Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

7. BÖLÜM
“Yarın, Bilinmeze Doğru Yola Çıkıyoruz”

Bu hikâyenin ulaştığı kişileri, lüks kabinli gemide geçirdiğimiz yolculuğun ayrıntılarıyla veya Para’da kaldığımız bir haftayı anlatarak (araç gereçlerimizi toparlamaya canıgönülden yardımcı olan Pereira da Pinta şirketine içten teşekkürlerimi sunmanın haricinde) sıkmak istemiyorum. Aynı şekilde Atlantik’i geçtiğimiz gemiden biraz daha ufak bir buharlıyla, geniş ve yavaşça akan bir nehirde yaptığımız yolculuğa da kısaca değiniyorum. Sonunda kendimizi Obidos Boğazı’nda bulmuş ve Manaos kasabasına ulaşmıştık. Britanya ve Brezilya Ticaret Şirketi Temsilcisi Bay Shortman, bizi buradaki yetersiz imkânlara sahip bölge motellerinin eline bırakmayarak kendi çiftliğinde ağırladı ve Profesör Challenger tarafından verilen talimatların bulunduğu mektubun açılacağı gün gelinceye kadar burada kaldık. O gün olup biten şaşırtıcı olayları aktarmaya başlamadan önce, yol arkadaşlarımın ve daha öncesinde ekibimize kattığımız yardımcıların daha ayrıntılı bir portresini çizmek istiyorum. Bu rapor, dünyaya açıklanmadan önce sizin ellerinizden geçeceği için, ben her ne kadar serbest bir tarz kullansam da bu materyalin sunumunu sizin inisiyatifinize bırakıyorum Bay McArdle.

Profesör Summerlee’nin bilimsel başarıları herkesçe iyi bilindiği için onları burada tekrar ele almayı gereksiz buluyorum. Aslında kendisi böyle sıkı bir yolculuk için ilk bakışta tahmin edilenden daha hazırlıklı. Uzun, zayıf, iplik gibi vücudu, yorgunluğa karşı umarsızlığı, yarı alaycı mizah anlayışı ve çoğunlukla hoşgörüsüz yapısı, etrafındaki şartlardan hiç etkilenmiyor. Altmış altı yaşında olmasına rağmen, karşımıza zaman zaman çıkan zorluklara karşı şikâyet ettiğini hiç mi hiç duymadım. Onun varlığının yolculuk için bir engel teşkil ettiğini düşünmüştüm ancak şimdi onun en az benim kadar dayanıklı olduğuna kesin kanaat getirmiş durumdayım. Yapı itibarıyla doğal olarak sert ve kuşkucu birisi. Ta başından beri Profesör Challenger’ın tam bir şarlatan olduğuna, hepimizin saçma sapan ve nafile bir işin peşinde koştuğumuza olan inancını gizleme ihtiyacını hiç duymamıştı. Ona göre Güney Amerika’da elde edeceğimiz tek şey, tehlike ve hayal kırıklığıydı, bunun sonucunda da İngiltere’de alay konusu olacaktık. Profesör Summerlee, ince gövdesini eğip bükerek ve ince keçi sakalını sallayıp durarak, Southampton’dan ayrılmamızdan Manaos’a varıncaya kadar, kafamızı bu türden fikirlerle doldurma çabasını sürdürmüştü. Bütün benliğiyle kendini bilime adamış bir insan olduğu için, karaya çıktıktan sonra etraftaki böcek ve kuş çeşidinin zenginliği, onu biraz olsun teselli edebildi. Günlerini, elinde bir tüfek ve kelebek ağıyla ağaçların arasında geçiriyor ve akşamları da ele geçirdiği çok çeşitli örnekleri kataloglamakla meşgul oluyordu. Daha ufak gariplikleri arasında kılık kıyafetini hiç umursamamasını, kişisel temizlikten habersiz olmasını, aşırı derecedeki unutkanlığını ve yabani gül ağacından yapılma kısa piposunun müptelası olmasını sayabiliriz. Gençliğinde çok sayıda bilimsel araştırmaya katılmış (Robertson’la Papua’da bulunmuş) ve bu tip bir kamp hayatının, kano yolculuklarının hiç yabancısı değil.

Lord John Roxton, Profesör Summerlee ile bazı noktalarda kesişmekle beraber, diğer bazılarında ise taban tabana zıt bir görüntü sergiliyor. Yirmi yaş daha genç, ancak aynı sırım gibi ince beden yapısına sahip. Fiziksel görünüşüne gelince, bunu, hikâyemin Londra’da kalan kısmında yazdığımı hatırlıyorum. Kılık kıyafetine aşırı bir önem gösteriyor, bu konuda her zaman titiz; devamlı beyaz talim elbiseleri ve uzun kahverengi çizmeler giyiyor, ayrıca günde en az bir kere tıraş oluyor. Bütün aksiyon adamları gibi kısa ve özlü konuşuyor ve her zaman kendi düşüncelerine dalıp gitmeye hazır. Bununla beraber, bir soruyu cevaplamada veya bir konuşmaya katılmakta gayet seri ve kendine has garip, dalgalı, yarı şakacı bir konuşma tarzı var. Dünya hakkında ve özellikle Güney Amerika hakkındaki bilgisi şaşırtıcı ve yolculuğumuzun ortaya çıkarabileceklerine, Profesör Summerlee’nin alaylarına aldırış etmeyecek kadar kalpten bir inancı var. Yumuşak bir sese ve sakin tavırlara sahip ama o ışıldayan mavi gözlerinin ardında korkunç bir gazap ve amansız bir kararlılık pusuda bekliyor sanki; hele hele dizginlenmiş olduğu için bu özellikleri daha da tehlikeli olabilir. Kendisi Brezilya ve Peru’daki maceralarından pek bahsetmemişti ancak varlığının nehrin etrafındaki yerlilerde uyandırdığı heyecanı görmek benim nazarımda değerini daha da yükseltmişti; yerliler, onu şampiyonları ve koruyucuları olarak görüyorlardı. Ona verdikleri isimle, “Kızıl Şef”in kahramanlıkları bir efsane olmuştu yerliler arasında, fakat öğrenebildiğim kadarıyla gerçeklerin kendisi de yeteri kadar şaşırtıcıydı.

Bu olaylar, Lord John’un birkaç sene önce kendisini, Peru, Brezilya ve Kolombiya’nın belli belirsiz sınırlarını çizdiği, hiçbir yere ait olmayan bir bölgede bulmasıyla başlamıştı. Bu büyük bölge, kauçuk ağacı açısından çok zengindi ve bu durum -aynı Kongo’da olduğu gibi burada da- yerlilerin, belki de sadece İspanyolların zulmü altında Darien’deki gümüş madenlerinde çalıştıkları zamanla karşılaştırabilecekleri cinsten bir kâbus hâline gelmişti. Burayı hâkimiyeti altına alan bir avuç melez haydut, kendilerine destek olan bazı yerlileri de silahlandırarak geri kalanları köleleştirip, onları en insanlık dışı işkencelerle sindirerek kauçuk ağaçlarını toplamaya zorluyordu. Toplanan ağaçlar daha sonra nehir yoluyla Para’ya iletiliyordu. Lord Roxton, ezilen kurbanların saflarında yer almış ve çektiği zorluklara karşın tehditlerden ve hakaretlerden başka hiçbir şey elde edememişti. Bundan sonra köle tüccarlarının elebaşısı Pedro Lopez’e resmen savaş ilan eden Lord, yanına birkaç firari köleyi de katıp silahlandırmış ve bu azılı melez Pedro Lopez’i kendi elleriyle öldürerek kurduğu sistemi tamamen ortadan kaldıracak olan mücadeleyi başlatmıştı.

Tabii, şimdi bu rahat tavırlı, kadife sesli, kızıl saçlı adamın koca Güney Amerika nehrinin kıyılarında derin bir ilgi uyandırması gayet normaldi. Bununla beraber değişik kişilerde değişik duygular çağrıştırıyordu. Kurtardığı yerlilerin minnettarlık duygularının yanı sıra, onları istismar edenlerin nefretlerine de hedefti. Bu önceki deneyimlerinin yararlı bir sonucu da Brezilya’nın tümünde geçerli olan ve üçte biri Portekizce, üçte ikisi yerli lisanından oluşan, buraya özel Lingoa Geral dilini kusursuz konuşabilmesiydi.

Lord John Roxton’ın bir Güney Amerika delisi olduğunu daha önce de söylemiştim. Bu muhteşem topraklar hakkında ateşli bir heyecana kapılmadan konuşması imkânsızdı ve bu heyecan öylesine bulaşıcıydı ki ne kadar bilgisiz olsam da benim bile ilgimi çekiyor ve merakımın uyanmasına neden oluyordu. Onun konuşmasındaki o ihtişamı taklit edebilmeyi çok isterdim; acayip olduğu kadar gerçek bir bilgi yumağına sahip olmasını, bunları hayranlık uyandırıcı ölçüde ilginç kılan o kıvrak zekâsını, gördükçe profesörün zayıf suratındaki kuşkucu ve alaycı gülümsemenin nasıl yok olmaya yüz tuttuğunu anlatabilmeyi de öyle. Bize bu muazzam nehrin nasıl bir çabuklukla keşfedildiğinin hikâyesini anlatıyor (çünkü Peru’yu fethedenlerin bir bölümü bütün kıtayı bu sular üzerinden katetmişti) ve aynı zamanda her dem değişken olan kıyıları nedeniyle buranın aslında ne kadar bilinmedik bir yer olduğunu söylüyordu.

“Şurada ne var?” diye kuzeyi işaret ederek haykırıyordu. “Ağaçlık, bataklık ve balta girmemiş ormanlık alan. Burada ne olduğunu kim bilebilir? Ya öte tarafta, güneyde? Beyaz insanın adım atmadığı, alabildiğine uzanan bataklık bir orman. Etrafımız tamamen bilinmeyenle çevrili, nehrin dar kıyı şeridi dışında kimin ne bilgisi var ki? Böyle bir yerde neyin mümkün olduğunu kim söyleyebilir? Eski kurt Challenger neden haklı olmasın ki?”

Bunun üzerine Profesör Summerlee’nin yüzüne tekrar o inatçı gülümseyiş yerleşiyor; adam, başını oturduğu yerden, piposunun dumanı ardından, alaycı ve onaylamayan bir sessizlikle sallamaya koyuluyordu.

Bu iki beyaz yol arkadaşım hakkında şimdilik bu kadar bilgi yeter. Şüphesiz bu hikâye devam ettikçe, karakterleri veya yetersizlikleri, ki elbette bu kendim için de geçerli, gün ışığına çıkacaktır. Daha şimdiden, gelecekteki maceralarımızda belki de hiç küçümsenmeyecek derecede etkili olabilecek birkaç yardımcı edindik kendimize. Bunlardan ilki Zambo adındaki dev bir zenci. Âdeta siyah bir Herkül bu; bir at gibi kuvvetli ve zekâsı da ancak o kadar. Onu Para’da, çalışırken tutuk bir İngilizce öğrendiği buharlı gemi şirketinin tavsiyesi üzerine aramıza katmıştık.

Aynı şekilde, iki melez olan Gomez ve Manuel’i de nehrin üst kesiminden kızılağaç yükleriyle henüz geldiklerinde Para’da işe almıştık. Birer panter gibi çevik, hareketli ve vahşi görünümlü, sakallı, karayağız iki adamdı bunlar. Her ikisi de hayatlarını, keşfetmek üzere yola çıktığımız nehrin üst kesimlerinde geçirmişti ve Lord John da bu özelliklerinden dolayı onları işe almıştı. Bunlardan Gomez’in bir diğer avantajı da mükemmel derecede İngilizce bilmesiydi. Bu adamlar, ayda on beş dolara şahsi hizmetçilerimiz olarak çalışmaya, yemek pişirmeye, kürek çekmeye veya işe yarayabilecekleri her konuda bize yardım etmeye razıydılar. Bunların yanı sıra, balık avında ve kayık işlerinde Bolivya’daki tüm kıyı kabilelerinin en beceriklisi olan Mojo kızılderililerinden üçünü işe almıştık. Reislerini, aramızda, kabilesine atfen Mojo diye adlandırmıştık, diğer ikisini ise Jose ve Fernando olarak biliyorduk. Eşine rastlanmadık yolculuğa başlamak üzere Manaos’da direktiflerin açıklanmasını bekleyen bu ufak kafile, işte böylece üç beyaz, iki melez, bir zenci ve üç yerliden oluşmaktaydı.

Nihayet, bıkkınlık verici bir haftadan sonra, beklenen gün ve saat gelip çatmıştı. Sizden, Manaos’a iki saat uzaklıktaki çiftliğin gölgelendirilmiş oturma odasını göz önüne getirmenizi istiyorum şimdi. Dışarıda, neredeyse palmiye ağaçlarının kendisi kadar gerçek gibi gözüken siyah ve belirgin gölgelerin arasında, etrafa yayılmış yakıcı, pirinç sarısı bir güneş. Sakin bir hava. Arıların derinlemesine, pesten uğultusundan sivrisineklerin tiz, hevesli vızıltısına kadar değişik oktavlardan devamlı sürüp giden bir çınlama. Verandanın ötesinde, kaktüslerin oluşturduğu çitle çevrilmiş ve çiçek açan fundalık kümeleriyle süslenmiş, küçük bir bahçe. Bahçenin etrafında, pırıl pırıl ışığın aydınlattığı alanda, kâh o yana kâh bu yana uçuşup duran şahane, mavi kelebekler ve ufacık, cıvıldaşan kuşlar. Bu bahçede, üzerinde mühürlü bir mektubun durduğu yuvarlak, hasırdan bir masanın etrafında oturan bizler. Mektubun üzerinde Profesör Challenger’ın köşeli, hırçın yazısıyla karalamış olduğu kelimeler şöyleydi:

 

Lord John Roxton’a ve beraberindeki gruba talimatlar. Tam olarak 15 Temmuz günü saat 12.00’de açılacak.

Lord John, saatini yanındaki masanın üzerine yerleştirmişti.

“Yedi dakikamız daha var.” dedi. Sevgili ahbabımız son derece kesin belirtmişti.

Profesör Summerlee sıska eliyle zarfı kavrarken yüzünde zehirli bir gülümseme belirmişti.

“Zarfı şimdi veya yedi dakika sonra açmanın ne farkı olabilir ki?” dedi, “Bunların hepsi, maalesef, adı malum yazarın ortaya koyduğu sahtekârlık ve saçmalık sisteminin bir parçası.”

“Haydi, bırakın, oyunu kurallarına göre oynamalıyız.” dedi Lord John. “Bu, yaşlı kurt Challenger’ın şovu ve biz de onun iyi niyeti sayesinde buradayız, o hâlde mektup için verdiği talimata uymazsak haksızlık olur.”

“Şu hâle bak!” diye bağırdı profesör acı acı, “Londra’da gülünç gelmişti zaten, ancak işin içine girdikçe daha da saçma geliyor. Bu zarfın içinde ne olduğunu bilmiyorum ama eğer gerçekten sağlam bir şey değilse ilk gemiyle Peru’ya, oradan da Bolivya’ya geçmek niyetindeyim ben. Ne de olsa bir zırdelinin iddialarını çürütmekten daha önemli işlerim var şu dünyada. Haydi Roxton, zamanı geldi artık!”

“Tam zamanı.” dedi Lord John. “Düdüğü çalabilirsin.”

Zarfı alarak çakısıyla kestikten sonra içinden katlanmış bir kâğıdı çekip çıkardı. Bunu dikkatle açarak masanın üzerinde düzeltti. Boş bir sayfaydı bu. Kâğıdın arka yüzünü çevirdi. Burası da yazısızdı. Şaşkın bir sessizlik içinde birbirimize bakakalmışken Profesör Summerlee’nin attığı alaycı kahkahanın ahenksiz gürültüsü sessizliği bozdu.

“İşte açık itirafı!” diye bağırdı. “Daha ne istiyorsunuz ki adamın kendisi de bir şarlatan olduğunu itiraf etmiş oluyor. Şimdi yapmamız gereken şey, eve geri dönmek ve bu adamın nasıl utanmaz bir sahtekâr olduğunu rapor etmek!”

“Görünmez mürekkep!” diye öneride bulundum.

“Zannetmem.” dedi Lord Roxton, kâğıdı ışığa tutarak. “Hayır, delikanlı-adamım, kendini kandırmanın gereği yok. Bu kâğıdın üzerine hiçbir şey yazılmadığına dair kefil olurum ben.”

“Gelebilir miyim?” diye bir ses gürledi verandadan.

Basık bir figürün gölgesi, bir tutam güneş ışığının önüne set çekmişti şimdi. Bu ses!.. Bu canavar gibi geniş omuzlar!.. Hepimiz şaşkınlıktan nutkumuz tutulmuş bir hâlde ayağa fırlarken, Challenger, renkli kurdeleli, yuvarlak, çocuksu şapkasıyla, ceketinin ceplerindeki elleriyle ve zarif ayakkabılarıyla, önümüzdeki açık alana doğru yürüyordu. Orada başını arkaya atarak, Asurlularınki gibi fiyakalı sakalıyla, düşük göz kapaklarının bildik küstahlığıyla ve tahammülsüz gözleriyle, altın gibi bir parıltının ortasında durdu.

“Korkarım ki birkaç dakika geciktim.” dedi saatini çıkararak. “İtiraf etmeliyim ki bu zarfı size verirken onu hiç açmamanızı ummuştum. Çünkü vakit gelmeden size ulaşmaya kesinkes kararlıydım. Bu talihsiz gecikmeyi beceriksiz bir kaptanla mütecaviz bir kıyı şeridine bağlayabiliriz. Korkarım ki bu gecikme, meslektaşım Summerlee’ye, saygısızca küfür etmek için iyi bir fırsat verdi.”

“Söylemem gerekir ki ortaya çıkışınız bizi oldukça rahatlattı efendim.” dedi Lord John, sesinde hafif haşin bir havayla. “Yoksa görevimiz zamansız bir biçimde sona ermiş gibi gözüküyordu. Hâlâ neden bu işi böyle olağanüstü bir şekilde planladığınızı anlayabilmiş değilim.”

Cevaplamak yerine içeri giren Profesör Challenger, benimle ve Lord John’la el sıkışıp Summerlee’nin önünde özenli bir küstahlıkla eğildikten sonra, ağırlığı altında gıcırdayıp sallanan hasır bir sandalyeye çöktü.

“Yolculuğunuz için her şey hazır mı?” diye sordu.

“Yarın başlayabiliriz.”

“O hâlde başlıyorsunuz demektir. Benim paha biçilmez rehberliğimin avantajına sahip olduğunuza göre, artık yön bulmak için haritaya ihtiyacınız yok. Ta ilk baştan beri araştırmanıza başkanlık yapmaya kesin kararlıydım. Sizin de kabul edeceğiniz gibi, en detaylı haritalar bile zekâmın ve tavsiyelerimin yanında değersiz kalacaktır. Oynadığım bu ufak zarf oyununa gelince, eğer bütün niyetimi açıklamış olsaydım, sizin yolculuğuma karşı olan görüşlerinizle mücadele etmek zorunda kalacaktım.”

“Benimle değil, efendim!” diye patladı Summerlee ateşli ateşli. “Atlantik’te başka bir gemi olduğu sürece tabii.”

Challenger eliyle “haydi oradan” der gibi bir işaret yaptıktan sonra, “Eminim ki sağduyuyla değerlendirdiğin zaman haklılığımı destekleyeceksin ve kendi başıma hareket ederek, tam en gerekli olduğu anda ortaya çıkmamın daha iyi olduğunu anlayacaksın.” dedi. “Bu özel an da gelmiş durumda. Emin ellerdesin artık. Varış noktasına ulaşmakta başarısızlığa uğramayacaksınız. Şu andan itibaren bu gezinin başkanlığını ben üstleniyorum ve yarın sabah erkenden yola koyulabilmemiz için gerekli tüm hazırlıklarınızı tamamlamanızı istemek durumundayım. Benim vaktim değerlidir, tabii biraz daha düşük seviyede de olsa aynı şey sizin için de söylenebilir. Bu yüzden, görmek için geldiğiniz şeyleri görene dek, olabildiğince çabuk hareket etmemizi öneriyorum.”

Lord John Roxton, bizi nehir boyunca taşıyacak Esmeralda adlı büyük bir istimbot kiraladı. Yaz ve kış boyu, büyük bir dalgalanma olmadan, sıcaklığın 24 ila 32 derece aralığında kalması dolayısıyla, iklim açısından, yolculuğa ne zaman başlayacağımızın pek bir önemi kalmıyordu. Buna karşın, nem oranının yüksekliği apayrı bir konuydu; aralık ayından mayıs ayına kadarki dönem, yağmur dönemidir ve bu zaman zarfında nehir yavaş yavaş yükselerek sonunda en alçak seviyesinin neredeyse 12 metre daha üstüne çıkar. Kıyıları sel altına alan nehir, muazzam geniş alanlara yayılıp buralarda göller oluşturur ve yerlilerin Gapo diye adlandırdığı, çoğunlukla yürünemeyecek derecede bataklık, salla ulaşım için ise çok sığ olan çok geniş bir bölge meydana getirir. Haziranda sular tekrar çekilir ve ekim ile kasım arasında en düşük seviyeye iner. Bu açıdan bizim yolculuğumuz kurak mevsime denk geliyordu ve bu mevsimde de büyük nehir ve kolları, aşağı yukarı normal seyrediyordu.

Nehirde akıntı çok hafifti; bir milde 20 santimden fazla değildi. Hâkim rüzgâr güneydoğudan estiği için, kendini akıntıya bırakan gemiler kolaylıkla Peru sınırına kadar aralıksız yol alabilirlerdi. Dolayısıyla yolculuk için bundan daha elverişli bir nehir olamazdı. Şahane donanımı sayesinde nehirdeki uyuşuk akıntıdan pek etkilenmeyen Esmerelda ile sanki durgun bir gölde ilerlermişçesine uzun bir yol katetmiştik. Üç gün boyunca kuzeybatı yönünde ilerlediğimiz nehrin ağzı, bin mil uzaklaştığımız bu bölümde bile hâlâ öylesine kocamandı ki ortasından ufka doğru bakıldığında kıyılar basit birer gölge gibi gözüküyordu. Manaos’tan ayrıldıktan dört gün sonra, ağızda, ana koldan biraz daha dar olan bir yan kola saptık. Bundan sonra hızla daha çok darlaşan nehirde iki gün daha ilerledik ve sonunda bir yerli köyüne ulaştık. Profesör Challenger, burada karaya çıkmamızda ve Esmeralda’nın geri gönderilmesinde ısrar ediyordu. Söylediğine göre, nehir az daha ileride çağlayanlar hâlinde uçurumlara dökülmeye başlayacak ve Esmeralda’yı kullanmak imkânsızlaşacaktı. Ayrıca şu andan itibaren ulaşmaya çabaladığımız, bilinmeyen ülkenin kapısına da yaklaşmakta olduğumuzu özellikle belirterek, bu konuda ne kadar az insana güvenirsek bizim için o kadar iyi olacağını da savunmaktaydı. Bu nedenle yolculuğumuzun ne yöne doğru olduğunu açığa çıkaracak hiçbir kesin ipucunu, ne basına ne de sözlü olarak açıklamayacağımıza dair her birimize şeref sözü de verdirtmişti. Hizmetçilerin hepsi aynı şekilde mutlak yemin etmişlerdi. Bu yüzden hikâyemin kalan kısmında muğlak olmak zorundayım ve okurları ikaz etmeliyim ki birbiriyle ilişkili yerler hakkında vereceğim haritalar ve diyagramlar, her ne kadar doğru olsalar da yönler dikkatlice ve kasten karıştırıldığı için, sözü edilen bölgeye ulaşmak amacıyla hiçbir şekilde rehber olarak kullanılamaz. Profesör Challenger’ın tüm bu gizlilik için gerekçeleri haklı veya haksız olabilir ancak bizim bunları kabul etmekten başka çaremiz yoktu, çünkü aksi hâlde bize rehberlik yapmak için şartlarını yeniden gözden geçirmektense tüm yolculuktan çekilmeye hazırdı.

Esmeralda’ya veda ederek dış dünyayla son bağlantımızı kopardığımızda tarih ağustosun ikisiydi. Bu tarihten sonra geçen dört gün içinde, yerlilerden iki büyük kano edinmiştik. Bunlar öyle hafif bir maddeden yapılmıştı ki (bambu bir iskelet üzerine kaplı deri), herhangi bir engelin etrafından kolaylıkla taşıyabilirdik onları. Kanolara tüm eşyalarımızı yükledikten sonra, yolculuk boyunca yardım etmeleri için yanımıza iki yerli daha aldık. Anladığım kadarıyla bunlar -adları Ataca ve İpetu’ydu- Profesör Challenger’a önceki yolculuğunda refakat eden yerlilerin ta kendisiydi. Bu işi bir kez daha tekrar etme düşüncesi onları çok korkutmuş gibiydi, ancak bu bölgelerde şefin sözü geçer ve eğer yapılacak işi gözüne kestirdiyse kabile üyelerine söyleyecek fazla bir şey düşmezdi.

Böylece yarın, bilinmeyene doğru yola çıkıyoruz. Bu yazdıklarımı, nehirde bir kano vasıtasıyla gönderiyorum; bunlar belki de kaderimizle ilgilenenlere söyleyeceğimiz son sözler olacak. Anlaştığımız üzere bunu sizin adresinize gönderiyorum sevgili Bay McArdle ve metinde kelime çıkartma veya arzu ettiğiniz başka ne varsa yapmayı sizin inisiyatifinize bırakıyorum. Liderimiz olan Profesör Challenger’ın kendine güvenli hâlinden -Profesör Summerlee’nin devamlı şüpheciliğine rağmen- sözünü yerine getireceğine ve ayrıca gerçekten de muhteşem bir deneyimin eşiğinde olduğumuza kesinlikle inanıyorum.

8. BÖLÜM
“Yeni Dünyanın Uç Sınırları”

Geride kalan arkadaşlarımız sevincimizi paylaşabilirler çünkü amacımıza yaklaşmış durumdayız ve en azından şimdilik Profesör Challenger’ın iddialarının doğru olabileceğini gösterdik. Evet, doğru, henüz onun bahsettiği platoya erişebilmiş değiliz, ancak önümüzde bizi bekliyor. Hatta Profesör Summerlee bile şimdi daha uslu davranmaya başladı. Tabii, rakibinin haklı olabileceğine bir an için dahi olsa inanmasa da sonu gelmez itirazlarının arkası biraz kesilmiş gibi; çoğunlukla gözlemleyici bir sessizliğe bürünmüş durumda. Ancak şimdi konuya dönüp, hikâyeme kaldığım yerden devam etmeliyim. Yaralanan yerlilerimizden bir tanesini eve geri gönderiyoruz ve ben de kafamda yerine ulaşıp ulaşmayacağına dair büyük bir soru işaretiyle bu mektubu ona teslim ediyorum.

Son yazdığımda Esmeralda’yla ulaştığımız köyden ayrılmak üzereydik. Raporuma kötü bir haberle başlamak zorundayım, çünkü ilk ciddi kişisel problem (Profesörler arasındaki bitmez tükenmez ağız dalaşını atlıyorum.) bu akşam patlak verdi ve trajik bir şekilde sonuçlanabilirdi. Gomez’den -İngilizce bilen melezden- daha önce de bahsetmiştim; becerikli ve hevesli bir işçi fakat bu tip adamlar arasında sıklıkla rastlandığı gibi acayip meraklı bir tabiata sahip. Anlaşılan o ki son gece bizim planlarımızı konuştuğumuz çadırın yakınına bir yerlere gizlenmiş. Olayın farkına varan bizim dev zenci Zambo, ki bir köpek kadar sadıktır ve kendi ırkına mensup olan bütün zenciler gibi melezlerden ölesiye nefret eder, bunu yakaladığı gibi sürükleyerek bizim önümüze getirdi. Bununla beraber bıçağına davranan Gomez, Zambo’nun insanüstü gücü olmasaydı ve bu gücünü kullanarak tek elle Gomez’in elinden silahını alıp saf dışı etmeseydi, şüphesiz onu oracıkta bıçaklayıverecekti. Mesele azarlamayla kapatılarak rakiplerin el sıkışmaları sağlandı ve bundan sonra da olayın unutulacağını zannediyorum. Bizim iki ilim adamının kan davalarına gelince, hâlâ amasız bir şekilde devam ediyor. Kabul etmeli ki Profesör Challenger son derece kışkırtıcı, ancak Summerlee’de de öyle zehirli bir dil var ki meselenin üstüne iyice tuz biber ekmekte. Geçen gece Challenger, kişinin, ulaşacağı son düzeyi görmesinin çok üzücü bir şey olduğunu, bu yüzden de Thames kıyısında yürümekten ve nehre bakmaktan hiç hoşlanmadığını söyledi. Tabii kendisinin ulaşacağı düzey kesinlikle Westminster Abbey’di.6 Buna mukabil Summerlee, yüzünde ekşi bir gülümsemeyle, duyduğuna göre Millbank Hapishanesinin yıkıldığını söylüyordu. Challenger’ın pişkinliğinin boyutu öylesine büyük ki onu kızdırmak gerçekten çok zor. Sakalının berisinden sadece gülümseyerek, hani çocuklara hitap ederken kullanılan dokunaklı bir ses olur ya, işte öyle, “Yok canım, gerçekten mi?” diye söylendi. Tabii ki onların her ikisi de çocuk zaten -birisi bilgili ve huysuz, diğeri hakkından gelinmesi zor ve zorba- ama yine de her ikisi birden bilimin ön saflarında yer alacak kadar zekâ sahibi. Akıl, karakter ve ruh; insan ancak yaşadıkça her üçünün de nasıl birbirinden farklı olduğunu anlıyor.

 

Hemen ertesi gün bu muhteşem yolculuğa ilk adımı atmıştık. Bütün eşyalarımızın iki kanoya gayet rahat bir şekilde sığdığını gördük, personelimizi ikiye bölerek her bir kanoya altı kişi yerleştirdik. Tabii, huzur açısından profesörleri ayrı kanolara yerleştirmeyi ihmal etmedik. Ben Challenger’ı tercih etmiştim ve o ara kendisi her tarafından iyilik fışkırarak, sessiz bir keyif ve tatmin içinde hareket ediyordu. Bununla beraber onun diğer yüzüyle de epeyce deneyimim olmuştu, bu yüzden de güneşin ortasında aniden bir gök gürültüsü duyarsam daha az şaşıracaktım. Her ne kadar yanında tamamen rahat olmak mümkün olmasa da onunla beraberken sıkılmak da aynı derecede imkânsızdı; insan her an o yaman öfkesinin ne tarafa çark edeceğini merakla bekler durumda ve daima yarı tedirgin bir havada buluyordu kendini.

İki gün boyunca, eni yaklaşık birkaç yüz metreyi bulan, koyu kıvamlı olmasına rağmen genellikle dibini seçebileceğimiz derecede berrak nehirde epey bir yol almıştık. Amazon’un kollarının yarısı böyle bir yapıya sahipti; diğer yarısı da akış yaptığı bölgenin özelliklerine göre beyazımsı, saydam olmayan bir hâlde olabiliyordu. Koyu renk, bitki çürümesine; diğer özellikler ise killi, balçıklı toprağa işaret etmekte. Yolumuzun üzerinde iki kez çağlayanlara rast gelerek bunlardan sakınmak için yarım mil kadar açıktan dolanmak zorunda kaldık. Her iki tarafımızda yer alan kıyılardaki ağaçlık alan, arka plandaki alandan daha seyrek olduğu için burada kanolarımızı taşımakta pek güçlük çekmemiştik. O muhteşem, esrarengiz ortamı nasıl unutabilirim ki? Ağaçların yüksekliği ve gövdelerinin kalınlığı, şehirde büyümüş birisi olarak benim hayal edebileceğimin epey ötesindeydi. Yukarı doğru atılmış göz kamaştıran sütunlar, başımızın üzerinde güçlükle görebileceğimiz kadar muazzam bir yüksekliğe ulaşarak, gotik bir tarzda yukarı kıvrılan yan dallarla birleşip, büyük bir yeşillik tabakasından oluşmuş bir çatı meydana getiriyordu. Tepedeki güneşin altın hüzmelerinden aşağıya kadar gelebilen tek tük ince pırıltı, aşağıdaki bu şahane yeşillik karmaşasını az da olsa aydınlatıyordu. Çürümüş bitkilerin oluşturduğu yoğun ve yumuşak halının üzerinde yürürken ruhlarımıza Westminster Abbey’nin alaca karanlığında bürünülen türden bir sessizlik çökmüştü, hatta Profesör Challenger’ın tümüyle göğsünden çıkan gürültülü sesi bile fısıltıya dönüşmüştü. Eğer tek başıma olsaydım bu dev ağaçlar hakkında tamamen cahil kalacaktım ama şimdi iki bilim adamımız sedir ağaçlarını, kocaman kavak ağaçlarını, kızılağaçları ve varlığını üzerindeki bitkisel hayata bağlamış tabiatın bize nimetlerini sunmak için can attığı bu cömert kıtasındaki çeşitli bitkileri teker teker işaret ediyorlardı. Hayvan ürünleri açısından ise bu bölge oldukça geriydi. Kıpır kıpır güneş ışığından bir sütunun üzerlerinde oynaştığı altın renkli allamanda’lar; dipdiri orkidelerin ve harikulade renkli likenlerin kara gövdeli ağaçlarda için için yanan görüntüsü; yıldız gibi öbek öbek kızıl tacsonia veya koyu mavi ipomaea’nın yarattığı etki, masal dünyasındaki bir rüya gibiydi. Bu uçsuz bucaksız ormanlarda karanlıktan nefret eden yaşam, devamlı ışığa ulaşmak için bir mücadele hâlindeydi. Her bitki hatta en ufakları bile kıvrılıp bükülerek yeşil zemine çıkmaya çabalıyor, bu çabalama sırasında kendilerini daha kuvvetli ve yüksek kardeşlerinin gövdelerine sarıp sarmalıyorlardı. Tırmanıcı bitkiler dev gibi ve gösterişliydiler ancak başka bölgelerde tırmanıcı özelliği hiç bilinmeyen diğerleri bile iç karartıcı karanlıktan kurtulmak için bu sanatı öğrenmişlerdi. Böylece alelade ısırgan otunun, yaseminin, hatta acitara palmiyesinin bile, sedir ağacının saplarına tutunarak tepesine ulaşmaya çabaladıkları görülüyordu. Önümüzde uzanan kubbemsi, heybetli geçitte hayvansal yaşam hareketi olarak hiçbir şey göremiyorduk. Ancak tepemizin çok üzerlerinde hissettiğimiz devamlı hareketlilik, bize yukarıda, gün ışığında yaşayan ve merakla, ta aşağıda belli belirsiz bir derinlikte zorlukla yol alan bizleri gözetleyen yılan, maymun, kuş ve tembel hayvanlardan oluşan kalabalık bir canlı dünyasını haber vermekteydi. Şafakta ve gün batımında, maymunlar hep birlikte bağrışıyorlar, muhabbet kuşları da tiz çığlıklarla cümbüşe katılıyorlardı. Ama günün sıcak saatlerinde, önümüzde, bizi içine almış karanlığın içinde kaybolup giden dev ağaç gövdelerinin meydana getirdiği manzaranın ortasında, kulaklarımızı uğuldatan tek ses, uzak bir dalganın gürültüsü gibi çınlayan böceklerinkiydi. Bir keresinde çarpık bacaklı, karıncayiyen veya ayı benzeri bir hayvan, hantal bir şekilde gölgelerin arasında yalpalayarak uzaklaşmıştı. Bu, müthiş Amazon Ormanı’nda gördüğüm tek hareketli yaşam belirtisiydi.

Ve buna rağmen, insan varlığının bile bize pek de uzak olmadığına dair bazı alametler vardı ormanın bu esrarengiz derinliklerinde. Buradaki üçüncü günümüzde havadaki tuhaf, derinlemesine bir titreşimin farkındaydık; ritmik ve temkinli, sabahtan beri devam eden, bir gelip bir giden düzensiz bir ses. Bu sesi ilk duyduğumuzda, kanolar birbirinden bir iki metre uzaklıkta ilerliyordu. Sesin duyulmasıyla yerliler sanki bronzdan bir heykele dönüşmüşçesine hareketsiz kalmışlar, yüzlerinde dehşetli bir ifade belirerek dikkatle kulak kesilmişlerdi.

“Nedir bu?” diye sordum.

“Tamtamlar.” dedi Lord John kayıtsızca. “Savaş tamtamları. Daha önce de duydum bunları.”

“Evet, efendim, savaş tamtamları.” dedi melez Gomez.

“Vahşi yerliler; bravo’lar, monso’lar değil; bütün yol boyunca bizi izliyorlar, ellerine düşersek bizi öldürecekler.”

“Bizi nasıl gözetleyebilirler?” diye sordum hareketsiz karanlığa gözlerimi dikerek.

“Yerliler bilir. Onların yolları vardır. Gözetliyorlar bizi. Tamtamlarla birbirleriyle konuşuyorlar. Ellerine düşersek bizi öldürecekler!”

O gün öğleden sonra -cep günlüğüm bana Salı günü ve Ağustos’un 18’i olduğunu söylüyor- çeşitli noktalardan en az altı yedi davul çalmaktaydı. Bazen hızlı, bazen yavaş, bazen belli bir soru cevap ritminde. Uzakta, doğu tarafındakinden gelen kesik kesik patırtıyı, bir duraksamadan sonra kuzeyden yükselen pesten bir gürleme takip ediyordu. Sinirleri tahrip eden, tehditkâr bir şey vardı âdeta bu sürüp giden gürültüde, sanki tam melezin ağzından dökülen kelimelerin biçimine bürünmüştü bu ses, tekrar tekrar yankılanıyordu: “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.”,“Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” Sessiz ormanda hareket eden hiç kimse yoktu. Karanlık bitki örtüsünde doğanın tüm sükûneti, tüm barışı hâkimdi fakat uzaklardaki yerlerden gelen mesaj hep aynıydı: “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” diyordu doğudaki adamlar. “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” diyordu kuzeydeki adamlar.

Gün boyunca davullar gürüldedi, fısıldadı ve saldıkları tehdit, yerli yol arkadaşlarımızın yüzlerine yansıyıp durdu. En bıçkın, çalımlı melez bile ürkmüş gibiydi. Her şeye rağmen o gün artık tamamen anlamıştım ki gerek Summerlee gerekse Challenger en üst düzeyde cesarete sahiptiler, bilimsel zekânın cesareti. Onlarınki, Darwin’i Arjantinli gaucho’ların7 arasında tutan veya Wallace’ın Malaya’lı kelle avcılarının arasında dolaşmasını sağlayan bir ruhtu. Merhametli doğa ana öyle bir şart koymuştu ki, insan beyni aynı anda iki şeyi düşünemiyor, dolayısıyla bilimin derinliklerine daldığı anda kişisel problemlere yer kalmıyordu. Bütün gün süren bu esrarengiz ve tehditkâr ortamda bizim iki profesörümüz, nerede hangi kuş varsa seyretmiş, kıyılardaki fundalıkları incelemiş ve Summerlee’nin hırıltılarına Challenger’ın pes homurtularının karıştığı esprili kelime yarışlarına girişmişlerdi. Yani denebilirdi ki etraftaki tehlikeye ve tamtamlarla ortalığı inleten yerlilere karşı takındıkları tavır, sanki St. James Caddesi’ndeki Royal Society Kulübünün sigara salonunda oturuyorlarmışçasına serinkanlıydı. Sadece bir kez bunlar hakkında konuşmaya tenezzül ettiler.

6Westminster Abbey, Thames Nehri’ndeki küçük bir adada kurulan bir kilisedir, ayrıca Isaac Newton, Charles Darwin gibi pek çok bilim adamının ve İngiliz kraliyet üyelerinin gömüldüğü bir kilisedir (e.n.).
7Bu tanım, Kuzey Amerika’daki “kovboy” sözcüğüne karşılık gelir (e.n.).
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»