Бесплатно

Ejderhaların Yükselişi

Текст
Из серии: Krallar ve Büyücüler #1
0
Отзывы
iOSAndroidWindows Phone
Куда отправить ссылку на приложение?
Не закрывайте это окно, пока не введёте код в мобильном устройстве
ПовторитьСсылка отправлена
Отметить прочитанной
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

BÖLÜM YEDİ

Kyra babasının odasında oturuyordu. Kalenin üst katlarındaki, kubbeli çatısı, yıllardır kullanılmaktan kararmış devasa mermer şömineli taş odada, kasvetli bir sessizlik içinde oturmuş birbirlerine bakıyorlardı. Ateşin karşısında, kürklerin üzerinde oturuyorlar, parçalanan kütükler kırılıp ses çıkarttıkça şömineye bakıyorlardı.

Kyra’nın kafası karışmıştı. Ayaklarının dibinde kıvrılmış yatan Leo’nun kürkünü okşadı. Haberin gerçek olduğuna inanmak zordu. Sonunda Escalon değişmeye başlamıştı ve hayatı sona ermiş gibi hissediyordu. Gözlerini alevlere dikti ve eğer Pandesia kendisini ailesinden, kalesinden ve bildiği, sevdiği her şeyden koparıp alırlar ve onu iğrenç bir Lord Valiyle evlenmeye zorlarsa geriye yaşamaya değer ne kalacağını merak düşündü. Ölmeyi yeğlerdi.

Kyra bu odada bulunmaktan her zaman keyif almıştı. Bu odada, gerçek mi fantezi mi olduğundan emin olamadığı kahramanlık hikâyeleri ve geçmiş efsanelerini okuyarak kendini kaybederek saatler geçirmişti. Babası kadim kitaplarını taramayı ve yüksek sesle okumayı severdi. Bazen sabahın ilk saatlerine kadar farklı zamanların, farklı yerlerin olaylarını okurdu. Kyra hepsinden çok savaşçıların ve muhteşem savaşların hikâyelerini severdi. Leo her zaman ayaklarının dibinde olur, bazen de Aidan onlara katılırdı. Birçok gün doğumunda Kyra, hikâyelerle sarhoş olmuş olarak uykulu gözlerle odasına dönerdi. Okumaya olan düşkünlüğü silahlara olan merakından da fazlaydı ve şimdi, babasının, kitap raflarının sıralandığı odasında, nesilden nesile aktarılmış parşömenler ve deri kaplı ciltlerin arasında kaybolabilmeyi diledi.

Fakat babasına, onun asık yüzüne baktığında korkunç gerçekliklerine geri döndü. Bu gece okuma gecesi değildi. Babasını hiçbir zaman o kadar rahatsız ve kafası karışık halde görmemişti. Sanki hayatında ilk kez ne yapacağını bilmiyor gibiydi. Babasının onurlu bir adam olduğunu biliyordu. Tüm adamları onurluydu. Escalon’un bir kralı, bir başkenti, etrafında toplanabilecekleri bir sarayı olduğu zamanlarda özgürlükleri için canlarını verirlerdi. Fakat eski kral hepsine ihanet etmiş, onlar adına teslim olmuş ve onları bu berbat pozisyonda bırakmıştı. Parçalanmış ve dağılmış bir ordu olarak ortalarına kadar girmiş bir düşmanla savaşamazlardı.

“O gün savaşta yenilmiş olsak çok daha iyiydi,” dedi babası, sesi sertti, “Pandesia ile onurlu bir şekilde yüzleşir ve kaybederdik. Kralın teslim olması da bir yenilgi tabii ama uzun, yavaş ve zalim bir yenilgi. Günden güne, yıldan yıla bir özgürlüğümüz elimizden alıyor ve alınan her bir özgürlüğümüzle insanlığımızı kaybediyoruz.”

Kyra babasının haklı olduğunu biliyordu ama Kral Tarnis’in kararını da anlayabiliyordu. Pandesia dünyanın yarasını kaplamıştı. Kölelerden kurulu devasa ordularıyla Escalon’u geride bir şey kalmayana kadar yakıp yıkabilirlerdi. Hiçbir zaman geri adım atmamışlardı ama milyonlarca adamlarını kaybetmişlerdi. En azından Escalon sağlamdı ve insanları hayattaydı; tabi buna hayat denilebilirse!

“Onlar için bu kızlarımızı almakla ilgili değil,” diye devam etti babası, konuşması çatırdayan alevlerle vurgulanıyordu. “Bu güçle ilgili. Boyun eğdirmekle ilgili. Ruhumuzdan geriye her ne kaldıysa parçalamakla ilgili.”

Babası alevlere gözünü dikmiş bakarken aynı anda hem geçmişine hem de geleceğine baktığını fark etti. Kyra babasının ona dönüp artık savaşmanın vaktinin geldiğini, inandıkları her şey için ayağa kalkıp direnişe geçmenin vaktinin geldiğini söylemesi için dua etti. Onu almalarına asla izin vermeyeceğini…

Fakat bunun yerine, artan hayal kırıklığı ve öfkesine karşın babası orada sessizce oturuyordu. Düşüncelere dalmış öylece bakıyor ve ona ihtiyacı olan garantiyi vermiyordu. Babasının ne düşünmekte olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu; özellikle de yaptıkları son tartışmadan sonra.

“Krala hizmet ettiğim zamanları hatırlıyorum,” dedi yavaşça, derin ve güçlü sesi onu her zaman olduğu gibi sakinleştiriyordu, “tüm toprakların birlik olduğu zamanları; Escalon yenilmezdi. Sadece Ateş Duvarlarında trolleri geride tutmak için ve Güney Geçitte Pandesia’yı tutmak için adama ihtiyacımız vardı. Asırlarca özgür insanlar olduk ve bu her zaman olması gerektiği gibi oldu.”

Daha sonra uzun bir süre sessiz kaldı. Alevler çatırdarken Kyra Leo’nun kafasını okşayarak, sabırsız bir şekilde babasının sözünü bitirmesini bekledi.

“Eğer Tarnis bize geçidi korumamızı emretseydi bunu yapardık,” diye devam etti, “orayı son adamımıza kadar korurduk. Özgürlüğümüz için hepimiz seve seve ölüme giderdik. Fakat bir sabah uyandığımızda topraklarımız çoktan işgal edilmişti” dedi. Gözleri acı içinde büyüyordu; sanki o anı tekrar yaşıyor gibiydi.

“Bunların hepsini biliyorum,” diye hatırlattı Kyra, sabırsız ve aynı hikâyeyi duymaktan yorulmuş bir şekilde.

Babası ona döndü. Gözlerinde yenilgi vardı.

“Senin kralın ne zaman pes etti,” diye sordu, “ne zaman, savaşmaya değer tek şeyin kaldığında düşman çoktan içine girmişti bile?”

Kyra öfkelendi.

“Belki de krallar her zaman sıfatlarını hak etmiyorlardır,” dedi, sabrı taşmıştı. “Krallar da sadece insandır sonuçta ve insanlar hata yapar. Belki de, bazen en onurlu yol kralına meydan okumaktır.”

Babası iç geçirdi. Alevlere dalmıştı ve onu pek duymuyormuş gibiydi.

“Biz, Volisliler, Escalon’un geri kalanıyla kıyaslandığında iyi bir hayat yaşadık. Diğerlerinin aksine, bizim silahlarımızı tutmamıza izin verdiler, gerçek silahlar. Diğerleri ölüm cezasına karşı tüm çeliğini teslim etti. Eğitim yapmamıza izin verdiler. Kendimizi tatmin olmuş hissedeceğimiz kadar özgür olduğumuz yanılsamasını yarattılar. Bunu neden yaptılar biliyor musun?” diye sordu kızına dönerek.

“Çünkü siz Kralın en büyük şövalyeleriydiniz,” diye yanıtladı. “Çünkü size derecelerinize karşılık gelen saygınlığı göstermek istediler.”

Babası kafasını salladı.

“Hayır,” diye yanıtladı. “Sadece bize ihtiyaçları olduğu için. Ateş Duvarlarını tutacak adamlar için Volis’e ihtiyaçları var. Marda ile aralarında duran tek şey biziz. Pandesia Marda’dan bizden korktuğundan daha çok korkuyor. Çünkü sadece biz Koruyucularız. Ateş Duvarlarında kendi askerleri, kendi adamlarıyla devriye geziyorlar ama hiçbiri bizim kadar tetikte değil.”

Kyra bunun üzerine düşündü.

“Her zaman onlardan üstte olduğumuzu düşünmüştüm. Pandesia’nın ulaşamayacağı bir yerde… Fakat bu gece,” dedi sakince, kızına dönerek, “bunun doğru olmadığını fark ettim. Bu haber… Birkaç yıldır bu tip bir şey bekliyordum. Ne kadar uzun zaman olduğunu fark etmemişim. Onca yıllık hazırlığa karşın, işte o haber geldi ve yapabileceğim hiçbir şey yok.”

Babası başını eğerken gözlerini babasına dikti. Dehşete düşmüştü ve içinde bir içerlemiş bir öfke patlaması oldu.

“Onların beni almasına izin vereceğini mi söylüyorsun?” diye sordu. “Benim için savaşmayacağını mı söylüyorsun?”

Yüzü karardı.

“Çok gençsin,” dedi, kızgın şekilde, “toysun. Dünyanın nasıl işlediğini anlamıyorsun. Sadece bir savaşa bakıyorsun, daha büyük krallığa değil. Senin için savaşırsam, adamlarım senin için savaşırsa, bir savaşı kazanabiliriz. Fakat onlar geri gelecektir ve yüz adamla değil, bin değil, on bin değil, yüz binlerce adamla. Senin için savaşırsam, tüm halkımın öleceğinin kesinleşmesine sebep olurum.”

Babasının sözleri onu bıçak gibi kesti. İçten içe titriyordu. Yalnızca sözler değildi canını acıtan, o sözlerin arkasındaki çaresizlikti aynı zamanda. Bir yanı oradan hiddetle ayrılmak istiyordu. Midesi bulanmıştı. Bir zamanlar idolleştirdiği adam onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Bu şekilde bir ihanet yüzünden içinden ağlamak geldi.

Ayağa kalktı. Titriyordu. Kaşlarını çattı.

Sen,” dedi öfkeyle, “sen, bu toprakların en muhteşem savaşçısı; kendi kızının onurunu korumaktan korkuyor musun?”

Babasının yüzünün, uğradığı hakaretle kızarışını seyretti.

“Laflarına dikkat et,” diye uyardı sertçe.

Fakat Kyra geri adım atmadı.

“Senden nefret ediyorum!” diye bağırdı.

Şimdi ayağa kalkma sırası ondaydı.

“Tüm insanlarımızın öldürülmesini mi istiyorsun?” diye bağırdı. “Sadece senin onurun için?”

Kyra kendini daha fazla tutamadı ve kendini bildiğinden bu yana uzun zamandır ilk defa gözyaşlarına boğuldu. Babasının onu umursamayışı kalbini çok kırmıştı.

Babası onu teselli etmek için hareketlendi ama o başını eğip, arkasını döndü. Sonra kendin toplayıp geri döndü ve gözlerindeki yaşları silip nemli gözlerle alevlere bakmaya başladı.

“Kyra,” dedi babası yumuşak bir tonla.

Babasına dönüp baktığında, onun da gözlerinin dolduğunu gördü.

“Elbette senin için savaşırdım,” dedi. “Kalbim son kez atana kadar senin için savaşırdım. Ben ve tüm adamlarım senin için ölürdük. Sonrasında başlayacak savaşta sen de ölürdün. İstediğin bu mu?”

“Ya benim köleliğim?” diye bağırdı. “Senin istediğin bu mu?”

Kyra kendini ön plana alarak bencillik ettiğini biliyordu ve bu yapısına çok tersti. Elbette halkının onun için ölmesini istemezdi. Fakat babasından sadece birkaç cümle duymak istemişti: Senin için savaşacağım. Sonuçları her ne olursa olsun. Önce sen gelirsin. En önemli olan sensin.

Fakat babası sessiz kalmayı sürdürdü ve bu sessizlik onu her şeyden çok yaraladı.

Ben senin için savaşırım!” diyen bir ses duyuldu.

Kyra dönüp baktığında Aidan’ın odaya girmiş olduğunu gördü ve şaşırdı. Küçük bir mızrağı elinde tutuyor ve en cesur duruşunu sergilemeye çalışıyordu.

“Ne arıyorsun burada?” diye azarladı babası. “Ablanla konuşuyorum.”

“Ben de kulak misafiri oldum!” dedi Aidan içeri girerken. Leo çocuğa doğru koşup onu yalamaya başladı.

Kyra gülümsemesine engel olamadı. Aidan, isteğini yerine getirebilecek yeteneğe sahip olmak için her ne kadar çok genç ve küçük olsa da ablasıyla aynı meydan okuma duygusunu paylaşıyordu.

“Ablam için savaşacağım!” diye ekledi. “Marda’nın trollerine karşı olsa bile!”

 

Ablası ona uzanıp kucakladı ve alnından öptü.

Daha sonra gözyaşlarını silip babasına döndü. Kızgın ifadesi sertleşmişti. Bir cevaba ihtiyacı vardı, babasının söylemesini istediklerini duymaya ihtiyacı vardı.

“Senin için adamlarından daha mı değersizim?” diye sordu.

Babası ona baktı ve gözleri acıyla doldu.

“Sen dünyadaki her şeyden daha değerlisin,” dedi. “Fakat ben sadece bir baba değilim; aynı zamanda bir Komutanım. Adamlarım da benim sorumluluğumda. Bunu anlayamıyor musun?”

Kyra suratını astı.

“Peki o çizgi nerede Baba? Ne zamandan beri halkın ailenden daha önemli? Kızının kaçırılması o çizgi değilse ne baba? Eminim, oğullarından biri alınacak olsa savaşa giderdin.”

Babası kaşlarını çattı.

“Konunun bunla bir ilgisi yok,” diye azarladı.

“Fakat öyle değil mi?” diye bağırdı, kararlıydı. “Neden bir erkeğin hayatı bir kızın hayatından daha değerli?”

Babasının tepesi attı. Güçlükle nefes alıyordu ve sabrını yitirmişti. O zamana kadar hiç görmediği kadar tedirgindi.

“Bir yol daha var,” dedi sonunda.

Kyra babasına baktı. Meraklanmıştı.

“Yarın,” dedi babası sakince, sesi otoriter bir tona geçmişti, meclis üyelerine hitap eder gibiydi, “bir erkek seçmelisin. Kendi halkımızdan istediğin herhangi bir erkek… Gün batımında onunla evlenmelisin. Lordun Adamları geldiğinde sen evli olursun. Dokunulmaz olursun ve burada bizimle güvende kalırsın.”

Kyra dehşet içinde baktı.

“Yabancı bir erkekle evlenmemi gerçekten bekliyor musun?” diye sordu. “Rasgele birini seçeyim, öyle mi? Hiç sevmediğim biriyle mi?”

“Yapmak zorundasın!” diye bağırdı babası, yüzü kızarmıştı ve aynı şekilde kararlıydı. “Annen hayatta olsaydı bu işi hallederdi, hatta bu işi çoktan çözmüş olurdu, bu hale gelmeden önce. Fakat hayatta değil. Sen bir savaşçı değil, bir genç kızsın ve kızlar evlenir. Bu konu burada kapanmıştır. Gün sonuna kadar birini seçmiş olmazsan ben senin için birini seçeceğim ve bu konuda söylenecek daha fazla bir şey yok!”

Kyra tiksinmiş ve öfkeden deliye dönmüş ama hepsinden de fazla büyük hayal kırıklığına uğramış olarak baktı.

“Demek büyük Komutan Duncan savaşları böyle kazanıyor, öyle mi?” diye sordu babasının canını yakmak isteyerek. “İşgalcilerden saklanmak için kanunlardaki açıkları buluyor?”

Kyra cevap verilmesini beklemeden arkasını dönüp hışımla odadan çıktı. Leo da hemen arkasından onu takip etti. Çıkarken kalın meşe kapıyı hızla çarparak kapattı.

“KYRA!” diye bağırdı babası fakat kapının çarpma sesi onun sesini bastırdı.

Kyra koridorda yürürken tüm dünyasının ayaklarının altından kaydığını hissetti, sanki artık sağlam bir zeminde yürümüyor gibiydi. Attığı her adımda, artık orada kalamayacağını fark etti. Varlığı herkesi tehlikeye atıyordu ve bu izin veremeyeceği bir şeydi.

Kyra babasının söylediklerini anlayamıyordu. Sevmediği biriyle, hiçbir zaman, asla evlenmezdi. Hiçbir zaman pes etmez ve diğer kızlar gibi bir ev hayatı sürmezdi. Önce ölmeyi tercih ederdi. Babası bunu bilmiyor muydu? Öz kızını hiç tanımıyor muydu?

Kyra odasına uğrayıp kış çizmelerini giydi, en sıcak tutan kürkünü üstüne aldı, yayını ve asasını alıp yürümeye devam etti.

“KYRA!” babasının öfkeli sesi koridorun ucunda bir yerlerde yankılandı.

Babasının ona yetişmesine izin vermeyecekti. Hızla yürümeye devam etti. Koridorları geçerken Volis’i bir daha görmemeye kararlıydı. Dışarıda, gerçek dünyada her ne varsa kendi başına yüzleşecekti. Ölebileceğini biliyordu fakat en azından bu kendi seçimi olacaktı. Hiç olmazsa başkalarının tasarrufunda yaşamayacaktı.

Kyra hemen arkasında yürüyen Leo’yla birlikte kalenin ana kapısına geldiğinde, sönmekte olan meşalelerin yanında duran hizmetliler, meraklı bir şekilde ona baktılar.

“Leydim,” dedi bir tanesi. “Geç oldu. Fırtına şiddetleniyor.”

Fakat Kyra kararlı bir şekilde, karşısındakiler onun geri dönmeyeceğini anlayıncaya kadar durdu. Görevliler aralarında kararsız bir şekilde bakıştıktan sonra yavaşça uzanıp kalın kapıyı açtılar.

Kapıyı açtıkları anda dondurucu soğuk, sert bir rüzgâr uğuldadı ve yüzüne çarptı. Rüzgâr karları yüzüne kırbaç gibi vuruyordu. Yere bakıp neredeyse dizine kadar gelen karı görünce kürkünü daha da sıkılaştırdı.

Kyra karlar doğru bir adım attı. Gecenin bu saati dışarısının hiç de tekin olmadığını biliyordu. Orman, çeşitli yaratıklar, deneyimli suçlular ve bazen de trollerle doluydu. Özellikle de bu tüm gecelerin gecesi Kış Ayında, yılın içeride kalınması ve kapıların sıkıca kapatılması gereken tek gecesinde, ölülerin dünyalar arasında geçiş yaptığı ve her an her şeyi olabileceği gecede… Kyra kafasını kaldırıp ufukta kan kırmızısı ayı gördü. Onu çağırıyor gibiydi.

Kyra derin bir nefes aldı ve ilk adımı attı. Geri dönmeyecekti ve gece neler saklıyorsa onlarla yüzleşmeye hazırdı.

BÖLÜM SEKİZ

Alec önünde, üzerinde yılların kullanım izleri bulunan büyük demir örs, babasının demirhanesinde oturuyordu. Çekicini kaldırdı ve az önce ateşten alınmış, parlak sıcak kılıç çeliğine vurdu. Öfkesini çekiciyle dışarı atmaya çalışırken terlemiş ve yorulmuştu. On altı yaşına yeni girmiş bir gençti ve onun yaşındaki gençlerden daha kısaydı fakat hepsinden güçlüydü. Geniş omuzları, şimdiden gelişmiş kasları ve gözlerini geçen, dalgalı mat siyah saçlarıyla Alec kolay vazgeçen biri değildi. Hayatı bu demir gibi sıkı dövülmüştü. Ateşin başında oturup elinin tersiyle sürekli gözünün önüne gelen saçlarını ittirirken derin düşüncelere dalmış, henüz almış olduğu haberleri yorumlamaya çalışıyordu. Daha önce hiç böylesi bir umutsuzluk hissetmemişti. Çekici defalarca indirdi ve alnından bir miktar ter damlayıp kılıcın üzerinde tısladı. Bütün sorunlarına bir çözüm bulmak istedi.

Tüm hayatı boyunca Alec işleri kontrol edebilmiş, her şeyi yoluna koyması için ne yapması gerekiyorsa yapmıştı. Fakat şimdi, hayatında ilk kez, adaletsizliğin, kasabasına ve ailesine saldırışını izlemek zorundaydı ve bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Alec çekicini tekrar tekrar indirdi. Metalin sesi kulaklarında çınlıyor, ter gözlerini yakıyordu ama umurunda değildi. O metali geriye hiçbir şey kalmayıncaya kadar dövmek istedi ve sanki bir kılıç değil de Pandesia’yı dövüyormuş gibi vurdu çekicini. Eğer imkânı olsa hepsini, ağabeyini almaya gelen bu işgalcileri öldürürdü. Alec kılıca, sanki onların kafasına vuruyormuşçasına vurdu. Kaderi ellerine alıp onu istediği gibi şekillendirebilmeyi diledi. Yeteri kadar güçlü olup Pandesia’ya karşı tek başına karşı koyabilmeyi istedi.

Bugün, Kış Ayı, en nefret ettiği gündü. Bugün Pandesia’nın Escalon’daki tüm köyleri tek tek gezip, on sekiz yaşına gelmiş erkekleri Ateş Duvarlarında hizmet vermeleri için topladıkları gündü. Alec, henüz iki yılı olduğu için güvendeydi fakat son hasat mevsiminde on sekizine giren ağabeyi Ashton güvende değildi. Bunca insan arasından neden Ashton’ı almışlardı? Ashton onun kahramanıydı. Yumru ayaklı doğmuş olmasına karşın Ashton’ın yüzü her zaman gülerdi. Her zaman yüzünde neşeli bir ifade, Alec’ten daha neşeli bir ifade olur ve hayattan her zaman keyif alırdı. Her zaman her şeyi çok derinden yaşayan ve hep bir duygu fırtınasına yakalanan Alec’in tam tersiydi. Alec ne kadar ağabeyi gibi mutlu olmayı denediyse de tutkularını kontrol edememişti ve sıklıkla kendini düşüncelere dalarken bulmuştu. Hayatı çok ciddiye aldığını ve biraz rahatlaması gerektiğini söylüyorlardı fakat onun için hayat zor ve ciddi bir meseleydi ve nasıl yapacağını da bilmiyordu.

Diğer taraftan Ashton ise hayattaki konumuna rağmen sakin, aklı başında ve mutluydu. Ayrıca babaları gibi çok iyi bir demirciydi ve babalarının hastalığından sonra tüm ailesine tek başına bakıyordu. Eğer Ashton’ı götürürlerse ailesi sefalete sürüklenirdi. Daha da beteri Alec duyduğu hikâyeler sebebiyle dağılabilirdi. Askere alınmış biri olarak yaşamak ağabeyi için ölüm demekti. Yumru ayağıyla Ashton’ı Pandesia’nın alması zalimce ve adaletsiz olurdu. Pandesia merhametiyle nam salmış değildi ve Alec bugünün ağabeyiyle evdeki son günü olduğuna dair berbat bir hisse sahipti.

Zengin bir aile değillerdi ve zengin bir köyde yaşamıyorlardı. Evleri, Soli’nin banliyölerinde, başkentin kuzeyinde ve başkente bir günlük, Alaçam’ın güneyinde de bir günlük mesafede, oldukça basit, küçük, tek katlı ve demirhane eklentisi olan bir kulübeydi. Denize kıyısı olmayan, barış dolu bu köy, tepelerle çevrili kırsal alanda birçok şeyden uzak, insanların Andros’a giderken şöyle bir uğrayıp geçtiği bir köydü. Ailesi günlük olarak karınlarını doyurabiliyordu, ne daha fazlası ne daha azı ve diledikleri tek şey de buydu. Yeteneklerini pazara demir götürmek için kullanıyorlardı ve bu, ihtiyaçları olanları sağlamaları için yeterliydi.

Alec hayattan çok fazla bir şey beklemiyordu fakat adalet diliyordu. Ağabeyinin Pandesia’ya hizmet etmesi için alınıp götürüleceği düşüncesiyle ürpermişti. Askere alınmanın, gün ve gece boyunca yanan Ateş Duvarlarında koruma görevi yapmanın, bir Koruyucu olmanın nasıl bir şey olduğuna dair çok fazla hikâye duymuştu. Ateş Duvarlarında hizmet veren Pandesia köleleri, Alec’in duyduğu kadarıyla, sert adamlardı; dünyanın her yanından gelmiş köleler, askerler, suçlular ve Pandesia’nın en kötü askerleriydi. Birçoğu onurlu Escalon savaşçılarından değildi, onurlu Volis Koruyucuları değildi. Alec’in duyduğuna göre Ateş Duvarlarındaki en büyük tehlike troller değil bizzat Koruyucuların kendisiydi. Ashton’ın iyi bir demirci olduğunu ama bir savaşçı olmadığını biliyordu.

“ALEC!”

Annesinin tiz sesi havayı delip geçti. Çekiç seslerinin arasından bile duyulabiliyordu.

Alec çekicini bıraktı. Zor nefes alıyordu. Kendini ne kadar zorladığını fark etmemişti. Elinin tersiyle alnını sildi. Başını kaldırıp annesinin, kapının arasından uzanmış, hoşnutsuz şekilde baktığını gördü.

“On dakikadır sana sesleniyorum!” dedi sertçe. “Akşam yemeği hazır! Onlar gelmeden önce çok vaktimiz yok. Hepimiz seni bekliyoruz. Hemen kalk ve gel!”

Alec dalgınlığından sıyrıldı, çekicini yerine koydu, isteksizce yerinden kalktı ve sıkışık atölyeden çıktı. Kaçınılmaz olanı daha fazla erteleyemezdi.

Açık kapıdan geçip kulübelerine girerken onaylamayan annesinin yanından geçti ve yemek masalarına baktı. Çok iyi olmasa da en iyi takımlar kullanılmıştı. Masa basit ağaç bir levha ve dört ağaç sandalyeden oluşuyordu. Masanın ortasına, ailenin sahip olduğu tek güzel şey olan gümüş bir goblet yerleştirilmişti.

Masanın etrafında başını kaldırmış ona bakan ve masaya gelmesini bekleyen babası ve ağabeyi oturmuştu. Önlerinde yahni kâseleri vardı.

Ashton koyu karakteristiğe sahip ince uzun bir erkekken, hemen yanındaki babaları, Alec’in iki katı kadar geniş, gün geçtikçe büyüyen karnı, dar alınlı, kalın kaşlı ve bir demircinin nasır tutmuş ellerine sahip bir adamdı. Ağabeyi ve babaları birbirlerini andırırken hiçbiri Alec’i andırmıyordu. Alec’in dağınık, dalgalı saçları ve parla yeşil gözleriyle annesine benzediği söylenirdi.

Alec onlara baktı ve ağabeyinin yüzündeki korkuyu ve babasının yüzündeki kaygıyı hemen fark etti. Her ikisi de sanki bir idam mahkûmuna bakıyor gibi bakıyordu. Odaya girişiyle midesinde bir burkulma hissetti. Hepsinin önünde bir kâse yahni duruyordu. Alec ağabeyinin karşına oturduğunda annesi onun da önüne bir kâse yahni koydu ve kendisine de bir tane alıp oturdu.

Her ne kadar bu bir geç akşam yemeği olsa ve bu saatlerde genelde midesi kazınır olsa da Alec bu kez kokuyu bile zorlukla alıyordu. Midesi çalkalanıyordu.

“Aç değilim,” diye mırıldandı sessizliği bozarak.

Annesi ona ters bir bakış attı.

“Umurumda değil,” diye azarladı. “Sana verileni yiyeceksin. Bu aile olarak son yemeğimiz olabilir. Ağabeyine saygısızlık etme.”

Alec annesine döndü. Ellili yaşlarında, sade görünümlü ve hayatın zorluklarından yüzü kırışmış annesinin parlak yeşil gözlerinde, kendisinde de olan kararlı bir bakış gördü.

“Ne yani hiçbir şey olmuyormuş gibi mi davranacağız?” diye sordu.

“O da bizim oğlumuz,” diye azarladı annesi. “Buradaki tek çocuk sen değilsin.”

Alec babasına döndü. Bir umutsuzluk hissediyordu.

“Bunun olmasına izin verecek misin Baba?” diye sordu.

Babası suratını astı fakat sessizliğini korudu.

“Güzel bir yemeği mahvediyorsun,” dedi annesi.

Babası elini kaldırdı ve annesi sustu. Daha sonra dönüp Alec’e baktı.

“Ne yapmamı öneriyorsun?” diye sordu, sesi ciddiydi.

“Silahlarımız var!” diye diretti Alec, böyle bir soru gelmesini umuyordu. “Çeliğimiz var! Çok az kişinin yaptığı bir şeye sahibiz! Ona yaklaşan her askeri öldürebiliriz! Bunu beklemiyor olacaklardır!”

Babası onaylamadığını belirtir şekilde başını salladı.

“Bunlar genç bir adamın hayalleri,” dedi. “Sen, hayatında hiç kimseyi öldürmemiş birisin. Diyelim ki Ashton’ı yakalayan bir tanesini öldürdü, arkasından gelecek iki yüz askere ne yapacaksın?”

 

“O zaman Ashton’ı saklayalım!” diye diretti Alec.

Babası yine başını salladı.

“Bu köydeki tüm oğlanların bir listesi ellerinde. Onun burada olduğunu biliyorlar. Eğer onu teslim etmezsek hepimizi öldürürler.” Rahatsız bir şekilde içini çekti. “Bu seçenekleri düşünmediğimi mi sanıyorsun oğlum? Aramızda tek önemseyenin kendin olduğunu mu sanıyorsun? Tek oğlumun alınıp götürülmesini ister miyim sanıyorsun?”

Alec durdu; babasının sözleriyle kafası karışmıştı.

Tek oğlum diyerek ne demek istiyorsun?” diye sordu.

Babası kızardı.

Tek demedim; büyük dedim.”

“Hayır, tek dedi,” diye ısrar etti Alec, meraklanmıştı.

Babası sinirlendi ve sesini yükseltti.

“Önemsiz noktalar üzerinde bu kadar durmayı bırak!” diye bağırdı. “Hele böyle bir zamanda. Büyük dedim ve ne demek istediğim de gayet açık! Oğlumun alınmasını, senin ağabeyinin alınmasını istemediğin kadar çok istemiyorum!”

“Alec, sakin ol,” diyen şefkatli bir ses duyuldu; odadaki en sakin kişinin sesi…

Alec başını çevirip Ashton’a baktığında onun gülümsemekte olduğunu, her zaman olduğu gibi dengeli ve çok sakin olduğunu gördü.

“Her şey iyi olacak kardeşim,” dedi Ashton. “Görevimi yerine getirmeli ve sonra da evime dönmeliyim.”

“Dönmek?” diye tekrarladı Alec. “Koruyucuları yedi yıllığına alıyorlar.”

Ashton gülümsedi.

“O zaman yedi yıl sonra görüşürüz,” diye yanıtladı ve gülümsemesi genişledi. “Herhalde o zamana benden daha uzun olursun.”

Ashton işte her zaman böyleydi, her zaman Alec’in daha iyi hissetmesi için uğraşır, her zaman başkalarını düşünürdü; böyle bir zamanda bile!

Alec kalbinin kırıldığını hissetti.

“Ashton, gidemezsin,” diye diretti. “Ateş Duvarlarında hayatta kalamazsın.”

“Ben—” diye başladı Ashton.

Fakat sözleri dışardaki gürültü patırtı nedeniyle yarım kaldı. Köye doğru gelen atların ve feryat eden erkeklerin sesleri duyuldu. Tüm aile korkuyla birbirine baktı. Pencerenin dışında adamlar sağa sola koşturmaya başladığında onlar orada donakalmış bir şekilde oturuyordu. Alec şimdiden dışarıda ailelerin ve oğlanlarının sıralandığını görebiliyordu.

“Bunu ertelemenin bir anlamı yok,” dedi babası ayağa kalkarak, avuçları masaya yaslıydı. Sesi sessizliği bozmuştu. “Onların evimize girip oğlumuzu dışarı sürüklemeleri gibi bir rezaleti yaşamayalım. Biz de diğerleri gibi dışarı çıkıp, gururla sıraya girelim ve dua edelim ki Ashton’ın ayağını gördüklerinde, insancıl olanı yapıp onu pas geçsinler.”

Diğerleri evin dışında sıraya girerken Alec isteksizce masadan kalktı.

Soğuk gecede dışarı adımını attığında Alec gördüğü manzarayla çarpıldı: köyde daha önce hiç görmediği kadar büyük bir kargaşa vardı. Sokaklar meşalelerle aydınlanıyordu ve on sekiz yaşındaki tüm oğlanları sıraya girmiş, aileleri de gergin bir şekilde yanlarında durmuş izliyordu. Pandesialıların konvoyu köye girdiğinde sokakları bir toz bulutu kapladı. Yüzlerce asker Pandesia’nın kızıl zırhını giyiyor, aygırların çektiği at arabalarını sürüyordu. Arkalarında, yolda şiddetle sarsılarak çektikleri demir parmaklıklı taşıyıcılar vardı.

Alec taşıyıcıları incelediğinde, ülkenin her yerinden toplanmış, dışarıya korkuyla ve taş kesmiş yüzlerle bakan oğlanları gördü. Manzara karşısında yutkundu ve ağabeyini nelerin beklediğini hayal etti.

Konvoy gelip köyde durduğunda ortama gergin bir sessizlik çöktü. Herkes nefesini tutmuş bekliyordu.

Pandesia askerlerinin komutanı araçtan indi. Siyah gözlerinde kibarlıktan eser olmayan, uzun boylu, bir kaşında uzun bir yara olan bir askerdi. Yavaşça yürüyüp sıralanmış oğlanları inceledi. Ortam o kadar sessizdi ki, yürüdüğü sırada mahmuzlarının çıkarttığı ses duyuluyordu.

Asker tüm oğlanları tek tek inceliyordu. Çenelerinden tutup gözlerine bakıyor, omuzlarını dürtüklüyor, her birinin dengesini ölçmek için hafifçe ittiriyordu. İlerledikçe başını sallıyor, o geçtikçe askerleri oğlanı alıp araca sürüklüyordu. Bazı oğlanlar sessizce giderken bazıları protesto etmeye kalktı fakat bunlar da sopalarla dövülerek susturuldu ve diğerleriyle birlikte taşıyıcılara fırlatıldı. Bazen bir anne ağladı veya bir baba bağırdı fakat hiçbir şey Pandesia askerlerini durduramadı.

Komutan işine devam etti. Köyü en değerli özelliklerinden mahrum bırakıyordu. Sonunda sıranın sonuna geldi ve Ashton’ın yanında durdu.

“Oğlum topaldır,” dedi annesi hızlıca, umutsuzca yalvararak. “Sizin hiçbir işinize yaramaz.”

Asker Ashton’ı baştan ayağa süzdü ve ayağında durdu.

“Pantolonunun paçasını kıvır,” dedi “ve çizmeni çıkart.”

Ashton dengede kalabilmek için Alec’ten destek alarak kendisine söyleneni yaptı. Alec ağabeyini, hakarete uğrayacağını gayet iyi bildiğini bilerek izledi. Ayağı onun için her zaman onun için bir utanç kaynağı olmuştu. Diğer ayağından daha küçük, buruk ve ezik olan ayağı onun topallayarak yürümesine sebep oluyordu.

“Ayrıca atölyemizde benim için çalışıyor,” diye Alec’in babası araya girdi. “Tek gelir kaynağımız o. Eğer onu götürürseniz hiçbir şeyimiz kalmaz. Hayatta kalamayız.”

Komutan ayağına bakmayı bitirip Ashton’a çizmesini tekrar giymesini işaret etti. Daha sonra dönüp babasına baktı. Siyah gözleri soğuk ve sertti.

“Artık bizim topraklarımızda yaşıyorsunuz,” dedi, sesi taş gibi sertti “ve oğlun bizim malımız ve biz ne istersek onu yapar. Götürün onu!” diye bağırdı komutan ve aynı anda askerler ileri atıldılar.

“HAYIR!” diye acıyla bağırdı Alec’in annesi. “OĞLUMU ALMAYIN!”

İleri doğru atılıp Ashton’ı yakaladı, ona yapışmıştı aynı anda bir Pandesia askeri öne çıkıp elinin tersiyle kadının suratına vurdu.

Alec’in babası askerin kolunu yakaladı; aynı anda birçok asker ona saldırdı ve döverek yere serdi.

Alec orada durmuş ağabeyinin sürüklenerek götürülüşünü izlerken daha fazla dayanamadı. Bu adaletsizlik onu öldürüyordu. Hayatının geri kalanını bu olayla geçiremeyeceğini biliyordu. Ağabeyinin sürüklenerek götürülme anı sonsuza kadar gözlerinin önünde olacaktı.

İçinden bir şey patladı.

“Onun yerine beni alın!” diye bağırırken buldu kendini Alec, istemsiz olarak ileri fırlamış Ashton ve askerlerin arasında duruyordu.

Hepsi durup ona baktılar. Açıkça savunmasız yakalanmışlardı.

“Biz aynı aileden iki erkek kardeşiz!” diye devam etti Alec. “Kanun her aileden bir oğlanın alınacağını söylüyor. O oğlanın ben olmama izin verin!”

Komutan onun yanına gelip temkinli bir şekilde onu inceledi.

“Peki, sen kaç yaşındasın evlat?” diye sordu.

“On altıncı yaşımı doldurdum!” diye gururla cevap verdi Alec.

Komutanları ona küçümseyerek bakaken askerler de güldüler.

“Askere alınmak için çok gençsin,” diye bitirdi komutan ve onu başından savdı.

Komutan arkasını dönüp giderken Alec bu şekilde savuşturulmayı reddetti ve ileri koştu.

“Ben ondan daha iyi bir savaşçıyım!” diye diretti Alec. “Mızrağı ondan daha uzağa fırlatabilir, kılıcımla daha derin yaralar açabilirim. Nişan alışım daha iyidir ve benim iki katım yaşındaki oğlanlardan daha güçlüyüm. Lütfen,” diye ekledi. “Bana bir şans verin.”

Komutan dönüp tekrar Alec’e baktığında Alec, sahte cesaretine karşın içinde bir korku hissetti. Çok büyük bir risk aldığını biliyordu. Bu yaptığı için hapse atılabilir veya öldürülebilirdi.

Komutan ona, sonsuzluk kadar uzun bir süre baktı. Tüm köy sessizliğe gömülmüştü. Sonunda komutan, adamlarına başıyla onay verdi.

“Sakatı bırakın,” diye emir verdi. “Bu oğlanı alın.”

Askerler Ashton’ı ittirdi ve gelip Alec’i yakaladı. Alec saniyeler içinde sürüklendiğini hissetmeye başladı. Her şey çok hızlı olmuştu. Olanlar gerçek üstüydü.

“HAYIR!” diye ağladı Alec’in annesi.

Sürüklenerek götürülüp, oğlanlarla dolu taşıyıcıya fırlatılırken annesinin gözyaşlarını gördü.

“Hayır!” diye bağırdı Ashton. “Kardeşimi bırakın! Beni alın!”

Fakat artık söz bitmişti. Alec taşıyıcının derinliklerine itilmişti. Fena halde insan vücudu ve korku kokuyordu. Diğer oğlanların üzerine yuvarlanınca onlar da kaba bir şekilde onu geri ittirdiler ve arkasındaki demir kapı yankılanarak kapandı. Alec ağabeyinin hayatını kurtarmış olmaktan büyük bir rahatlık hisseti, hissettiği korkudan çok daha büyük bir rahatlık… Kendi hayatını ağabeyininki için feda etmişti ve bundan sonra her ne olursa bunun yanında çok küçük kalacaktı.

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»