Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

KAYIP DÜNYA
Tercüme Volkan Yazman

 
Yarı erkek olmuş bir çocuğa,
Veya yarı çocuk bir erkeğe,
Bir saatlik keyif verebilirsem eğer
Basit planım işledi demeye değer.
 

GİRİŞ

Bay E. D. Malone, Bay G. E. Challenger’ın, mahkemenin alıkoyma zaptı için ihtarını ve hakaret davasını kayıtsız şartsız geri çektiğini belirtmeyi arzu etmektedir. Profesör Challenger, bu kitaptaki eleştiri veya yorumların hakaret gayesiyle yapılmadığı konusunda tatmin olmuş ve kitabın basılmasına veya dağıtımına hiçbir engelleme getirmeyeceğine dair garanti vermiştir.

1. BÖLÜM
“Etrafımız Hep Kahramanlıklarla Dolu”

Babası Bay Hungerton gerçekten de dünyanın en patavatsız adamıydı; tüylü bir kukumav kuşu gibi dağınık, tamamıyla iyi niyetli fakat bütün dünyası kendi budalaca egosunun etrafında dönen bir adam. Eğer beni Gladys’ten uzaklaştıracak tek bir şey varsa o da böyle bir kayınpedere sahip olma düşüncesiydi. Eminim ki benim, haftada üç gün Chestnuts’a sohbetinin hatırına, sırf bir otorite sayıldığı bimetalizm konusundaki görüşlerini dinlemek için geldiğime canıgönülden inanıyordu.

O akşam, belki bir saatten daha uzun bir süre boyunca kötü paranın iyi parayı nasıl uzaklaştırdığı, gümüşün simgesel değeri, rupinin değer kaybı ve para değiş tokuşunun gerçek standartları hakkındaki uyutucu gevezeliklerini dinlemiştim.

“Varsayalım ki!..” diye bağırdı heyecanını kontrol etmeye çalışarak. “Dünyadaki bütün borçların aynı anda ödenmesi talep edilsin. O zaman içinde bulunduğumuz şartlar altında durumumuz ne olurdu dersin?”

Ne olacağı belliydi; ona bunu belirtip böyle bir durumda mahvolmuş bir adam olacağımı söyleyince, havailiğim yüzünden benimle herhangi bir şekilde ciddi bir konuyu tartışmasının olanaksız olduğu konusunda beni azarladıktan sonra sandalyesinden fırlayarak, masonlukla ilgili bir toplantıya katılmak için giyinmek üzere hızla odadan dışarı çıkmıştı.

Sonunda Gladys’le yalnız kalmıştım ve kader anı gelip çatmıştı işte!

Bütün bir akşam boyunca kendimi, kafasının içinde zayıf bir zafer ışığıyla yenilgi korkusunun gidip geldiği, işaret bekleyen bir asker gibi hissetmiştim. O ise gururlu ve zarif profilinin hatları, arkasındaki kırmızı kadife perde üzerine nakşedilmişçesine oturuyordu. Ne kadar da güzeldi! Ve ne kadar da ulaşılmaz! Uzunca bir zamandır arkadaştık, hem de çok iyi arkadaş fakat onunla olan arkadaşlığımı gazetedeki iş arkadaşlarımla geliştirebileceğim arkadaşlığın -tamamen samimi, tamamen nazik ve tamamen aseksüel- ötesine taşıyamamıştım hiç. İçgüdüsel olarak, çok samimi tavırlara sahip, yanımda rahat davranan bir kadın fikrine karşı olmuşumdur hep.

Bu, bir erkek için hiç de iç açıcı bir şey değil. Gerçek seksüel duygular canlanmaya başladığında, eski kötü zamanlardan miras kalan aşk ve şiddetin kol kola olduğu utangaçlık ve güvensizlik, onun en yakın arkadaşlarıdır. Bükük boyun, kaçamak bakışlar, titreyen ses ve ürkek davranışlardır ihtirasın gerçek emareleri, yoksa doğrudan bakışlar veya içten cevaplar değil. Ben bile bu genç yaşımda bu kadarını öğrenebilmiştim veya “içgüdü” diye adlandırdığımız o genetik hafızaya sahiptim.

Gladys, bir kadında bulunması gereken bütün meziyetlere sahipti. Bazılarına göre biraz soğuk ve katıydı ama böyle düşünmek, bence vatan hainliğiydi. O tatlı, neredeyse egzotik bronz ten, kuzguni siyah saçlar, kocaman berrak gözler, dolgun fakat kusursuz dudaklar, dişiliğin bütün ihtirası vardı onda. Ancak ne yazık ki şimdiye kadar bunu ortaya çıkaracak sırra bir türlü erişemediğimin farkındaydım. Yine de ne olursa olsun bu heyecan sona ermeli ve bu işi bu gece halletmeliydim artık. En kötü ihtimalle beni reddedebilirdi ama bir kardeş gibi kabullenilmektense kovulmuş bir âşık olmayı tercih ederdim.

Düşüncelerim beni bu noktaya kadar getirmişti ve tüm o uzun ve huzursuz edici sessizliği bozmak üzereydim ki tedirgin bakan koyu renkli bir çift göz üzerime dikildi ve mağrur baş, azarlayıcı bir gülümsemeyle sallandı.

“Ned, bana öyle geliyor ki bir teklifte bulunacaksın. Keşke bunu yapmasan, çünkü her şey böyle çok daha güzel.”

Sandalyemi biraz daha yakınına çektim:

“Yani nasıl anlayabildin ki böyle bir teklifte bulunacağımı?” diye sordum samimi bir merakla.

“Kadınlar her zaman bilmezler mi? Dünya üzerindeki hiçbir kadın buna hazırlıksız yakalanmamıştır herhâlde? Fakat, oh Ned, şimdiye kadar nasıl da hoş, nasıl da güzel bir arkadaşlık yaşamıştık! Bunu bozmak ne acı! Sen de genç bir erkekle genç bir kadının bizim yapabildiğimiz gibi yüz yüze konuşabilmesinin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu düşünmüyor musun?”

“Bilemiyorum Gladys, yani örneğin gar müdürüyle yüz yüze konuşabilirim.”

Bu memurun nasıl olup da böyle birdenbire konuşmamıza dâhil oluverdiğini anlayamamıştım ama her nasılsa olmuştu işte ve her ikimizi de güldürmüştü.

“Ancak bu benim için hiç de yeterli değil. Ben kollarımla seni sarmak istiyorum ve başını göğsüme yaslamanı istiyorum ve… Oh, Gladys isterdim ki…”

İsteklerimin bir kısmını gerçekleştirmek için hareketlendiğimi gören Gladys, sandalyesinden fırlayıvermişti.

“Her şeyi berbat ettin Ned!” dedi. “Bu tip şeyler ortaya çıkmadan önce her şey öyle güzel ve doğaldır ki! Çok yazık! Niye kendini kontrol edemiyorsun?”

“Bunu ben icat etmedim ki!” diye savundum kendimi. “Tabiatın kanunu bu. Aşk bu.”

“Eh, belki her iki taraf da birbirini sevseydi daha farklı olabilirdi ama ben hiç böyle bir şey hissetmedim.”

“Ama hissetmelisin Gladys, sen bu güzelliğinle, bu ruhunla… Oh Gladys, sen aşk için yaratılmışsın, aşkı tatmalısın.”

“Aşk, kapını çalana kadar beklemek gerekir.”

“Ama niçin beni sevemiyorsun Gladys? Yoksa görünüşümden dolayı mı?”

Bir parça yumuşamıştı şimdi. Elini uzattı -nasıl da zarifçe eğilmişti bu hareketiyle- ve başımın arkasını hafifçe sıktı. Sonra yukarı doğru bakan yüzüme arzulu bir gülümsemeyle baktı.

“Hayır, hayır, öyle değil!” dedi sonunda. “Sen şımarık bir çocuk değilsin. Bundan dolayı olmadığına emin olabilirsin. Daha derin bir şey bu.”

“Karakterim yüzünden mi yoksa?”

Başını ciddi ciddi sallayarak onayladı.

“Peki, düzeltmek için ne yapabilirim? Otur ve açıkla bana lütfen. Gerçekten, eğer oturmazsan yapmayacağım bunu.”

Güvensiz, meraklı bir bakışla yüzümü süzmesi, bütün samimiyetiyle yaptığı itiraftan daha çok etkilemişti beni. Böylesi siyah ve beyaza indirgendiğinde, her şey ne kadar da ilkel ve hayvansı gözüküyordu. Ve belki de sadece bana hoş gelen bir duyguydu bu, kim bilir… Her neyse yeniden yerine oturdu.

“Şimdi söyle bana, neyim eksik benim?”

“Başka birisine âşığım.” dedi.

Bu sefer sandalyeden fırlama sırası bendeydi.

Yüzümdeki ifadeye gülerek:

“Belirgin birisi değil bu.” diye açıkladı. “Sadece idealimdeki insandan bahsediyorum. Şimdiye kadar da öyle birine hiç rastlamadım zaten.”

“Bana anlatır mısın hayalindeki bu adamı? Neye benziyor mesela?”

“Oh, sana çok benzemesi mümkün!”

“Bunu bana söylemen ne kadar da hoş! Pekâlâ, bu adam benim yapamadığım neleri yapıyormuş bakalım? Sadece kelimeyi söyle yeter… Ağzına içki koymaz mı, havacı mı, vejetaryen mi, felsefeci mi, Süpermen mi? Gladys, yeter ki bana seni neyin memnun edeceğini söyle, üstesinden gelmeye çalışırım bunun.”

Karakterimin bu esnekliği karşısında bir kahkaha attı.

“Pekâlâ, başlangıç olarak diyebilirim ki hayalimdeki insan böyle konuşmamalı.” dedi. “Daha sert, daha haşin bir erkek olmalı. Böyle hoppa bir kızın kaprislerine kolayca boyun eğmeye yanaşmamalı. Ancak hepsinden önce başarılı, her an harekete hazır, ölümün yüzüne bakıp korkmayacak, büyük işler becerebilecek, esrarengiz maceralara atılabilecek cesarette birisi olmalı bu adam. Kendisine âşık olmaktan çok, zaferleriyle gururlanabileceğim birisi o. Çünkü o zaferlerin ışıltısı benim de üzerimde parlayacaktır. Richard Burton’ı düşün bir! Karısının ağzından hayatını okuyunca, ona nasıl bir aşkla bağlandığını anlayabiliyorum. Ve Leydi Stanley! Hiç kocası hakkındaki kitabın o muhteşem son bölümünü okudun mu? İşte bir kadının bütün hayatı boyunca tüm benliğiyle tapabileceği erkekler bunlar ve başarılan bütün bu asil işler onlara duyulan aşkı küçültmez, tam aksine daha da yüceltir.”

Kapıldığı coşkunun tesiriyle öyle güzel görünüyordu ki bir an neredeyse sohbetimizin bütün seviyesini düşürecek bir hareket yapacaktım. Kendime sıkı sıkıya hâkim olarak tartışmayı devam ettirdim.

“Hepimiz bir Burton veya Stanley olamayız ki!” dedim. “Üstelik bu şansa sahip de olamayabiliriz. En azından benim hiç böyle bir şansım olmadı. Eğer olsaydı ben de bunu değerlendirebilirdim.”

“Fakat şans hep yanı başımızda. Zaten benim tarif ettiğim adamın özelliği bu. O kendi şansını kendisi yaratır. Onu engelleyemezsin. Ona hiç rastlamadığım hâlde öyle yakından tanıyor gibiyim ki! Etrafımız hep kahramanlıklarla dolu, başarılmayı bekliyorlar. Bunu erkekler başarmalı ve kadınlar da aşklarını böyle bir erkek için saklamalılar. Şu geçen hafta balonla göğe çıkan Fransız’a bir bak! Rüzgâr fırtınaya dönmüştü ama sırf daha önceden ilan edildiği için o uçmakta ısrar etti. Rüzgâr altında, yirmi dört saat içinde tam 1500 mil sürüklenerek Rusya’nın ortasına düştü. İşte benim bahsettiğim erkek böyle birisi. Onun sevdiği kadını gözünün önüne getir ve diğer kadınların ona nasıl gıpta ettiğini bir düşün! Ben de böyle olmak istiyorum, erkeğim için kıskanılmak.”

“Seni memnun etmek için ben de yapardım bunu.”

“Fakat sadece beni memnun etmek için yapmamalısın. Kendine hâkim olamadığın için yapmalısın çünkü senin için doğal bir şey olmalı bu; içindeki erkek, kahramanlıklar yapmak için yanıp tutuştuğundan dolayı yapmalısın. Geçen ay anlattığın, Wi-gen’daki kömür gazı patlamasını hatırla… Madene inip zehirlenme tehlikesine rağmen o insanlara yardım edemez miydin?”

 

“Ettim zaten.”

“Fakat bundan hiç bahsetmemiştin?”

“İyi, ama övünülecek bir şey yoktu ki!..”

“Ben bunu bilmiyordum.”

Şimdi beni nedense daha bir merakla süzüyordu.

“Cesurca bir davranış.”

“Yapmak zorundaydım. Eğer iyi bir haber yazmak istiyorsan olayların göbeğinde olmalısın.”

“Ne kadar sıkıcı bir gerekçe! İşin bütün romantizmini öldürüyor âdeta. Ama ne olursa olsun o madene indiğine sevindim.”

Bana elini verdi fakat bunu öylesine tatlı ve gururlu bir hareketle yapmıştı ki onu sadece eğilip öpmekle yetinmek zorunda kaldım.

“Belki de ben yalnızca genç kız hayallerine sahip, aptal bir kadınım. Ancak ne yapayım, bu bir gerçek ve öyle bir içime işlemiş ki böyle davranmaktan kendimi alamıyorum. Eğer bir gün evlenirsem bu, meşhur birisiyle olacak!”

“Neden olmasın?” diye atıldım. “Erkeklere destek olanlar hep senin gibi kadınlar. Elime bir şans geçerse gör bak, nasıl değerlendiriyorum onu. Hem senin de dediğin gibi, insan kendi şansını kendi yaratmalı, ayağına gelmesini beklememeli. Clive’a bir bak, basit bir kâtipken Hindistan’ı fethetti! Aman Ya Rabbi! Bu dünyada başaracağım çok iş var daha!”

Bu ani, İrlandalı coşkuma gülerek:

“Neden olmasın?” dedi. “Bir erkeğin isteyebileceği her şeye sahipsin: gençlik, sağlık, kuvvet, eğitim, enerji. Konuşmaya başladığında üzülmüştüm ama şimdi seviniyorum, hem de çok seviniyorum. Eğer içinde böyle düşünceler oluşmasına yol açtıysa…”

“Ve eğer ben…”

Tatlı elini dudaklarımın üzerine sıcak bir kadife gibi yasladı.

“Hayır efendim, bir kelime daha istemem. Akşamki görevin için yarım saat önce ofise gitmiş olmalıydın ama sana hatırlatmaya gönlüm elvermedi. Belki bir gün bu dünyadaki yerini kazandığın zaman bunları tekrar konuşuruz.”

İşte böylece, sisli bir kasım akşamı Camberwell tramvayının peşinde bulmuştum kendimi, içim içime sığmıyordu. Güzel leydimin şerefine layık bir kahramanlık yapmadan bir gün dahi geçmesine izin vermeyecek hevesli bir kararlılık, tüm benliğimi doldurmuştu. Ama kim, evet, kim bu işin böyle inanılmaz bir şekil alacağını veya benim ona böyle tuhaf bir yoldan ulaşabileceğimi hayal edebilirdi şu koca dünyada?

Aslında sevgili okuyucularıma, bu giriş bölümünde anlattıklarımın, aktaracağım hikâyeyle hiçbir ilgisi yokmuş gibi gelecektir, biliyorum; ancak bu konuşmalar olmasaydı “hikâye” diye bir şey zaten hiç olmayacaktı. Çünkü bir insanın kafasında, etrafında hep başarılacak kahramanlıklar olduğu düşüncesi varsa ve kalbinde her daim canlı tuttuğu bir duyguyla, bu uğurda önüne ne çıkarsa peşinden gitmeyi de arzu ediyorsa benim yaptığım gibi bildik yaşantısının dışına çıkabilir. Büyük maceraların ve ödüllerin olduğu o harikulade, esrarengiz, alaca karanlık diyarlara ancak o zaman adım atmaya cesaret edebilir. O zaman beni takip edin ve “Daily Gazette”nin ofisinde çalışan önemsiz biriyken, aynı gece içerisinde Gladys’ime layık bir araştırma kapmak için nasıl kesinkes kararlı olduğuma şahit olun. Kendisinin yüceltilmesi uğruna, benden hayatımı riske atmamı istemesi katı kalplilik mi yoksa bencillik miydi bilemiyorum. Böyle sorular, orta yaşlı birinin aklına gelebilirdi belki. Ama yirmi üç yaşında, ilk aşkın ateşine düşmüş, kanı kaynayan bir gencin, asla…

2. BÖLÜM
“Profesör Challenger’la Şansını Bir Dene”

Yaşlı, huysuz, kamburu çıkmış, kızıl saçlı Bay McArdle’ı, yani haber editörümüzü her zaman sevmişimdir ve onun da beni sevdiğini umut ediyorum. Tabii, esas patron Beaumont’tu; fakat o, uluslararası bir krizin veya Parlamentodaki bir bölünmenin dışındaki ufak tefek olayları göremeyecek denli yukarılarda, Kafdağı’nın tepelerinde yaşıyordu. Bazen onu dalgın gözlerle, kafası Balkanlar veya İran Körfezi’nin üzerinde dönüp dururken, heybetli yalnızlığı içinde, kendi dünyasına gömülmüş, ortalıktan geçip giderken görürdük. Bizi tamamen aşmıştı. Ama McArdle onun birinci komutanıydı ve bizim muhatabımız da oydu. Yaşlı adam, ben odaya girince başını sallayarak çıplak kafasının üstündeki gözlüklerini iyice arkaya ittirdi.

“Evet, Bay Malone, edindiğim izlenimlere göre bayağı iyi gidiyorsunuz.” dedi nazik İskoç aksanıyla.

Teşekkür ettim.

“Madendeki patlama haberi şahaneydi. Southwark’taki yangın da öyle. Sende tam bir haberci yeteneği var. Beni ne için görmek istemiştin?”

“Bir ricada bulunacaktım.”

Şimdi telaşlanmış gibiydi ve gözlerini benden kaçırdı:

“Vah vah! Neymiş bu bakalım?”

“Beni gazete namına bir göreve göndermeniz mümkün mü acaba, efendim? Bunun altından kalkmak için elimden geleni yaparım ve çok da iyi bir haber çıkartabilirim.”

“Kafanızdan ne tip bir görev geçiyordu, Bay Malone?”

“Tehlike ve macera içeren her şey olabilir, efendim. Gerçekten canımı dişime takacağımdan emin olabilirsiniz. Ne kadar zor olursa benim için o kadar daha iyi olur.”

“Hayatınızı kaybetmek için can atıyor gibisiniz.”

“Hayatıma değer kazandırmak için efendim.”

“Aman Tanrı’m, Bay Malone, çok şövalyece bir şey bu! Korkarım ki bu tür şeyler artık geçmişte kaldı. Bu ‘Özel Görev’ türünden şeyler artık harcanan çabaya bile değmiyor; kaldı ki böyle bir görevi, doğal olarak, ancak halkın güvenini kazanmış, daha deneyimli bir gazeteci üstlenebilir. Haritadaki boş alanlar her geçen gün dolduruluyor ve romantizme de yer kalmadı. Ama dur hele bir!..” diye ekledi. “Haritadaki boşluklardan bahsederken aklıma bir fikir geldi. Bir sahtekârı -modern bir Munchausen’ı-ortaya çıkarmaya ve onu rezil etmeye ne dersin, ha? Onun nasıl bir yalancı olduğunu göstereceksin. İşte bu iyi olur. Nasıl, senin için uygun mu?”

“Ne olursa, nerede olursa olsun, benim için hiç fark etmez!”

McArdle bir süre boyunca düşünceye daldı.

“Acaba bu adamla arkadaş olabilir misin? En azından konuşabilecek kadar. Sende insanlarla kolayca samimiyet kurmanı sağlayan bir şeyler var. Sempati herhâlde veya şeytan tüyü, belki de gençlik enerjisi gibi bir şey, ne bileyim!.. Ben bile bunu fark edebiliyorum.”

“Çok iyisiniz efendim.”

“Tabii, neden olmasın; neden Enmore Park’tan Profesör Challenger’la şansını bir denemeyesin ki?”

İtiraf etmeliyim ki biraz ürkmüştüm.

“Challenger, ha?!” diye bağırdım, “Profesör Challenger, şu meşhur zoolog!.. “Telegraph”tan Blundell’in kafatasını kıran adam değil mi o?”

Editör suratını ekşiterek gülümsedi:

“Ne oldu? Macera peşinde olduğunu söylememiş miydin?”

“Her şey göreve dâhildir efendim.”

“Aynen. Her zaman öyle saldırgan olduğunu zannetmem. Bana kalırsa Blundell ona yanlış zamanda çattı veya yanlış bir biçimde. Sen belki daha şanslı olabilirsin veya onu yola getirmek için daha becerikli davranabilirsin. Tam sana göre bir iş bu, eminim “Gazette”nin de yardımı olacaktır.”

“Hakkında gerçekten hiçbir şey bilmiyorum.” dedim. “Sadece Bay Blundell’e vurduğu için yargılanmasından dolayı adını hatırlıyorum.”

“Size yol gösterecek birkaç bilgiye sahibim, Bay Malone. Bir süredir profesörü izlemekteyim.” Çekmeceden bir kağıt çıkardı.

“İşte dosyasının bir özeti. Kısaca sana okuyorum:

‘George, Edward Challenger. Doğumu: Largs N. B. 1863. Eğitim Durumu: Largs Akademisi, Edinburgh Üniversitesi, British Museum Asistanlığı 1892, Karşılaştırmalı Antropoloji Bölümü Yardımcı Asistanlığı 1893.

Aynı sene içinde hırçın yazışmalar sonucu istifa etti. Zooloji Araştırmaları dalında Crayston Madalyası’nı kazandı, Bir bakalım, ‘Bir sürü kuruluşun yabancı üyesi: Belçikalılar Cemiyeti, Amerikan Bilim Enstitüsü, La Plata vs. vs. Paleontoloji Cemiyeti eski başkanı, Britanya Ajansı Kısım H… Ve liste böyle devam ediyor. ‘Yayımlanan eserleri: “Bir Dizi Kalmuck Kafatası Üzerine Bazı Düşünceler”, “Omurgalı Hayvanların Evriminin Ana Hatları” ve Viyana’daki Zooloji Kongresinde şiddetli tartışmalara neden olan “Weissmannism’de Belli Başlı Yanılgılar” adlı çalışmasının da dâhil olduğu daha bir sürü doküman. Hobileri: Yürüyüş, dağcılık. Adresi: Enmore Park, Batı Kensington.’

“İşte, bunu yanına al. Bu akşamlık hepsi bu kadar.” Kâğıt parçasını cebime yerleştirdim.

“Bir dakika, efendim…” dedim.

Önümde duranın kırmızı bir surat değil de pembe bir çıplak kafa olduğunu algılayarak:

“Bu beyefendiyle niçin görüşmem gerektiğini henüz tam manasıyla anlayabilmiş değilim. Ne yaptı ki?”

Tekrar başını kaldırdı.

“İki yıl önce tek başına, bir Güney Amerika gezisine çıktı. Geçen sene geri döndü. Güney Amerika’da bulunduğu kesin, ancak tam olarak nereye gittiğini açıklamayı reddediyor. Çekingen bir şekilde maceralarını anlatmaya başladı fakat birileri kusurlar bulmaya başlayınca istiridye gibi kapanarak kabuğuna çekildi. Ya çok olağanüstü bir şeyler oldu ya da adam baştan aşağı yalancı ki bu daha büyük bir olasılık. Sahte olduğu söylenen birtakım resimler ortaya çıkardı. O kadar alıngan olmaya başladı ki soru soran herkese saldırmaya koyuldu ve gazetecileri merdivenlerden aşağı fırlattı. Benim görüşüme göre o, bilime yatkınlığı olan cinai bir megaloman! İşte adamın, Bay Malone! Şimdi iş başına, bakalım sen nasıl bir izlenim edineceksin. Ha, tabii, tamamıyla emniyettesin. Çalışanların Güvenliği Kanunu’nu biliyorsun.”

Sırıtan, kırmızımsı surat, bir kez daha portakal rengi saçlarla çerçevelenmiş, pembe renkte oval bir şekle dönüşüverdi; görüşme bitmişti.

Yürüyerek, Savage Kulübünün önünden geçtim, fakat o yöne dönmek yerine Adelphi Terrace’ın korkuluklarına dayanıp uzunca bir müddet nehrin bulanık, kirli sularına bakarak düşüncelere daldım. Açık havada daima daha aklı başında ve daha açık düşünebilmişimdir. Profesör Challenger’ın marifetlerinin yazılı olduğu listeyi çıkararak elektrik lambasının altında bir gözden geçirdim. Sonra aklıma, sadece ilham diyebileceğim bir şey geldi. Bana anlatılanlardan çıkarabildiğim kadarıyla, bir basın mensubu olarak bu huysuz profesörle temasa geçmemin hiç olanağı yoktu. Ancak iskelet biyografisi konusunda iki kere bahsedilen fikir çatışmaları, onun bilim hususunda tam bir fanatik olduğunu gösteriyordu. Acaba burada ona ulaşabileceğim açık bir kapı olamaz mıydı? Bunu deneyecektim.

Kulübe girdim. Saat on biri henüz geçmişti ve büyük salon oldukça dolu olmasına rağmen, henüz tam anlamıyla civcivli saatler değildi. Ateşin yanındaki koltukta oturan, uzun boylu, zayıf, köşeli yüz hatlarına sahip bir adam dikkatimi çekmişti. Sandalyemi yanına yaklaştırırken yüzünü bana döndü. Şu işe bakın, bunca adamın arasında bula bula Çevre Bölümünde çalışan Tarp Henry’nin ta kendisini bulmuştum! Zayıf, kuru, kayış gibi bir adamdı ama yakınındakiler tarafından çok insancıl ve nazik biri olarak tanınırdı. Hemen konuya giriverdim:

“Profesör Challenger hakkında ne biliyorsun?”

“Challenger mı?!” Kaşlarını bilimsel bir onaylamazlıkla birleştirmişti: “Challenger, şu Güney Amerika’dan bir sürü palavrayla dönen adam…”

“Ne palavrası?”

“Garip bir hayvan keşfettiğine dair safi bir saçmalıktı. Her neyse şimdi çenesini kapatmış gibi görünüyor Reuters’e bir röportaj verdi ama öylesine bir uğultu koptu ki işe yaramayacağını anladı. İnanılmaz bir savdı. Birkaç kişi onu ciddiye alma eğilimindeydi ama onları da kısa zamanda bozdu attı zaten.”

“Nasıl?”

“Eh, tahammül edilemez kabalığı ve imkânsız davranışlarıyla. Zooloji Enstitüsünden, zavallı, yaşlı Wadley mesela. Wadley bir mesaj göndermişti, ‘Zooloji Enstitüsü başkanı, Profesör Challenger’a saygılarını iletir ve eğer gelecek toplantımıza teşrif ederlerse bunu kişisel bir onur vesilesi sayacağını belirtmek ister.’ diye. Yanıt ise yenilir yutulur gibi değildi.”

“Deme!..”

“Sorma. Sansürlenmiş hâliyle şöyle bir şeydi: ‘Profesör Challenger, Zooloji Enstitüsü başkanına saygılarını iletir ve cehennemin dibine gitmeyi kabul ederlerse bundan kişisel bir onur duyacağını belirtir!’ ”

“Aman Tanrı’m!”

“Wadley’nin bildirdiğine göre buna benzer bir şeymiş işte… Toplantıdaki bağırışını hatırlıyorum da… ‘Elli senelik bilimsel işretim boyunca…’ Zavallı yaşlı adamcağızı çok üzdü bu.”

“Challenger hakkında başka bilgilerin var mı?”

“Eh, ben yalnızca bir bakteriyoloğum, biliyorsun. Dokuz yüz çapında bir mikroskobun içinde yaşıyorum. Bu sebeple, çıplak gözle görebildiğim hiçbir şeyin ciddi bir anlam ifade ettiğini iddia edemem. Bilinebilirliğin en ucundakilerin bir gözcüsüyüm ben ve çalışmalarımdan başımı kaldırıp da sizler gibi büyük, iri, gulyabani misali yaratıklarla burun buruna geldiğimde epeyce yabancılık çekiyorum. Skandalların çok uzağında bir yaşamım var ama buna rağmen bazı bilimsel konuşmalarda Profesör Challenger hakkında bazı şeyler duydum. Çünkü kendisi hiç kimsenin görmezden gelemeyeceği bir şahsiyet. Söylenildiği kadar zeki… Gözünü budaktan sakınmayan biri o; güçlü, enerjik ama aynı zamanda kavgacı, garip fikirleri olan, marazi kişilikli ve vicdansız birisi. Güney Amerika gezisi hakkında bazı sahte resimler ortaya çıkaracak kadar ileri gitti.”

 

“Garip fikirleri olan birisi, dedin. Özellikle nasıl fikirler bunlar?”

“Saymakla bitmez ama en sonuncusu Weissmann ve Evrim ile ilgili olanı. Yanılmıyorsam bununla ilgili olarak Viyana’da şiddetli bir tartışmaya girişmişti.”

“Tam olarak neyle ilgili olduğunu söyleyemez misin?”

“Şimdi anlatamam ama konuşmaların bir tercümesi var bende. Büroda dosyalanmış vaziyette. Gelip bir bakmak ister misin?”

“Bu tam benim istediğim şey! Bu adamla bir röportaj yapmam gerekiyor ve bunun için de hakkında bilgiye ihtiyacım var. Beni arabanla götürmek istemen gerçekten çok nazik bir davranış. Eğer çok geç olmadıysa hemen şimdi seninle gelebilirim.”

Yarım saat sonra gazetenin bürosunda, önümde “Weissmann Darwin’e Karşı” adlı makalenin açılmış olduğu koca bir kitapla oturuyordum. Makalenin alt başlıkları ise, “Viyana’da Heyecanlı Protesto. Ateşli Müzakereler” idi. Bilimsel eğitimimi biraz ihmal etmiş olduğum için tartışmayı tam anlamıyla kavrayamamıştım, ancak yine de İngiliz profesörün kendi savını çok saldırgan bir tavırla sergilediği ve kıtadaki meslektaşlarını tepeden tırnağa kızdırdığı belliydi. “Protestolar”, “Kargaşa” ve “Başkana Umumi İtirazlar” gözüme çarpan ilk belirgin parantezlerdi. Yazılanların büyük bölümünün benim için öncekilerden pek bir farkı yoktu doğrusu; açıkçası pek bir şey anlamamıştım bu rapordan.

Çaresizce, “Keşke şunu benim için bizim dilimize bir çevirebilseydin.” dedim yardım eden arkadaşa.

“İyi ama bu zaten çevrilmiş hâli…”

“O zaman belki de orijinaliyle bir şansımı denesem daha iyi olacak.”

“Sokaktaki adam için biraz fazla derin gerçekten.”

“Şöyle ele avuca gelir, insan zekâsı için anlaşılabilir, dolgun bir cümle bulabilsem işimi görürdü. Hah, işte bu olur, evet! Kıyısından köşesinden de olsa anlar gibiyim bunu biraz. Bir kopyalayayım bakalım. Bu, benim çılgın profesörle bağlantımı oluşturacak.”

“Başka bir şeye ihtiyacın varsa eğer?..”

“Eee, evet. Ona yazmayı planlıyorum. Eğer mektubu burada yazıp sizin adresinizi kullanabilirsem bu, mektuba iyi bir hava verebilirdi.”

“Adam buraya gelip kargaşa yaratarak mobilyaları kırıp dökmesin!..”

“Hayır, hayır, mektubu göreceksin, kışkırtıcı hiçbir şey yok, seni temin ederim.”

“Pekâlâ, işte sandalyem ve masam. Kâğıdı şurada bulacaksın. Postaya verilmeden önce sansürden geçirmek isterim.”

Biraz zaman aldı ama bittiğinde pek de kötü sayılmazdı hatta kendimi tebrik edebileceğim kadar iyiydi. Yaptığım işten biraz da gurur duyarak, bunu tenkitçi bakteriyoloğa yüksek sesle okudum.

“ ‘Sevgili Profesör Challenger’ ” diye başlıyordu.

“ ‘Mütevazı bir doğa bilimleri öğrencisi olarak sizin Darwin ve Weissmann arasındaki farklara işaret eden varsayımlarınıza her zaman derin bir ilgi duydum. Yakın zamanda okuma fırsatını elde ettiğim Viyana’daki muhteşem konuşmanız…’ ”

“Vay yalancı vay!” diye mırıldandı Tarp Henry.

“ ‘Muhteşem konuşmanız hafızamı tazelememe vesile oldu. Bu gayet açık ve şahane ifade, bu konuya noktayı koyacak son söz gibi gözüküyor. Bununla beraber burada bir cümle var; şöyle ki: “Her ayrı kimliğin, bir dizi jenerasyon sonucu yavaş yavaş gelişen tarihsel yapıyı kapsayan bir bireyi içerdiği gibi dayanılmaz ve tümüyle dogmatik bir fikri şiddetle protesto ediyorum.” Son gelişmeler ışığında acaba bu ifadenizde değişiklikler yapmayı düşünmüyor musunuz? Bu konu üzerindeki vurgunun biraz abartılı olduğunu düşünmüyor musunuz? Eğer izin verecek olursanız bu konu beni derinden ilgilendirdiği için ve sadece kişisel bir görüşmede detaylarına inebileceğim bazı konular dolayısıyla, sizinle bir görüşme yapmak için ricada bulunmak istiyorum.

Müsaadelerinizle yarın değil ertesi gün (çarşamba) sabah saat on birde konutunuza uğrayabileceğimi umuyorum.

En derin saygılarımı sunuyorum efendim.

Edward D. Malone’ ”

“Nasıl olmuş?” diye sordum zafer edasıyla.

“Eh, eğer vicdanın elveriyorsa…”

“Henüz beni hiç mahcup etmedi.”

“İyi ama maksadın nedir ki?”

“Oraya gitmek. Bir kez odasına girdikten sonra bir yol bulabilirim belki de. Hatta açık seçik bir itirafta bile bulunabilirim. Eğer sportmen kişilikli biriyse bu işten gıdıklanabilir.”

“Gıdıklanır tabii, ne demezsin! Sen şuna esas gıdıklamayı o yapar desene! Bir zırh veya Amerikan futbolu giysisi; bu ikisinden birini seçmek zorunda kalacaksın. Her neyse şimdilik hoşça kal! Çarşamba sabahı senin için cevabı alırım… Eğer sana cevap vermeye tenezzül ederse tabii… Bu adam onunla karşılaşan herkesin nefret ettiği, tahripkâr, tehlikeli ve geçimsiz biri. Hele hele onu hafife alan ve atış alanına giren öğrenciler için. Belki de ondan hiçbir haber almazsan senin için en iyisi olur.”

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»