

“Onu alamayacaklar!” diye bağırdı Anvin. Öfkeliydi ve sesi sessizliğin içinde yükseliyordu. “Kızlarımızdan hiçbirini alamayacaklar!”

Arthfael hançerini çekip masaya sapladı.

“Yabandomuzumuzu alabilirler fakat kızlarımızdan birini almaya kalkarlarsa ölümüne savaşırız!”

Savaşçılar onaylar şekilde bağırdılar. Öfkeleri alkolün de katkısıyla iyice artmıştı. Salondaki ruh hali aniden berbat bir hal almıştı.

Duncan ayağa kalktı, yemeği dökülmüştü. Masadan kalkarken salonda sessizlik hâkim oldu. Diğer tüm savaşçılar da bir saygı göstergesi olarak ayağa kalktılar.

“Ziyafet sona erdi,” diye ilan etti, sesi sertti. Sözünü bitirdiği sırada henüz gece yarısı bile olmadığını fark etti. Kış Ayı için korkunç bir alamet…

Duncan ağır bir sessizlik içinde, yüksek mevkililerin ve askerlerin arasından Kyra’ya doğru yürüdü. Sandalyesinin yanı başında durdu ve kızına baktı. O da babasının gözlerinin içine baktı. Gözlerinde güç ve meydan okuma vardı. Bu bakış içini gururla doldurdu. Kızın hemen yanında duran Leo da ona bakıyordu.

“Gel kızım,” dedi. “Seninle benim konuşmamız gereken çok şey var.”

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»