Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Mağaranın su aşınmasına maruz kaldığı belliydi. Kenarlar kaygandı ve dip, yuvarlaklaşmış taşlarla doluydu. Tam tek bir adamın eğilerek girebileceği büyüklükteydi. Elli metre boyunca doğrudan kayanın içine doğru ilerliyor, daha sonra da 45 derecelik bir açıyla yukarı kıvrılıyordu. Bu eğim gittikçe daha da dikleştiği için, artık altımızda kayan gevşek kum ve çakılın arasında, ellerimiz ve dizlerimiz üzerinde ilerliyorduk. Aniden Lord Roxton’dan bir bağırtı yükseldi.

“Tıkalı!”

Arkasında, sarı ışığın aydınlattığı alanda kümelenmiş, tavana doğru yükselen bölük pörçük bir bazalt duvarı gördük.

“Tavan çökmüş!”

Dökülen bazı parçaları nafile yere dışarı taşımaya çalıştık. Bunun yarattığı tek etki, daha büyük parçaların koparak rampadan aşağı yuvarlanıp bizi ezilme tehlikesiyle tehdit etmesi olmuştu. Engelin, bizim kımıldatabilme gücümüzün çok ötesinde olduğu ortadaydı. Maple White’ın yukarı çıktığı yol artık kapanmıştı. Üzüntüden konuşamayacak bir hâlde karanlık tünelden tökezleye tökezleye çıktık ve kampa doğru yola koyulduk.

Bununla beraber bir olay meydana geldi, ki daha sonra olacaklar açısından önem taşıyor.

Uçurumun dibinde, mağaranın ağzından on iki metre kadar aşağıda küçük bir grup hâlinde toplanmışken, aniden ortaya çıkan dev gibi bir kaya aşağıya doğru uçarak yanımızdan geçmiş ve korkunç bir hızla yere çakılmıştı. Kıl payı kurtulmuştuk hepimiz de. Biz, taşın nereden geldiğini görememiştik ama hâlâ mağaranın ağzında bulunan iki melez hizmetçi, taşın kendi yanlarından uçarak geçtiğini, bu yüzden de zirveden düşmüş olması gerektiğini söylüyordu. Yukarı baktığımızda, tepemizdeki uçurumu kaplamış olan ormanlıkta hiçbir kıpırtı göremedik. Ama taşın bize nişanlanmış olduğuna hiç şüphe yoktu. O hâlde bu olay, yukarıda mutlaka insan yaşamı -habis, kötü niyetli insan yaşamı- olduğuna işaret ediyordu.

Aklımız yeni gelişmelerle dolu olarak ve bunların planlarımızda ne gibi etkileri olacağını düşünerek, aceleyle yarıktan dışarı çıktık. Durum zaten yeteri kadar kötüyken, üstüne üstlük doğanın engellemelerine bir de insan faktörü eklendi mi artık hiç umut yok diyebilirdik. Buna rağmen, sadece elli altmış metre yukarımızdaki o güzelim yeşil saçağa bakarken hiçbirimizin aklından, Londra’ya, burayı derinlemesine keşfetmeden, eli boş dönmek gibi bir düşünce geçmiyordu, emindim bundan.

Durum hakkında bir değerlendirme yaptıktan sonra tutulacak en iyi yolun, yukarıya çıkmak için başka elverişli bir nokta bulana kadar kayanın etrafında dolanmak olduğuna karar vermiştik. Yüksekliği hissedilir ölçüde azalmış olan uçurumun hatları, şimdiden batıdan kuzeye doğru eğim almaya başlamıştı, ki eğer bunu bir çemberin dönemeci olarak farz edersek çevrenin bütünü o kadar büyük olamazdı. O zaman en kötü olasılıkla birkaç gün içerisinde başlangıç noktamıza geri dönmüş olacaktık.

O gün neredeyse yirmi yirmi iki mile yaklaşan sıkı bir yürüyüş yaptık, hem de hiç umudumuzu yitirmeden.

Bu arada şunu da belirtmeliyim ki barometrelerimiz, kanoları bırakıp devamlı olarak yukarıya tırmanmaya başlayalı beri, deniz seviyesinden en az bin metre yüksekliğe çıktığımızı söylüyordu bize. Dolayısıyla bitki örtüsünde ve iklimde büyük bir değişim söz konusuydu; tropikal yolculukların en büyük belalarından olan o korkunç böcek istilasını kısmen atlatmıştık. Hâlâ birkaç palmiye ağacı göze çarpıyordu ve sürüyle de eğrelti ağacı ama Amazon bölgesine has ağaçlar artık geride kalmıştı. Burada, bu kuş uçmaz kervan geçmez kayalıklarda, çadır çiçeğini, çarkıfelek ve begonyayı görebilmek çok güzel bir şeydi; evi hatırlatıyorlardı bana. Hele kırmızı bir tanesi vardı ki Streatham’da bir villanın penceresinde gördüğüm begonyanın rengiyle tıpatıp aynıydı fakat kişisel hatıralara dalmamalıyım şimdi.

O gece -hâlâ platonun etrafını dolandığımız ilk günden bahsediyorum- bizi muhteşem bir deneyim bekliyordu. Yanı başımızda bizi bekleyen harikalar hakkındaki tüm kuşku bulutlarını sonsuza dek dağıtacak bir deneyimdi bu.

Sevgili Bay McArdle, bu satırları okurken belki de ilk defa, gazetenin beni buralara nafile yere, bir hayal peşinde göndermediğine ve profesör kullanmamıza izin verdiği zaman dünyayı ayağa kaldıracak haberler olduğuna inanacaksınız. İngiltere’ye kanıtlarımla dönemediğim takdirde bu haberleri yayımlamaya cüret etmeyeceğim yoksa gazeteciliğin gelmiş geçmiş en büyük Munchausen’ı olarak damgalanabilirim. Eminim ki siz de aynı şekilde düşünüyorsunuz ve bu tip haberlerin doğal olarak yarattığı eleştiri ve kuşku bombardımanını karşılamaya hazır olmadan “Gazette”nin güvenirliğini tehlikeye atmak istemiyorsunuzdur. O hâlde gazeteye bomba gibi bir başlık olabilecek bu müthiş olay, editörün çekmecesinde sırasını beklemek zorunda.

Üstelik her şey öylesine yıldırım hızıyla olup bitti ki geriye beynimizde yaşattığımız görüntülerden başka hiçbir tekrarı kalmadı.

Olan şuydu: Lord John bir ajouti vurmuştu -domuza benzer küçük bir hayvandı bu- ve bunun yarısını yerlilere verdikten sonra diğer yarısını kendi ateşimizde pişiriyorduk. Hava karardıktan sonra soğuk bastırdığı için hepimiz iyice ateşe sokulmuştuk. Ay olmamasına rağmen, yıldızların ışığıyla ovaya doğru epeyce uzak bir mesafe görülebiliyordu. İşte tam o sırada aniden geceyi yararak, karanlığın içinde uçak gibi bir şey vızıldadı. Bir anda hepimiz derimsi kanatların gölgesiyle çevrilmiştik ve gözlerim saniyeler kadar kısa bir süre için, uzun, yılan gibi bir boyuna, kırmızı, vahşi ve delici bir göze ve beni şaşkınlığa sürükleyen küçük pırıldayan dişlerle dolu, kocaman, açılıp kapanan bir gagaya kilitlenmişti. Bir saniye sonra yok olmuştu yaratık; yemeğimizle birlikte. Boydan boya altı metre uzunluğunda, kocaman, siyah bir gölge havada süzüldü; bir an için dev kanatlar yıldızları kapladı ve sonra tepemizdeki kayalıkların sırtına doğru uçarak kayboldu gitti. Ateşin etrafında, tıpkı Harpies’in üzerlerine çöktüğü Virgil’in kahramanları gibi, nutkumuz tutulmuşçasına öylece kalakalmıştık. İlk konuşan Summerlee oldu:

“Profesör Challenger.” dedi ağır ağır, sesi duygu doluydu ve titriyordu. “Size bir özür borçluyum. Ben çok yanılmışım efendim. Ümit ediyorum ki geçmişte olanları unutacaksınız.”

Çok güzel söylenmişti bu söz ve iki adam ilk defa el sıkıştılar. Net olarak gördüğümüz ilk pterodactyl’in kazancı bu olmuştu bizim için. Böylesi iki adamı bir araya getirmek, akşam yemeğimizin çalınmasına değerdi doğrusu.

Ancak diyebilirim ki platoda prehistorik bir hayatın varlığı söz konusuysa da pek bol değildi bu, çünkü ilerleyen üç gün içerisinde başka hiçbir emaresine rastlayamamıştık. Bu süre içerisinde taşlık bir çöl ile güney ve doğudaki tepelikleri yabani tavuklarla dolu ıssız bataklıklar arasında uzanan zorlu, çorak bir bölgeyi aştık. Bu yönde ilerlemek hayli zorlamıştı bizi; uçurumun tam dibinde, üzerinde yürünecek sertçe bir kenar uzantısı olmasaydı geri dönmek zorunda kalacaktık. Bu eski, yarı tropikal bataklıkta defalarca belimizin hizasına dek çamur ve pisliğin içine gömülmüştük. Hepsinin üzerine tüy diken olay ise bölgenin Güney Amerika’da rastlanan en zehirli ve saldırgan yılan olan Jaracaca yılanının çok hoşlandığı bir üreme alanı olmasıydı. Bu korkunç yaratıklar batağın üzerinde kıvrılıp bükülerek tekrar tekrar üzerimize atlayıp duruyorlardı; öyle ki kendimizi ancak tüfeklerimizi her an hazırda tutarak emniyette hissedebiliyorduk. Bataklığın üzerindeki huni biçimli, içinde yaşayan bir tür likenin cırtlak yeşil bir renk verdiği o basıklık, eminim ki yaşadığım sürece kâbuslarımda yer alacak. Çünkü bu basık alan her nasılsa bu iğrenç yaratıklara özel bir yuva işlevi görmekteydi, öyle ki bunların ağzı âdeta bu hayvanlarla kaynıyordu. İnsana gördüğü anda saldırmak, Jaracaca yılanına has bir özellikti. Vuramayacağımız kadar çok yılan olduğundan, yapabileceğimiz en sağlıklı işi yaparak tabana kuvvet kaçtık buradan, hem de nasıl kaçmak! Sonunda durduğumuz zaman tükenmiştik âdeta. Arkamıza dönüp baktığımız zaman korkunç takipçilerimizin kafalarının, gövdelerinin, uzaklarda sazlıklar arasında nasıl batıp çıktığını gördüm ve o sahneyi hep hatırlayacağım. Hazırladığımız haritada “Jaracaca Bataklığı” adını koyduk bu bölgeye.

İlerideki kayalıkların rengi değişmiş, şimdi çikolata gibi kahverengiye dönüşmüşlerdi. Bitki örtüsü daha da sıklaşmış ve yükseklikleri 100 150 metreye kadar inmişti. Ancak yine de çıkış için elverişli bir noktadan eser yoktu. Hatta işin doğrusu buraya tırmanabilmek, ilk başladığımız yerdeki noktadan tırmanabilmekten daha da imkânsızdı. Aşılmaz diklik, taşlık çölden çektiğim fotoğrafta da iyice belli olmakta.

“Yağmur mutlaka bir yolunu bulup aşağıya iniyordur.” dedim durumu değerlendirirken, “Kayalarda yağmur olukları olması lazım.”

“Genç arkadaşımız zekâ pırıltıları gösteriyor!” dedi Challenger omzuma hafifçe vurarak.

“Yağmur bir yerlere gitmeli.” diye tekrarladım.

“Evet, doğru söylüyor. Ama gerçek şu ki gözlerimizle de kanıtladığımız üzere kayalıklarda su oluğu yok.”

“O hâlde su nereye gidiyor?” diye ısrar ettim.

“Herhâlde dışarıya gitmiyorsa içeriye gidiyor demek doğru olacaktır.”

“O zaman ortada bir göl olmalı.”

“Öyle gözüküyor.”

“Büyük bir olasılıkla bu göl, eski bir krater olacak.” dedi Summerlee. Oluşumu tamamıyla yüksek derecede volkaniktir tabii ki… Ancak her ne şekilde olursa olsun, platonun yüzeyinin içinde epey bir miktar suyla dolu olarak içe doğru eğik olmasını bekliyorum ve bu da bazı yer altı kanalları vasıtasıyla Jaracaca Bataklığı’na bir yol buluyor olabilir.”

“Veya buharlaşma bir denge unsuru oluşturuyor.” diye işaret etti Challenger.

Ve böylece iki bilgin, sıradan biri için Çinceden farksız olan o normal bilimsel tartışmalarından birine daha dalıp gitti.

Altıncı günde kayalıklar etrafındaki ilk turumuzu tamamlayarak kendimizi başladığımız yerde, ana kayalardan ayrık olan zirvenin dibindeki kamp yerinde bulduk. Öylesine inceden inceye bir araştırma yapmıştık ki aldığımız sonuç bizim için tamamıyla bir hüsran olmuştu. Kayalıklar üzerinde en becerikli, en aktif dağcının bile çıkmaya cesaret edebileceği bir nokta olmadığı hepten kesinlik kazanmıştı artık. Maple White’ın kendi çıkış bölgesi olarak tebeşirle işaretlediği yer de geçit vermez bir hâldeydi.

 

Peki, şimdi ne yapacaktık? Erzağımız ve cephanemiz şimdilik iyi durumdaydı, ancak bir zaman sonra tazelenmeleri gerekeceği muhakkaktı. Birkaç ay sonra başlayacak olan yağmur mevsimini bekleyebilirdik ama bu da bizi kamp yerinden süpürür götürürdü. Kayalık, mermerden daha sertti ve bunu oyarak bir patika açmaya kalkmaya ne zamanımız, ne de elimizdeki araç gereç yeterdi. Bütün bu düşüncelerle o gece battaniyelerimizi çıkartıp yatmaya hazırlanırken birbirimizle neredeyse hiç konuşmamıştık. Bu derece moral çöküntüsü içindeyken de hiç garip değildi bu. Uykuya dalıp giderken son hatırlayabildiğim şey, kocaman kafasını iki eliyle tutmuş ve göründüğü kadarıyla derin düşüncelere dalmış Challenger’ın dev bir kurbağa gibi ateşin yanına çömelmiş görüntüsüydü. İyi geceler dileğimi duymadı bile…

Ancak sabahleyin bizi selamlayan Challenger bambaşka birisiydi sanki: Neşeden ve kendini tebrik etmekten dolayı etrafına ışık saçan bir Challenger. Kahvaltı için toplanmış olan bizlere bakarken yüzünde sanki, “Evet, evet, bütün söyleyebileceklerinizi hak ettiğimi biliyorum, lütfen dile getirmeyin de boşuna yüzüm kızarmasın şimdi.” der gibi, yerine uymayan sahte bir alçak gönüllülük ifadesi vardı. Sakalı övünçle parlıyordu, göğsü öndeydi ve elini ceketinin önüne sokuşturmuştu. Belki de zamanı gelince Trafalgar Meydanı’ndaki boş kaidelerden birine yerleştirilmeye uygun görüyordu kendisini… Londra’nın sokaklarına bir dehşet sahnesi daha eklenecekti demek.

“Evreka!” diye bağırdı, dişleri sakalının arasında parlayarak. “Baylar, beni tebrik edebilirsiniz ve biz de birbirimizi tebrik edebiliriz. Problem çözülmüştür.”

“Yukarı bir çıkış yolu mu buldun?!”

“Öyle düşünülebilir.”

“Nereden peki?”

Cevap olarak sağımızdaki çan kulesi biçimli zirveyi işaret etti.

Tepeye göz gezdirirken suratlarımızın -en azından benimkinin-hafiften rengi uçmuştu. Arkadaşımız tepeye tırmanabileceğimize emindi, kabul, ancak tepeyle plato arasında korkunç bir uçurum vardı.

Soluğum tutularak: “Karşıya geçmemiz imkânsız!” dedim.

“En azından hepimiz zirveye ulaşabiliriz.” dedi. “Ve oraya vardığımızda size bu düşünen beynin işinin henüz bitmediğini gösterebilirim belki.”

Kahvaltıdan sonra, liderimizin tırmanma araç gereçlerini getirdiği çıkını açtık. Profesör, bunun içinden 50 metre uzunluğunda, en hafif ve en sağlamından bir kangal ip, tırmanış demirleri ve kelepçelerle başka çeşitli alet edevat çıkardı. Lord John deneyimli bir dağcıydı; Summerlee de çeşitli zamanlarda bir iki sıkı tırmanış gerçekleştirmişti. Böylece tırmanma ekibinin en acemisi gerçekten ben oluyordum fakat belki de kuvvetim ve becerikliliğim, deneyimsizliğimi kapatabilirdi.

Bu iş aslında o kadar da zorlu bir şey değilmiş. Ancak öyle anlar olmuştu ki saçlarımın diken diken olduğunu hissetmiştim. İlk yarı çok kolaydı ama ondan sonra kayalık son yirmi metreye kadar gittikçe dikleşti, öyle ki artık kelimenin tam anlamıyla bütün parmaklarımızla ve ayak parmaklarımızla kayanın en ufak çıkıntılarına, en küçük yarıklarına yapışarak ilerliyorduk. Eğer Challenger zirveye ulaşıp (Böylesine hantal görünümlü bir adamda böyle bir çeviklik olağanüstüydü doğrusu.) ipi, orada büyümüş koca bir ağacın gövdesine bağlamasaydı, ne ben ne de Summerlee bu işin altından kalkabilecektik. Bundan sonra ipin yardımıyla çabucak bu sarp duvarı tırmanarak kendimizi ufak, yeşillik bir platformda bulmamız oldukça kolay olmuştu. Zirveyi oluşturan düzlük her iki yanda da aşağı yukarı sekiz metre kadar uzanıyordu.

Soluğumu tutarak aşağıya baktığımda edindiğim ilk izlenim, şu ana dek aştığımız toprakların ne derece olağanüstü bir manzara sergilediğiydi. Bütün Brezilya Ovası altımızda seriliydi sanki; uzayıp gidiyor, gidiyor ve sonunda belli belirsiz mavi sisler arasında, çok uzaklardaki bir ufkun ardında kayboluyordu. Ön planda eğrelti ağaçlarının nokta nokta gözüktüğü, kayalar serpiştirilmiş uzun bayır göze çarpıyordu. İleride, ortalarda bir yerlerde, eyer sırtı gibi bir tepenin arkasında, aşmış olduğumuz bambuların sarı ve yeşil yumağını görebiliyordum. Sonra bitki örtüsü yavaşça çoğalarak görünen ufka kadar uzanıyor, oradan sonra da en az iki bin mil boyunca devam ederek koskoca bir ormana dönüşüyordu.

Ben hâlâ bu manzarayı sindirmeye çalışırken profesörün ağır eli omzuma yaslandı.

“Bu taraftan, genç dostum.” dedi. “Vestigia nulla retrorsum. Her zaman parlak hedefimize bakalım, asla geriye değil.”

Döndüğüm zaman platonun seviyesinin, bulunduğumuz seviyeyle tamamen aynı olduğunu gördüm. Tek tük ağacın aralarından yükseldiği fundalıkların yeşil kıyıları o denli yakındı ki burasının hâlâ ne kadar erişilmez olduğunu kavrayabilmek oldukça zordu. Aralık, kaba bir tahminle on iki metre civarındaydı, ancak görebildiğim kadarıyla on iki mil olsa da pek bir şey fark etmeyecekti. Kolumun birini ağacın gövdesine koyarak uçurumdan aşağı sarktım. Ta aşağıda, yukarıya bakan hizmetçilerimizin küçücük, koyu şekilleri seçilebiliyordu. Duvar, şimdi önümde bana bakan mutlak bir uçurumdu.

“Gerçekten ilginç bu.” dedi Profesör Summerlee çatlak bir sesle.

Dönerek tutunduğum ağacı büyük bir merakla incelediğini gördüm. Ağacın yumuşak kabuğu ve küçük, girintili çıkıntılı yaprakları bana tanıdık gibi gelmişti.

“Yok canım, sadece bir kayın bu!” diye seslendim.

“Aynen öyle, uzak bir ülkede tanıdık bir sima.” dedi Summerlee.

Challenger ise “Eğer benzetmenizi biraz daha genişletmeme izin verirseniz, bunun sadece tanıdık bir sima değil, aynı zamanda birinci derecede müttefiğimiz olduğunu da söylemeliyim.” diye ekledi. “Bu kayın ağacı bizim kurtarıcımız olacak.”

“Vay canına!” diye haykırdı Lord John. “Bir köprü ha!”

“Kesinlikle dostlarım, bir köprü! Dün akşam boşuna bir saat kafa patlatmadım bu durumu çözmek için. Bir keresinde genç arkadaşımıza G. E. C.’nin sırtını duvara verdi mi kafasının zehir gibi çalıştığını söylediğimi hatırlayabiliyorum. Geçen akşam sizin de kabul edeceğiniz gibi hepimizin sırtı duvara dönüktü. Ancak şu da bir gerçek ki zekâ ve irade birleşince her zaman bir çıkış yolu vardır. Uçuruma boylu boyunca uzatılabilecek bir asma köprü bulunmalıydı. Ve işte karşımızda duruyor, bakın!”

Hakikaten müthiş bir fikirdi bu. Ağaç hiç değilse 18 20 metre vardı ve uygun bir şekilde düşürülebilirse uçurumu kolaylıkla birleştirebilirdi. Challenger yukarı tırmanırken baltayı omzuna asmıştı; onu bana uzattı.

“Genç dostumuzun gücü kuvveti yerinde.” dedi. “Zannediyorum bu işi en iyi o becerebilecek. Ancak sizden de kendi başınıza karar vermemenizi, aynen talimat verildiği üzere hareket etmenizi istemek zorundayım.”

Onun talimatları doğrultusunda, tam istediğimiz gibi düşecek şekilde oyuklar açmaya başlamıştım ağacın üzerinde. Ağaç zaten doğal olarak platoya doğru kuvvetlice bir eğim yaptığından pek zor olmadı bu iş. Bundan sonra da Lord John’la dönüşümlü olarak ağacın gövdesi üzerinde çalışmayı sürdürdük. Bir saatin biraz üzerinde bir zaman sonra kuvvetli bir çatırtı koptu ve ardından, ağaç ileri doğru kaykılıp, dallarını öte taraftaki fundalıkların arasına gömerek devriliverdi. Ağacın gövde ucu uçurumun tam kenarına yuvarlanınca, bir an için her şeyin bittiğini zannettik. Ancak kenara beş on santim kala dengede kaldı; böylece bilinmedik topraklara ulaşmamızı sağlayacak olan köprü görevini başarıyla yerine getirmişti.

Şimdi hepimiz, şapkasını çıkarmış, her birimizin önünde fiyakalı bir şekilde reverans yapan Challenger’ın elini sıkıyorduk.

“Bilinmeyen ülkeye ilk adımı atma şerefini ben üstleniyorum.” dedi. “Şüphesiz, ileride yapılacak tarihî bir tablo için en uygun şahıs benim.”

Tam köprüye yaklaşmıştı ki Lord John elini ceketinin üzerine koydu.

“Sevgili arkadaşım.” dedi. “Buna gerçekten izin veremem!”

“İzin veremez misiniz efendim?..”

Kafa arkaya düştü ve sakal ileri çıktı.

“Bilimsel konular söz konusu olduğu zaman, bildiğiniz gibi sizi takip ediyorum çünkü bilim sizin alanınız. Ancak işler benim ihtisas alanıma girdiği zaman da siz beni takip etmelisiniz.”

“Peki, sizin ihtisas alanınız neymiş efendim?”

“Tabii, herkesin bir mesleği var, askerlik de benimki. Benim kurallarıma göre, şu anda ne gibi tehlikelerin bizi beklediğini hiç bilmediğimiz yeni bir ülkeye girmek üzereyiz. Körü körüne ileri atılmak uğruna sağduyuyu ve tedbiri elden bırakmak, benim bildiğim liderlik anlayışıyla hiç bağdaşmıyor.”

Yapılan itiraz, kolayca geçiştirilemeyecek kadar yerindeydi. Challenger başını sallayarak ağır omuzlarını silkti.

“Pekâlâ, bayım, ne öneriyorsunuz?”

“Tam şu çalıların ardında, öğle yemeği için pusuya yatmış bir yamyam kabilesi olmayacağını nereden bilebiliriz ki?” dedi Lord John, köprünün ilerisine bakarak. “Tencerenin içine girmeden kafayı çalıştırmak daha iyidir; o hâlde hiçbir tehlike yokmuş gibi sakin, ancak aynı zamanda da bir tehlike varmış gibi hazırlıklı olacağız. Bu yüzden Malone’la ben aşağıya inerek tüfekleri ve Gomez’le geride kalanların hepsini yukarı getireceğiz. Bundan sonra bir kişi karşıya geçebilir ve diğerleri de ortamın bütün grup için ilerlemeye uygun olduğuna karar verinceye kadar onu silahlarıyla korur.”

Challenger, kesik ağacın yerde kalan dibine oturdu ve sabırsızlığını homurdanarak açığa vurdu. Ama Summerlee’yle ben, bu gibi pratik detaylar söz konusu olduğu zaman Lord John’un liderliğinde hemfikirdik. Çıkışın en zor bölümünden aşağı sallanan ip sayesinde tırmanış şimdi çok daha kolaydı; bir saat içinde tüfeklerle çifteyi yukarı çıkarmıştık. Bu arada melezler de yukarı tırmanarak Lord John’un emriyle, birinci keşif gezisinin uzun sürmesi olasılığına karşılık bir balya erzak getirmişlerdi. Her birimiz fişek dolu birer askılık taşıyorduk.

Lord John bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Challenger’a dönerek: “Şimdi Challenger, hâlâ ilk kişi olmakta ısrar ediyorsanız…” dedi.

“Bu nazik izniniz için size teşekür borçluyum.” dedi profesör, kızgınlıkla.

Otoritenin her türlüsüne karşı bu denli hoşgörüsüz bir adam az bulunurdu doğrusu.

“Mademki böylesine bir alicenaplık gösterdiniz, ben de bunu seve seve kabul ediyor ve grubun öncüsü olarak ilk adımı atıyorum.”

Bacaklarını uçurumun kenarından sallandırarak oturduktan sonra sırtındaki küçük baltasıyla kütüğün üzerine çıkan Challenger, kısa bir zamanda hoplaya zıplaya karşıya geçivermişti. Yukarı tırmanarak ellerini havada salladı.

“Nihayet!” diye haykırdı. “Nihayet!”

Arkasındaki yeşil perdenin gerisinden her an fırlayabilecek korkunç bir akıbetin onu karşılayacağına dair belli belirsiz bir beklentiyle süzüyordum onu. Ancak ayaklarının dibinden havalanan rengârenk, tuhaf bir kuşun uçarak ağaçların arasında kaybolması dışında, ortalıkta çıt yoktu.

Sırada Summerlee vardı. Böylesine çelimsiz bir gövdede bu denli enerji şaşılacak bir şeydi. Sırtına iki tüfek asılmasında ısrar etti, böylece karşı tarafa geçtiğinde her iki profesör de silahlanmış olacaktı. Arkasından da ben geliyordum. Altımda uzanan korkunç uçuruma bakmamak için dişimi sıktım. Summerlee, tüfeğinin dipçik ucunu uzattı ve göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre içinde elini yakalayabildim. Lord John’a gelince, sadece yürüdü; hem de hiç yardımsız! Çelik gibi sinirleri olmalı.

Ve işte dördümüz de oradaydık; masal ülkesinde, Maple White’ın kayıp dünyasında. Bu an hepimize başarının zirvesi gibi gözükmüştü. Aslında bunun felaketimizin zirvesine başlangıç olacağını kim tahmin edebilirdi ki!.. Size kısaca, o mahvedici darbenin nasıl üstümüze indiğini anlatayım şimdi.

Uçurumun kenarından dönüp uzaklaşarak yakındaki fundalıklarda elli metre kadar ilerlemişken, arkamızdan korkunç bir parçalanma gürültüsü gelmişti. O anda geldiğimiz yöne doğru koşmaya başladık. Köprü gitmişti!..

Aşağıya baktığımda uçurumun ta dibinde birbirine geçmiş dalları ve parçalanmış gövdeyi gördüm. Bizim kayın ağacıydı bu. Uçurumun kenarı çökerek aşağıya düşmesine mi neden olmuştu yoksa? Bir an için hepimizin aklına bu açıklama geldi. Sonra önümüzde duran kayalık zirvenin uzak köşesinden esmer bir surat çıktı ortaya yavaş yavaş; Gomez’in, melezin suratı. Evet evet, Gomez’di bu. Ama o bildiğimiz mahcup gülüşlü, maske gibi ifadesiz yüzlü Gomez değil. Çakmak çakmak gözlü, çarpık hatlara sahip, nefretin kastığı ve intikam zevkinin çılgın sevincini yansıtan bir yüzdü bu.

“Lord Roxton!” diye bağırdı. “Lord John Roxton!” “Eh…” dedi arkadaşımız. “Buradayım işte!”

Uçurumun öte yanından gürültülü bir kahkaha koptu.

“Evet, oradasın, seni İngiliz köpeği ve orada kalacaksın! Bekledim, bekledim, hep bekledim ve sonunda şans bana güldü. Yukarı çıkmayı zor başarmıştınız; aşağı inmenin daha zor olduğunu göreceksiniz şimdi. Sizi lanetli aptallar, tuzağa düştünüz, hepiniz tuzağa düştünüz!”

 

Şaşkınlıktan sersemlemiş bir hâldeydik, konuşamadık bile. Öylece donakalmış birbirimize bakıyorduk. Çimenliğin üzerindeki kocaman, kırılmış bir dal parçası, köprüyü oynatmak için nereden destek aldığını gösteriyordu. Yüzü ortadan kaybolmuştu, ancak bir süre sonra öncekinden daha da çılgın olarak tekrar gözüktü.

“O mağarada attığımız taşla neredeyse öldürmüştük sizi!” diye haykırdı. “Ama böylesi daha iyi. Daha yavaş, daha beter. Kemikleriniz çürüyecek orada ve kimse nerede yattığınızı bilmeyecek, gömmeye gelemeyecek sizi. Geberirken Lopez’i hatırla, Putomayo Nehri’nde beş yıl önce vurduğun Lopez’i! Kardeşiyim ben onun ve artık ne olursa olsun rahat öleceğim. Çünkü intikamını aldım!”

Öfkeli bir el bize doğru sallandı ve arkasından her yer sessizliğe gömüldü.

Melez, basitçe intikamını gerçekleştirip kaçmış olsaydı, onun için her şey yolunda gitmiş olacaktı. Hâlbuki dramatik olma uğruna, Latin karakterinin karşı konulmaz dürtüsüyle sergilediği bu şov, onun sonunu getirmişti. Roxton gibi, üç ülkede “Tanrı’nın Kamçısı” lakabını kazanmış bir adam, öyle rahat rahat alaya alınamazdı. Melez, zirvenin uzak tarafından aşağıya inmekteydi, ama daha yere ulaşamadan, Lord John platonun kenarı boyunca koşarak adamını görebileceği bir noktaya konuşlanmıştı bile. Tüfeğinden çıkan tek bir patlama sesi duyuldu ve hiçbir şey görmememize rağmen, bağırtıyı ve arkasından devrilen gövdeden çıkan “küt” sesini duyduk.

Roxton yanımıza döndüğünde yüzü granit gibiydi.

“Ne kadar aptal ve körmüşüm!” dedi acı acı. “Sizi bütün bu belaya benim ahmaklığım sürükledi. Bu insanların nasıl da uzun zaman kan davası güttüklerini hatırlamalı ve çok daha dikkatli olmalıydım.”

“Ya diğeri ne oldu? O ağacı oradan iki kişi kaldırdı.”

“Vurabilirdim onu ama kaçmasına izin verdim. Belki de bu işe bulaşmamıştır. Ama belki onu da öldürseydim daha iyiydi zira dediğiniz gibi ona yardım etmiş olabilir.”

Şimdi melezin gerçek niyeti ortaya çıktığına göre, hepimiz şöyle bir kafamızı yokladığımızda, geçmişteki hareketlerinden sinsi, uğursuz bir anlam çıkarabiliyorduk. Devamlı planlarımızı bilmek istemesi, çadırın dışında gizlice bizi dinlerken yakalanması, zaman zaman yüzünde yakalayıp şaşırdığımız o kaçamak nefret ifadesi… Aşağıdaki ovada meydana gelen garip bir sahne dikkatimizi çekene kadar hâlâ bunu tartışıyor ve gelişen olaylara adapte olmaya çalışıyorduk. Beyaz elbiseli bir adam, ki bu ancak hayatta kalan diğer melez olabilirdi, sanki arkasından ölüm kovalıyormuş gibi koşturuyordu. Hemen bir iki metre gerisinde ise onu bizim sadık zencimiz dev Zambo’nun ta kendisi takip etmekteydi. Bir anda kaçağın sırtına sıçrayarak kollarını boynunun etrafında sıkmaya başladı. Beraber yere yuvarlandılar. Bir iki saniye sonra ayağa kalkıp, yerde iki büklüm olmuş adama bakan Zambo, ellerini sevinçle bize doğru salladıktan sonra koşarak bulunduğumuz yere yaklaşmaya başladı. Büyük ovanın ortasındaki beyaz şekil öylece hareketsiz yatıyordu.

Bize ihanet eden iki haydut temizlenmişti ancak yaptıkları kötülük devam ediyordu. Zirveye tekrar geçebilmemiz için artık hiçbir çıkar yolumuz yoktu. Daha önce dünyanın sakinleriyken şimdi platonun sakinleriydik. Ayrı iki dünyanın. Orada, kanolara giden ova… İlerisinde, sisli, mor ufkun ötesinde, medeniyete giden nehir… Ama bağlantı kayıptı. Geçmiş hayatımızla bizleri ayıran, altımızda açılmış bu müthiş uçurumu birleştirebilecek nasıl bir köprü yapabilirdik ki? İnsan becerisinin üstündeydi bu. Tek bir an bütün hayatımızı değiştirmişti.

Arkadaşlarımın nasıl bir yapıya sahip olduklarını işte böyle bir durumda anlamıştım. Son derece ciddiydiler, düşüncelerine gömülmüşlerdi, evet, tamam, ama sarsılmaz iç huzurlarından ödün vermemişlerdi. Şimdilik çalılıkların arasına oturup sabırla Zambo’nun gelmesini beklemekten başka bir şey yapamazdık. Kısa süre sonra siyah, dürüst yüzü kayalıkların tepesinden gözükmüştü. Hemen arkasından da Herkülümsü vücuduyla zirvenin üzerinde belirdi.

“Ben ne yapmak şimdi?” diye bağırdı. “Siz bana söylemek ve ben yapmak.”

Sorması yanıtlamasından daha kolaydı bunu. Tek bir şey belliydi sadece: Zambo’nun, bizim dış dünyayla kalan tek güvenilir bağlantımız olduğu. Ne olursa olsun bizi terk etmemeliydi.

“Hayır, hayır!” diye haykırdı. “Ben sizi terk etmemek. Ne olursa olsun ben hep burada. Ama yerlileri tutamamak. Onlar demek çok Curupuri var burada ve şimdiden eve gitmek. Siz yok burada ya, ben onları tutamamak.”

Yerlilerimizin son zamanlarda gösterdiği birçok davranıştan, bu yolculuğun onları tedirgin etmeye başladığını ve dönmek için can attıklarını zaten kestirebiliyorduk. Zambo’nun gerçekleri söylediğini anlamıştık. Onları alıkoyması imkânsızdı.

“Yarına kadar beklet onları Zambo!” diye bağırdım. “O zaman onlarla geriye mektup gönderebilirim.”

“Tamam afandi! Ben söz verir, onlar yarına kadar beklemek.” dedi zenci. “Ama şimdi ben siz için ne yapmak?”

Yapacak çok iş vardı onun için ve bu hayran olunası, sadık adam hepsini yaptı. Her şeyden önce talimatlarımız doğrultusunda kesik ağaç kütüğünün etrafındaki ipi çözerek bunun bir ucunu bize fırlattı. Bir çamaşır ipinden daha kalın değildi ve belki de bir köprü olarak kullanamazdık bunu ama bir tırmanma esnasında pekâlâ işimize yarayabilirdi. Bundan sonra kendi tarafındaki ipi, yukarıya çekilmiş erzak paketlerinden birinin etrafına doladı ve biz de bunu karşı tarafa çektik. Hiçbir şey bulamasak bile bu bizim en az bir haftalık ihtiyacımızı karşılardı. En son iş olarak da aşağıya inip, içinde bir kutu cephanelik ve başka malzemeler olan iki kutuyu daha yukarıya çıkardı. İpi karşı tarafa atarak bunları da kendi tarafımıza çektik. Ertesi sabaha kadar yerlileri bekleteceğine dair bize son bir güvence verip nihayet aşağı indiği zaman akşam olmuştu.

İşte böylece, platodaki ilk gecemizin neredeyse tümünü, tek bir mum fenerinin ışığında, başımızdan geçenleri yazarak geçirdim.

Kutulardan birindeki iki şişe Apollinaris’le susuzluğumuzu bastırdıktan sonra, kayalığın hemen dibinde yemek yiyerek kamp yaptık. Su bulmak bizim için hayati önem taşıyor, ancak tahminimce Lord John bile bir gün için yeterince macera yaşadı ve hiçbirimiz bilinmeze doğru ilk adımı atmak için hevesli değiliz. Ateş yakmaktan ve gereksiz gürültü yapmaktan sakındık.

Yarın (Daha doğrusu bugün, çünkü bunu yazdığım sırada şafak söküyor.) bu garip ülkeye ilk tehlikeli adımları atacağız. Tekrar ne zaman yazabileceğimi -tabii, eğer bir daha yazabilirsem- bilmiyorum. Bu sırada görebildiğim kadarıyla yerliler hâlâ yerinde duruyor ve eminim ki sadık Zambo da mektubumu almak için yakında buraya gelecek. Tek umudum yerine ulaşmasında.

Not: Düşündükçe durumumuz daha da umutsuz görünüyor. Geri dönüş için hiçbir çare göremiyorum. Platonun kenarına yakın yüksek bir ağaç olsaydı, köprü yapmak üzere aşağı indirebilirdik belki. Fakat elli metrelik mesafede böyle hiçbir ağaç yok. Gücümüzü birleştirsek bile işimizi görecek bir ağaç gövdesini taşıyamayız. İp ise tabii ki aşağıya inemeyeceğimiz kadar kısa. Hayır, durumumuz umutsuz; fazlasıyla umutsuz!..

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»