Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Açık kitabı bana uzattı. Resme baktım. Bu ölü dünyaya ait hayvanın yeniden canlandırılmış resmiyle meçhul ressamın çizdiği hayvan arasında kesinlikle çok büyük benzerlik vardı.

“Gerçekten hayret verici bu!” dedim.

“Ama yine de kesin olduğunu kabul etmiyorsun?”

“Tabii, bir rastlantı olabilir veya bu Amerikalı buna benzer bir resim görüp bunu hafızasında saklamış olabilir. Bir hezeyan nöbetinde de tekrar bilinç üstüne çıkmış olması ihtimali var.”

“Çok güzel!” dedi profesör razı olmuş bir tavırla. “Bunu şimdilik bırakalım. Şimdi senden şu kemiğe göz atmanı rica edeceğim.”

Daha önceden, ölmüş bir adamın çantasından çıktığını belirttiği kemiği uzattı. Aşağı yukarı on beş santim uzunluğundaydı, başparmağımdan daha kalındı ve bir ucunda kurumuş kıkırdak olduğunu gösterir izler vardı.

“Sence bu kemik, hangi bildik yaratığa ait olabilir?”

Kemiği dikkatlice inceleyerek yarı yarıya unuttuğum bilgilerimi hatırlamaya çalıştım.

“İnsana ait çok kalın bir köprücük kemiği olabilir.” dedim.

Profesör aşağı gören bir tavırla elini sallayarak itiraz etti.

“İnsanın köprücük kemiği kavislidir. Bu düz. Şu düz yüzeyindeki oyuk, üzerinde büyük bir sinirin enlemesine seyrettiğine işaret ediyor ki köprücük kemiğinde bu söz konusu olamazdı.”

“O zaman itiraf etmeliyim ki ne olduğunu bilemiyorum.”

“Cahilliğinin ortaya çıkmasından çekinmene gerek yok çünkü bütün Güney Kensington halkı bir araya gelse bile buna isim koyamazdı.”

Bir ilaç kutusundan, bakla tanesi boyunda ufak bir kemik çıkardı.

“Benim düşünceme göre işte şu insan kemiği de senin elinde tuttuğun kemiğin bir eş değeri. Bu, sana yaratığın cüssesi hakkında bir bilgi verebilir. Üzerindeki kıkırdak dokusuna dikkatini çekerim zira buradan, bunun bir fosil değil, yeni bir kemik olduğunu anlayabilirsin. Buna ne diyeceksin?”

“Tabii ki bir filin…”

Sanki bir yeri acıyormuş gibi yüzünü buruşturdu.

“Yapma! Bana Güney Amerika’da fillerden bahsetme. Şimdiki parasız devlet okullarında bile…”

“Tamam.” diye lafını kestim. “Herhangi büyük bir Güney Amerika hayvanı o zaman; tapir mesela.”

“Delikanlı, kendi işimin ehli olduğumdan emin olabilirsin. Bu kemik, zooloji ilminin tanıdığı kadarıyla ne bir tapire ne de başka bir yaratığa ait olabilir. Bu, yeryüzünde var olan fakat henüz bilimin aydınlatmadığı, her yönüyle çok büyük, çok kuvvetli ve çok yırtıcı bir hayvana ait. Hâlâ inanmıyor musun?”

“En azından çok ilgimi çekti diyelim.”

“O zaman senden hâlâ umudumuz var demektir. Bana kalırsa içinde bir yerlerde bir merak var, eh, biz de sabırla bunun etrafında bir dolaşalım bakalım. Şimdilik, ölen Amerikalıyı unutup benim hikâyeme devam edelim. Tahmin edebileceğin gibi bu meseleyi derinlemesine incelemeden Amazon’dan geri dönmem çok zordu. Üstelik ölen gezginin ne taraftan geldiğine dair izler de vardı. En azından yerli efsaneleri bana yol gösterebilirdi. Çünkü bazı söylentilerin bütün nehir kabileleri arasında ortak olarak anlatılageldiğini keşfetmiştim. Garip bir bölgeden bahsediliyordu. Curupuri’yi duymuşsundur mutlaka?”

“Hiç duymadım.”

“Curupuri, ormanın ruhudur; korkunç bir şey, kötü, sakınılması gereken bir varlık. Kimse onun şeklini şemailini tarif edemez veya gerçek kimliğini bilmez fakat bu kelimenin söylenmesi bile yerlilerin yüreğine müthiş bir korku indirmeye yeterlidir. Bütün kabileler, Curupuri’nin hangi tarafta yaşadığında hemfikirdi. Amerikalının geldiği yöndü bu. Orada korkunç bir şey vardı ve bunun ne olduğunu bulmak da benim görevimdi.”

“Ne yaptınız?”

Bütün alaycı tavırlarım kaybolmuştu artık. Bu koca adam, insanın dikkatini ve saygısını celbediyordu.

“Yerlilerin aşırı isteksizliklerinin üstesinden geldim. Bu öyle bir isteksizlikti ki konu hakkında konuşmak bile onları tedirgin ediyordu. Bazen makul bir şekilde ikna ederek bazen hediye vererek ve kabul etmeliyim ki biraz da zora başvurarak, bunlardan ikisine rehberlik yaptırttım. Anlatması gereksiz bir sürü maceradan sonra, şimdilik gizli tuttuğum bir yöne doğru hareket ederek, sonunda benden önceki Amerikalının dışında kimsenin ayak basmadığı, şimdiye kadar hiç bahsedilmeyen bir bölgeye ulaştık. Lütfen şuna bir bakar mısın?”

Bana bir fotoğraf uzattı, yarım tabaka boyutundaydı bu.

“Yetersiz görünümünün nedeni, nehirden aşağı yolculuk sırasında kanonun çalkalanması ve banyo edilmemiş filmin içinde bulunduğu kutunun kırılmış olması. Neredeyse bütün film mahvoldu, telafisi imkânsız bir kayıp. Bu, kısmen kurtarabildiğim birkaç filmden biri; filmin yetersizliği ve anormalliği üzerine yaptığım açıklamayı lütfen kabul et. Bazı sahtecilik söylentileri oldu. Böyle bir şeyi tartışmayı canım hiç istemiyor.”

Fotoğraf hakikaten de oldukça bulanıktı. Kaba bir eleştirmen, bu loş yüzeyi pekâlâ yanlış değerlendirebilirdi. Sönük, renksiz bir manzara resmiydi bu ve yavaş yavaş detaylarını kavradıkça bunun, ön planda ağaçlarla kaplı bir ova olan, uzaktan bakıldığında aynı kocaman bir şelaleye benzeyen, uzun ve çok yüksek falezleri temsil ettiğini anlayabildim.

“Herhâlde bu, resmi çizilen yerle aynı.” dedim.

“Aynı yer.” diye cevapladı profesör. “Adamın kamp yerinin izlerini buldum. Şimdi şuna bir bak.”

Aynı yerin daha yakın plandan bir çekimiydi bu fakat resim büsbütün zedelenmişti. Üzeri ağaçla taçlanmış sarp kayalıktan ayrılmış kaya parçasını belirgin olarak seçebiliyordum.

“Hiçbir şüphem kalmadı.” dedim.

“Eh, bunu kazanç hanesine yazabiliriz.” dedi. “İlerlemeye başladık, değil mi? Şimdi lütfen şu kayalık zirvenin tepesine bakar mısın? Bir şey görebiliyor musun orada?”

“Kocaman bir ağaç.”

“Peki, ağacın üzerinde?”

“Büyük bir kuş.” dedim.

Bana bir büyüteç uzattı.

“Evet.” dedim büyüteçten bakarak. “Büyük bir kuş, ağacın üzerinde duruyor. Epey de azametli bir gagası varmış gibi gözüküyor. Bence bir pelikan bu.”

“Görüşünün keskinliğini pek övemeyeceğim.” dedi profesör. “Pelikan değil, aslına bakılırsa kuş da değil o. Belki de bu söz konusu örneği vurmayı başardığımı söylersem ilgini çeker. Bu, yaşadığım deneyimi mutlak bir şekilde ispat edebilecek, yanımda getirebildiğim tek delildi.”

“O hâlde hâlâ buna sahipsiniz?”

“Sahiptim. Ne yazık ki bir sürü başka şeyle birlikte, fotoğraflarımı telef eden bot kazasında kaybolup gitti. Girdapların arasında dönerek kaybolurken yakalayınca kanadının bir kısmı elimde kaldı. Karaya sürüklendiğimde öfkeden deliriyordum ama yine de şahane örneğimin kalan sefil parçası hâlâ bütün olarak duruyordu; şimdi bunu sana göstereceğim.”

Bir çekmeceden, büyük bir yarasa kanadının üst kısmına benzer bir şey çıkarttı. En az altmış santim uzunluğunda, altında zar gibi bir perde olan, kavisli bir kemik…

“Dev bir yarasa!” diye tahminde bulundum.

“Alakası bile yok.” dedi profesör haşince. “Bilimsel ve eğitimli insanların olduğu bir ortamda bulunmaya alıştığımdan olacak ki zoolojinin temel prensiplerinin bile bu derece az bilinmesini anlamakta güçlük çekiyorum doğrusu. Herhâlde karşılaştırmalı anatomide ilk basamak olan şu gerçeği de bilmiyorsundur: Bir kuşun kanadı, aslında kuşun ön koludur. Buna mukabil bir yarasa kanadı ise aralarında zar olan, ince, uzun üç parmaktan oluşmuştur. Bu vakadaki kemiğin ön kol olmadığı kesin. Senin de gördüğün gibi bu tek parça zar, tek bir kemik üzerinde asılmış; dolayısıyla bir yarasaya da ait olamaz. Peki kuş veya yarasa değilse ne olabilir bu?”

Zaten az olan bilgi dağarcığım tükenmişti.

“Gerçekten bilemiyorum.” dedim.

Daha önce yardımına başvurduğumuz standart çalışma kitabını açtı.

“İşte!” dedi, parmağıyla olağanüstü bir uçan canavarı işaret ederek, “Jura Dönemi’ne ait uçan bir sürüngen olan dimorphodon veya pterodactyl’in mükemmel bir kopyası. Diğer sayfada kanat mekanizmasının bir çizimi var. Lütfen bunu elindeki örnekle bir karşılaştırıver.”

Şekle bakarken bir hayret dalgası sarmıştı beni âdeta. Artık kesinkes inanmıştım. Gerçeklerden kaçmak gereksizdi. Üst üste gelen deliller eziciydi. Resim, fotoğraflar, hikâye ve şimdi de bu örnek. Bütün deliller tamamdı. Bunu söyledim, hem de büyük bir içtenlikle, çünkü bana göre profesör yanlış anlaşılmış bir adamdı. Yarı kapalı göz kapakları ve onaylayan bir gülümsemeyle sandalyesinde arkasına yaslandı. Sanki aniden çıkan güneş altında keyifle güneşlenirmiş gibi bir havaya bürünmüştü.

“Bu, şimdiye kadar duyduğum, dünyadaki en büyük olay!” dedim.

Ancak bu, bilimsel görüşümden ziyade gazetecilik açısından duyduğum heyecandı.

“Muazzam bir şey bu. Siz, kayıp bir dünyayı keşfeden bir bilim dehasısınız. Eğer şüphe ediyor gibi gözüktüysem gerçekten çok özür dilerim. Böyle bir şeyi düşünebilmek imkânsızdı. Ama iyi bir delil gördüm mü bundan anlarım ve bence bu, herkes için geçerli olmalı.”

Profesör, bir kedi gibi zevkle mırıldandı.

“Peki, sonra, sonra ne yaptınız efendim?”

“Yağış mevsimiydi, Bay Malone ve azığım da tükenmişti. Bu koca uçurumun bazı bölgelerine keşif gezisi yaptım fakat buraları ölçekleyebilmenin bir yolunu bulamadım. Pterodactyl’i gördüğüm ve vurduğum yerdeki piramit şekilli kaya keşfe biraz daha elverişliydi. Biraz dağcılık yanım olduğundan, bunun yarısına kadar tırmanmayı becerebildim. Ulaştığım yükseklikten, tepedeki platonun görünümüne dair daha iyi bir izlenim elde etmiştim. Çok genişti; yeşillikle kaplanmış uçurumların ne doğuya ne de batıya doğru sonu görünüyordu. Aşağısı bataklık ve ormanlık bir alandı, yani çepeçevre yılanlar, böcekler ve humma. Burası, bu tuhaf bölgeye doğal bir koruma bariyeri oluşturmuştu.”

“Başka hayat belirtisi görebildiniz mi?”

“Hayır, göremedim fakat uçurumun eteğinde kamp kurduğumuz bir hafta boyunca yukarıdan gelen çok garip sesler duyduk.”

“Ama ya Amerikalının çizdiği yaratık? Bunu nasıl açıklıyorsunuz?”

“Ancak onun zirveye eriştiğini ve bu hayvanı yukarıda gördüğünü varsayabiliriz. Bu yüzden biliyoruz ki yukarıya giden bir yol var. Aynı zamanda bunun çok zorlu bir yol olduğunu da tahmin edebiliyoruz. Aksi hâlde yaratıklar aşağıya inerek yakın bölgeye yayılmış olacaklardı. Herhâlde bu yeteri kadar açık, değil mi?”

 

“Ama orada var olmalarını nasıl izah edeceğiz?”

“Tahminime göre bu o kadar da çetrefilli bir problem değil.” dedi profesör. “Ancak bir tek açıklama olabilir. Güney Amerika, senin de duymuş olabileceğin gibi, granit bir kıta. İçerilerdeki bu bölgede, çok uzun bir dönem önce, ani bir volkanik hareketlenme meydana gelmiş olmalı. Bu uçurumların bazalt yapısına dikkatini çekerim; dolayısıyla bunlar plutonik. Muhtemelen Sussex kenti büyüklüğünde bir bölge, içindeki bütün canlılarla birlikte blok hâlinde yükselerek, çevresindeki dikey uçurumlar sayesinde kıtanın geri kalan kısmını etkileyen erozyona karşı doğal bir barikat oluşturdu. Peki, sonuç? Tabii ki doğal yaşam koşulları olduğu gibi korundu. Hayatta kalma mücadelesini etkileyen çeşitli faktörler nötralize edildi veya değiştirilmiş oldu. Böylece, belki de aksi hâlde nesli tükenecek yaratıklar, yaşamaya devam ettiler. Farkına varacağın gibi pterodactyl ve stegosaurus, Jura Dönemi’nin canlıları, yani yaşam döngüsünün çok önemli bir çağına aitler. Bu pek garip tesadüfi şartlar altında hayatta kalmışlar.”

“Ama deliliniz gayet inandırıcı. Yapmanız gereken, sadece bunu ehliyetli otoriteler önünde sergilemeniz olsa gerek.”

“Ben de basit olarak böyle düşünmüştüm.” dedi profesör acı acı. “Ancak söylemeliyim ki sonuç hiç de öyle olmadı. Her seferinde kısmen aptallıktan doğan kısmen de kıskançlıktan gelen bir inanmazlıkla karşılaştım. Ama benim yapımda, hiç kimseye yaltaklanmak yoktur bayım veya sözümden şüphe edildi diye kanıtlar aramak. İlk ataktan sonra elimde kanıt olabilecek hiçbir şeyi göstermeye tenezzül etmedim. Bu konu benim için artık nefret verici bir olay hâline gelmişti. Hakkında konuşmak istemiyordum. Senin gibi, halkın aptalca merakını temsil eden adamlar mahremiyet haklarıma tecavüz ettiğinde onlara karşı gerekli ağırbaşlılığı gösteremedim. Kabul ediyorum ki yapı itibarıyla çok ateşliyim ve kışkırtıldığımda şiddete başvurma eğilimim var. Korkarım, bunu sen de gözlemledin.”

Sessizce gözümü ovuşturdum.

“Karım, bu konuda benimle daima tartışma hâlinde kalmıştır, ancak bence her onurlu adam, benim gibi hissederdi. Yine de bu gece, iradenin duyguları nasıl kontrol edebileceğine dair uç bir örnek vermeyi tasarlıyorum. Seni sergiye davet ediyorum.”

Masasından bir kart uzattı.

“Gördüğün gibi popüler bir üne sahip olan Doğa Bilimci Bay Percival Waldron’ın da saat 08.30’da Zooloji Enstitüsü Salonu’nda ‘Çağların Kaydı’ adlı bir konferans vereceği ilan edilmiş. Konuşmacıya teşekkür etmek için özellikle ben de kürsüye davet edildim. Bunu yaparken de büyük bir dikkat ve incelikle dinleyicilerin ilgisini çekecek ve belki de mesele hakkında daha derinlemesine düşünmelerini sağlayacak birkaç söz atacağım ortaya. Kışkırtıcı değil tabii, anlıyorsun ya yalnızca bu işin daha derin olduğuna ilişkin sözler olacak bunlar. Mümkün olduğunca kendimi dizginleyeceğim, bakalım bu yöntem bana daha verimli bir sonuç getirebilecek mi?”

“Ve ben de gelebilirim demek?” diye hevesle sordum.

“Elbette!” diye cevapladı içtenlikle.

Arkadaş canlısı olduğunda da en az saldırgan olduğu kadar muazzam bir samimiyete sahipti. Yüzündeki iyilik timsali tebessüm harikulade bir şeydi, yarı açık yarı kapalı gözleriyle siyah sakalı arasında kalan yanakları sanki iki kırmızı elmaya dönüşüyordu böyle güldüğü zaman.

“Gel tabii! Her ne kadar yetersiz ve konu hakkında cahil olsa da dinleyiciler arasında bir destekçimin olması beni rahatlatır. Bana öyle geliyor ki Waldron için epey bir kalabalık gelecek; tepeden tırnağa bir şarlatan olmasına rağmen hayli tutkulu bir taraftar kitlesine sahiptir. Şimdi Bay Malone, sana planladığımdan çok daha fazla zaman ayırmış bulunmaktayım. Dünyaya mal olmuş bilgiyi bireylerin tekeline bırakmak doğru değil. Seni bu akşamki konferansta görmekten mutluluk duyacağım. Bu arada, sana gösterdiğim materyalin hiçbir şekilde basına aksettirilmemesi gerekliliğini anlıyorsun, tabii…”

“Fakat Bay McArdle -haber editörüm, biliyorsunuz- ne yaptığımı bilmek isteyecektir.”

“Ne istersen söyle ona. Bu arada, eğer başka birini casusluk için gönderirse onu kamçıyla karşılayacağımı da söyleyebilirsin. Her neyse bunun basında çıkmaması işini sana bırakıyorum. Çok güzel. O hâlde saat 08.00’de Zooloji Enstitüsü Salonu’nda görüşmek üzere.”

Beni kapıdan geçirirken edindiğim son izlenim, kırmızı yanakları, mavi siyah dalgalı sakalı ve tahammülsüz gözleri olmuştu.

5. BÖLÜM
“Soru!”

Profesör Challenger’la yaptığımız birinci görüşmenin fiziksel, ikincisinin ise zihinsel şokuyla kendimi bir kez daha Enmore Park’ta bulduğumda, iyice bitkinleşmiş bir gazeteciydim artık. Ağrıyan kafamda nabız gibi atan bir düşünce varsa o da bu adamın hikâyesinde bir gerçeklik olduğuydu. Bu olağanüstü bir şeydi ve bir şekilde gazetede yayımlama iznini aldığımda inanılmaz bir haber oluşturacaktı. Yolun sonunda bekleyen bir taksiye atladığım gibi çabucak ofise döndüm. McArdle her zamanki gibi görevi başındaydı.

“Ee!”diye bağırdı hevesle. “Bir iş çıkacak mı? Delikanlı, bana öyle geliyor ki sen boğuşmuşsun. Sakın adamın sana saldırdığını söyleme bana!”

“Başlangıçta pek anlaşamadık.”

“Nasıl biri olduğunu bilirim ben onun! Ne yaptın?”

“Eh, bir müddet sonra sakinleşti ve bir az sohbet ettik. Ama hiçbir şey alamadım ondan; yani yayımlamak için hiçbir şey.”

“Ben bundan pek emin değilim. Ondan bir mor göz almışsın ve bu da yayımlanmaya değer. Bay Malone, bu şiddete göz yumamayız. Bu adama haddini bildirmeliyiz. Yarın onun hakkında bir başmakale hazırlayacağım, bu biraz yankı getirecektir. Sen yeter ki bana hikâyeni ver, bu adamı sonsuza dek damgalayacağım. ‘Profesör Munchausen’ nasıl, iç başlık için iyi mi? Sir John Mandeville -Cagliostro- tarihteki bütün üçkâğıtçılar ve zorbalar! Onun nasıl bir sahtekâr olduğunu ortaya çıkaracağım.”

“Sizin yerinizde olsam bunu yapmazdım efendim.”

“Nedenmiş o?”

“Çünkü hiç de sahtekâr biri değil o.”

“Ne!” diye gürledi McArdle, “Yani sen şimdi bütün bu mamut, mastodon4 ve büyük deniz ejderhası hikâyelerine inandığını mı söylüyorsun?”

“Bunları bilemem. Zaten onun da böyle şeyler iddia ettiğini zannetmiyorum. Ama yeni bir şeyler bulduğu kesin.”

“O zaman yaz da görelim şunu, Tanrı aşkına!”

“Bunu ben de çok istiyorum. Ancak bütün bildiklerimi, bana yazmamam koşuluyla anlattı.”

Profesörün hikâyesini birkaç cümleye sıkıştırarak anlattım.

“İşte böyle.”

McArdle’ın yüzünde derin bir inanmazlık ifadesi vardı.

“Pekâlâ, Bay Malone.” dedi sonunda. “Bu geceki şu bilimsel toplantıya gelelim, bu konuda bir gizlilik olamaz nasılsa. Bunu hiçbir gazetenin yazacağını sanmıyorum. Çünkü zaten Bay Waldron hakkında bir düzine yazı yazıldı. Üstelik kimsenin de Challenger’ın konuşacağından haberi yok. Eğer şansımız yaver giderse bu işin kaymağını yiyebiliriz. Sen nasıl olsa orada olacağına göre, bize tam takım bir rapor hazırlarsın. Gece yarısına kadar gazetede boş bir yeri hazır tutacağım.”

Günüm çok dolu geçmişti. Akşam da Savage Kulüpte Tarp Henry’yle erken saatte bir yemek yiyerek, ona yaşadığım maceranın bir kısmını anlattım. Avurtları içine çökmüş zayıf yüzünde kuşkucu bir ifadeyle beni dinlemiş, profesörün beni ikna ettiğini öğrendiği zaman gürültülü bir kahkaha koyvermişti.

“Sevgili dostum, gerçek hayatta böyle şeyler olmaz. İnsan rastgele büyük bir keşifle karşılaşıp sonra da elindeki delilleri kaybetmez. Sen bunu roman yazarlarına bırak. Bu adam bir tilki gibi kurnaz ve hilekârdır. Hepsi palavra bunların!”

“Peki, ya Amerikalı şair?”

“Hiçbir zaman var olmadı.”

“Resim defterini gördüm onun.”

“Challenger’ın defteriydi o.”

“O hayvanı onun çizdiğini mi söylüyorsun?”

“Tabii ki o çizdi, başka kim olabilir?”

“Ya fotoğraflar?”

“Fotoğraflarda hiçbir şey yoktu. Kendin de kabul ettiğin gibi, sadece bir kuş gördün.”

“Bir pterodactyl.

“Bunu söyleyen o. Pterodactyl’i kafana o soktu.”

“Peki, ya kemikler?”

“Birincisi, bir İrlanda yahnisinden çıkma. İkincisi de o günkü temsil için sahneye konuldu. Eğer kafan çalışıyorsa ve ne yaptığını biliyorsan bir kemiği de aynı bir fotoğraf gibi kolayca taklit edebilirsin.”

Kendimi huzursuz hissetmeye başlamıştım. Belki de biraz çabuk teslim olmuştum profesöre. Sonra birden, aklıma sevindirici bir fikir geldi.

“Toplantıya gelecek misin?” diye sordum.

Tarp Henry düşünceli gözüküyordu.

“Pek sevilen birisi değil şu bizim cana yakın Challenger’ımız. Bir sürü insanın onunla görülecek hesabı var. Diyebilirim ki şu anda Londra’nın en nefret edilen adamı. Eğer tıp öğrencileri çıkagelirse sonu gelmez bir kargaşa yaşanacaktır. Bu hengâmeye bulaşmak istemiyorum.”

“En azından tezini kendi ağzından dinlemekle ona hakkını vermiş olacaksın.”

“Eh, belki de doğrusu bu. Pekâlâ, akşama seninleyim.”

Salona vardığımızda beklediğimizden çok daha büyük bir kalabalıkla karşılaşmıştık. Bir dizi taşıt, beyaz sakallı profesörlerden oluşan kargosunu boşaltırken, kemerli girişin altında toplanmış mütevazı yayaların oluşturduğu siyah hat, bu geceki dinleyici kitlesinin, bilim dünyasından olduğu kadar halkın içinden kişilerden oluştuğunu da gösteriyordu. Gerçekten de koltuklarımıza oturur oturmaz, galeride ve salonun arka kısımlarında genç hatta çocuksu bir havanın hâkim olduğunun farkına varmıştık. Arkama baktığımda sıra sıra oturmuş tıp talebelerinin bildik tiplerini görebiliyordum. Anlaşıldığı kadarıyla bütün büyük hastaneler kendi kontenjanlarını göndermişlerdi. Dinleyicilerin davranışları şimdilik neşeli fakat yaramazcaydı. Popüler parçalardan alıntılar, büyük bir neşeyle koro hâlinde söyleniyordu, ki böyle bilimsel bir konferansa başlangıç olarak biraz tuhaf kaçmıştı. Genel olarak şakalaşmaya olan eğilim, her ne kadar bunların hedefi olmanın şüphe götürür onurunu taşıyan profesörler için utandırıcı olsa da diğerleri için akşamın eğlenceli geçeceğine işaretti.

Bu yüzden yaşlı Doktor Meldrum, meşhur kıvrık uçlu opera şapkasıyla kürsüye çıktığında, “Nereden buldun o tuğlayı?” diye bir uğultu kopunca alelacele çıkararak onu el çabukluğuyla sandalyesinin altına saklamıştı. Gut hastası Profesör Wadley aksayarak koltuğuna yönelirken, salonun her köşesinden ayak parmağının nasıl olduğuna dair duygulu konuşmaların yayılması, adamcağızı hâliyle utandırmıştı. Bununla beraber en büyük gösteri, yeni tanışmış olduğum Profesör Challenger’ın girişten geçerek ön sıradaki koltukların en uç köşesindeki yerine yerleşmesiyle kopmuştu. Siyah sakalı köşeden gözükünce öyle bir hoş geldin hengâmesi patlamıştı ki Tarp Henry’nin burada toplanan kalabalığın sadece konferans için değil, ortalıkta dolanıp duran Profesör Challenger’ın da bu toplantıda yer alacağına dair söylentiler nedeniyle olduğu düşüncesinden ben de şüphe etmeye başlamıştım.

Profesörün salona girişi esnasında ön saflardaki iyi giyimli seyircilerden destekleyici gülüşmeler gelmişti. Sanki öğrencilerin o sırada yaptığı gösteriye onlar da katılıyor gibiydiler. Karşılama gerçekten de müthiş bir uğultu meydana getirmişti. Sanki etobur canlılar kafesindeki hayvanların, elinde kovayla ilerleyen bakıcının uzaktan yaklaşan adım seslerini duyması sırasında çıkardığı gürültüye benziyordu bu. Gürültünün tehditkâr bir havası vardı belki ama ben bunu daha çok olağan bir kalabalığın çıkardığı bir uğultu gibi görmüş; sevilmeyen veya kızılan birine değil de ilgi duyulan veya eğlendirici birine karşı sahneye konan gürültülü bir hoş geldin gösterisi olarak değerlendirmiştim aslında. Challenger, sanki havlayıp duran köpek yavrularını karşılayan nazik bir centilmen edasıyla, ölçülü ve küçük görür bir havayla gülümsemişti. Yavaşça oturarak göğsündeki nefesi dışarı verdikten sonra, elini sakalının üzerinde okşarcasına gezdirdi ve yarı açık yarı kapalı göz kapaklarının ardındaki kibirli gözleriyle, etrafını saran kalabalığa bir göz gezdirdi. Başkan Profesör Ronald Murray ve konferansçı Bay Waldron öne doğru ilerlerken, Challenger’ın salona girişi üzerine koparılan fırtına henüz dinmemişti bile. Sonunda oturum başladı.

Profesör Murray’nin çoğunlukla İngilizlerin muzdarip olduğu “duyulamama” kusuruna sahip olduğunu söylersem eminim kendisi beni affedecektir. Söyleyecek şeyleri duyulmaya layık olan insanların, bunları işitilir hâle getirmeyi öğrenmek için nasıl olup da en ufak bir çaba bile göstermedikleri, doğrusu çağımızın en garip bilinmezlerinden biri olsa gerek. Böyle insanların metodu, daha çok, kaynaktan aldıkları değerli cevheri iletken olmayan bir boru yoluyla depoya aktarmaya benziyor, ki aslında bu boru çok ufak bir gayretle açılabilir. Böylece Profesör Murray, kendi beyaz kravatıyla masadaki su sürahisine ve sağ tarafında muzipçe parıldayan gümüş şamdana birkaç derin anlamlı söz ettikten sonra yerine oturdu. Arkasından Bay Waldron, meşhur popüler konuşmacı, genel bir alkış tufanı ortasında kürsüye yöneldi. Bay Waldron, zayıf, haşin bir adamdı. Cırtlak bir sese ve saldırgan tavırlara sahipti. Ancak bununla beraber, başkalarının fikirlerini anlatmada bir ustalığa ve bunları sokaktaki adamın anlayabileceği bir dile çevirebilme hatta ilginç bir hâle sokma yeteneğine sahipti. En olmadık konular bile onun ağzında komik bir hâle gelebiliyor ve böylece Ay-Güneş Tutulması süreci veya omurgalıların oluşumu gibi konular, onun ele alışıyla mizahi bir havaya bürünebiliyordu.

 

Bilimin yorumladığı yaratılış gerçeğini gözlerimizin önüne kuş bakışı bir açıdan sunmuştu ve kullandığı dil her zaman yalın, bazen de resimseldi. Bize Dünya’yı; alevleri göklere yükselen, muazzam, yanıcı gaz kütlesini anlattı. Sonra katılaşmayı, soğumayı, dağları oluşturan büzüşmeyi, suya dönüşen buharı ve açıklanamayan hayat kavramının sahneye konulacağı platformun yavaş yavaş hazırlanmasını tasvir etti. Hayatın kaynağı hakkında gizli bir belirsizlik sergiliyordu. Hayatı meydana getiren mikroorganizmaların ilk plandaki kavurucu sıcaklığa dayanmalarına imkân olmadığından oldukça emindi. O hâlde yaşam daha sonra oluşmuştu. Veya yerkürenin soğuyan inorganik elementlerinden mi var etmişti kendisini? Büyük bir olasılıkla evet. Bu yapı taşları, dışarıdan, bir meteorun üzerinde mi gelmişti? Gerçek olması çok zor bir savdı bu. Genelde en bilge kişi, konu hakkında en az dogmatik görüşe sahip olan kişiydi. İnorganik maddelerden yaşam elde edemiyorduk veya en azından şimdiye kadarki laboratuvar denemeleri bunu göstermişti. Yaşamla ölüm arasındaki açıklığı birleştirebilecek bir köprüye, kimya bilgimiz henüz sahip değildi. Ancak doğanın kimyası daha yüksek, daha inceydi ve çağlar boyunca süregelen muhteşem etkileşimlerle, pekâlâ bizim anlayacağımız sonuçları üretebilirdi. Mesele şimdilik burada bırakılmalıydı.

Konuşmacı, konuyu böylece büyük hayvan merdivenine getirmişti. Ta en altta yumuşakçalar ve zayıf deniz yaratıklarından başlayarak, basamak basamak sürüngenlere, balıklara ve sonunda da bütün memelilerin -ve bu bağlamda salondaki bütün dinleyicilerin de- doğrudan atası sayılabilecek, yavrularını canlı olarak doğuran kanguru faresine kadar anlattı (“Hayır! Hayır!” dedi arka sıralardan bir öğrenci.). O, “Hayır, hayır!” diye bağıran, kırmızı kravatlı, genç delikanlı, ki herhâlde bir yumurtadan çıktığını iddia ediyordu, konferanstan sonra kendisini bekler miydi acaba, zira böyle bir garabeti görmekten büyük memnunluk duyacaktı (kahkahalar). Tabiatın çağlar süren deviniminin sonucunun bu kırmızı kravatlı delikanlı olmasını düşünmek çok garipti. Fakat süreç durmuş muydu? Bu kişi, türünün kesinlikle son örneği miydi, gelişim sürecinin sonu muydu? Bu delikanlı, kişisel hayatında ne gibi erdemlere sahip olursa olsun, kendisinin gelişimiyle muazzam evrim sürecinin hakkının verilmiş olamayacağını belirtmekle, delikanlının duygularını incitmemiş olacağını umuyordu. Evrim, durağan bir güç değil, devamlılığı olan bir süreçti ve bizi bekleyen daha nice büyük gelişmeler vardı.

Böylece kıs kıs gülüşler arasında, müdahale eden şahsı bir güzel benzettikten sonra, konuşması tekrar geçmişin manzarasına dönmüştü. Denizlerin kuruması, sahillerin ortaya çıkışı, zengin bir hayat tabakasına sahip göllerin kıyısındaki durağan, vahşi yaşam; deniz yaratıklarının balçık kıyılarda gizlenme eğilimi, onları bekleyen bol yiyecek kaynakları ve akabinde muazzam gelişmeleri.

“İşte bugün Wealden veya Solenhofen arduvazlarında gördüğümüz zaman bizi hâlâ korkutan büyük kertenkeleler bayanlar, baylar…” diye ekledi, “Fakat şanslıyız ki insan türü, gezegenimizde varlığını ortaya çıkarmazdan çok önce bunların nesli tükenmişti.”

“Soru!” diye bir ses gürledi platformdan.

Bay Waldron, müdahale ettiği için perişan ettiği kırmızı kravatlı şahıs örneğinde görüldüğü gibi, Tanrı vergisi keskin bir zekâya sahip, çok disiplinli bir konuşmacıydı. Ancak bu çıkış, ona öyle gülünç gelmişti ki bununla nasıl başa çıkacağını kavrayamamıştı. Çürük fikirli bir Bacon taraftarının, bir Şekspiryene saldırısı gibiydi bu veya bir gök bilimcisinin “Dünya düzdür.” diyen bir fanatiğin tacizine uğraması gibi bir şey. Bir müddet duraladıktan sonra sesini daha da yükselterek kelimeleri yavaş yavaş tekrarladı:

“İnsan oluşmadan önce nesilleri tükenmişti.”

“Soru!” diye gürledi ses bir kez daha.

Waldron şaşkınlıkla, platformda sıralanmış profesörlere göz atarken sonunda sandalyesinde arkaya yaslanmış ve sanki uykusunda gülümsüyormuş gibi keyifli bir ifadeyle gözlerini kapatmış olan Profesör Challenger’ı gördü.

“Ah, evet!” dedi bir omuz silkerek. “Dostumuz Profesör Challenger!”

Sonra da sanki bu son açıklama daha başka bir şey söylemeye gerek bırakmıyor dermişçesine, gülüşmeler arasında konuşmasını yeniden başlatmıştı.

Ancak olay, kapanmanın çok ötesindeydi. Konuşmacı, geçmişin hangi dönemecine saparsa sapsın, yolu dönüp dolaşıp yine neslin tükenmesine veya tarih öncesi devirlere geliyor ve bu da Profesör Challenger’dan aynı öküz böğürtüsü gibi sesin anında yükselmesine neden oluyordu. Seyirciler de artık bunu beklemeye başlamışlardı ve ses çıktığı anda onlar da coşkuyla gürlüyordu. Kalabalık öğrenci safları da olaya katılmıştı; öyle ki profesörün sakalı aralanıp ağzı her açıldığında, o daha hiçbir ses çıkarmaya fırsat bulamadan yüzlerce ses “Soru!” diye haykırıyor ve karşılığında da aynı sayıdaki seslerden “Kendinize gelin!”, “Rezalet!” nidaları yükseliyordu. Waldron, deneyimli bir konuşmacı ve sıkı bir adam olmasına rağmen sarsılmıştı. Duraklamaya, kekelemeye, kendi kendini tekrarlamaya başladıktan sonra, sonunda uzun bir cümlede takılıp kaldı ve hiddetle sıkıntılarının kaynağına döndü.

“Bu kadarı fazla artık!” diye öfkeyle haykırdı, platforma ateş saçan gözlerini dikerek. “Sizden bu cahilce ve kaba müdahalelerinizi durdurmanızı istemek zorundayım, Profesör Challenger.”

Şimdi salon suspus olmuş ve öğrenciler, Olimpos’taki büyük ilahların birbirleriyle kapışmalarını izlerken zevkle koltuklarına mıhlanmışlardı. Challenger, cüsseli bedenini yavaşça koltuğundan kaldırdı.

“Ben de buna karşılık sizden, bilimsel gerçeklerle uyuşmayan varsayımlarınızı sona erdirmenizi istemek durumundayım Bay Waldron.”

Sözcükler, bir kasırgayı serbest bırakmıştı. Küfürlerin ve eğlenceli bağırtıların arasından “Ayıp! Rezalet!”, “Bırakın konuşsun!”, “İhtar verin!”, “Dışarı çıkartın şunu!”, “Atın bu adamı platformdan dışarı!”, “Haklı!” nidaları yükseliyordu. Başkan ayağa kalkmış ellerini çırparken, heyecanla bir koyun gibi meleyerek:

“Profesör Challenger… kişisel… görüşler… daha sonra…” diyebilmişti ancak güçlükle duyulabilen sesinin en tepe noktalarında.

Müdahaleci, öne doğru eğilip selam verdikten sonra gülümseyerek sakalını okşamış ve tekrar koltuğuna çökmüştü. Waldron kızarmış, bozarmış ve savaşçı bir tavırla görüşlerini sunmaya devam etmişti. Arada sırada bir fikir öne sürdüğü zaman, yüzünde hâlâ aynı geniş ve mutlu gülümsemeyle derin bir uykuya dalmış gibi görünen rakibine zehirli bakışlar fırlatıyordu.

Sonunda konuşma bitti… Bana kalırsa bu biraz erkenceydi çünkü söylevin sonu biraz aceleye getirilmiş ve konu dağılmıştı. Konunun akışı kabaca kesilmişti ve seyirciler de huzursuz ve beklentili bir havaya girmişlerdi. Waldron yerine oturdu ve başkanın birkaç lakırdısından sonra Profesör Challenger ayağa kalkarak platformun köşesine doğru yürüdü.

Gazetenin ilgisi nedeniyle konuşmasını kelimesi kelimesine kaydettim.

“Bayanlar, baylar!” diye başladı konuşmasına arka sıralarda devam eden bir şamata arasında.

“Affedersiniz. Bayanlar, baylar ve çocuklar, demeliydim. Buradaki seyircilerin büyük bir bölümünü atladığım için özür dilemeliyim. (Profesör kürsüde havada tuttuğu bir eli ve anlayışlı bir ifadeyle salladığı kocaman kafasıyla, sanki Papa Hazretleri’nin kalabalığı kutsayışını taklit ediyordu ve ortalık iyice kıyamet yerine dönmüştü.) Az önce dinlediğimiz zengin ve hayal gücü açısından kuvvetli konuşması için Bay Waldron’a bir teşekkür oyu vermek için seçilmiş bulunuyorum. İçeriğinde katılmadığım noktalar var ki dile getirildiğinde bunlara dikkat çekmek görevimdi. Ancak her şeye rağmen Bay Waldron, gezegenimizin tarihi olduğuna inandığı olaylar dizisini basit ve ilginç bir şekilde anlatma amacını gayet güzel yerine getirdi. Popüler konuşmalar, dinlemesi en kolay olanlardır ama Bay Waldron (Burada Waldron’a bakarak göz kırptı.), bu tip konuşmaların zorunlu olarak hem yüzeysel hem de yanılgıya düşürücü olduğunu söylersem beni affedecektir mutlaka. Çünkü bu şekil konuşmalar, cahil dinleyicilerin anlayış seviyesine indirgenmek zorundadır. (ironik alkışlamalar). Popüler konuşmacıların doğasında asalaklık vardır (Bay Waldron’dan kızgın protesto hareketleri) Bunlar, para veya şöhret için fakir ve tanınmamış kardeşlerinin ortaya koyduğu işleri istismar ederler. Hâlbuki laboratuvarlarda elde edilen en ufak bir gerçek, bilim tapınağına konulan bir tuğlacık bile, ikinci el bilgilerin şov yapıldığı fakat geride faydalı hiçbir şey bırakmayan nafile bir saatten çok daha değerlidir. Bu belli görüşleri ortaya koymamın sebebi, özellikle Bay Waldron’ı küçük düşürmek arzusundan değil, ancak sizlerin dikkatinizin dağılıp kilisenin ayak işlerine bakan muavinle başpapazı karıştırmanızı önlemek içindir. (Bu noktada Bay Waldron, başkana bir şeyler fısıldayınca, başkan yarı kalkarak önündeki sürahiye haşince söylendi.) Fakat bu kadarı yeterli! (Şiddetli ve uzun süren alkışlamalar). Şimdi daha ilginç bir konuya geleyim. Orijinal bir araştırmacı olarak konuşmacımızın özellikle hangi konuda doğruluğunu sorguladım? Bazı tip hayvanların hayatının yeryüzündeki sürekliliği konusunda. Bu konu hakkında, amatör biri veya popüler bir konferansçı olarak değil, bilimsel vicdanı kendisini gerçeklere sıkı sıkıya bağlı olarak hareket etmeye zorlayan birisi olarak konuşuyorum. Evet, Bay Waldron varsayımında çok yanılmakta. Çünkü kendisi, tarih öncesi diye adlandırılan hiçbir hayvan görmedi ve bu yüzden de bunların neslinin ona göre tükenmiş olması lazım. Kendisinin de belirttiği gibi onlar gerçekten bizim atalarımız, ancak eğer tabir yerindeyse çağdaş atalarımız; zira yuvalarını araştırmak için yeterli çaba gösterilir ve enerji harcanırsa bu korkunç görünümlü müthiş hayvanlar hâlâ bulunabilir. Jura Dönemi’ne ait olduğu düşünülen yaratıklar, en büyük ve en yırtıcı memelilerimizi bir çırpıda avlayıp yutabilecek canavarlar, hâlâ yaşıyor. (‘Saçmalık!’, ‘İspatla!’, ‘Sen nereden biliyorsun?’, ‘Soru!’ bağırtıları.) Nereden bildiğimi mi soruyorsunuz? Biliyorum, çünkü onların gizli sığınaklarını ziyaret ettim.

4Nesli tükenmiş, fil benzeri bir hayvan (ç.n.).
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»