Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Biliyorum, çünkü onlardan bazılarını gördüm. (Alkışlar, gürültüler ve bir ses: ‘Yalancı!’) Ben mi yalancıyım? (genel ve coşkulu bir onama) Birisinin bana yalancı dediğini mi duydum? Beni yalancı diye çağıran şahıs ayağa kalkma zahmetinde bulunabilir mi kendisini tanıyayım? (Bir ses: ‘İşte burada efendim!’ Bir grup öğrenci, kendileriyle şiddetle boğuşmaya çalışan ufak tefek, gözlüklü, hımbıl birisini havaya kaldırmıştı.) Bana yalancı demeye mi cüret ettin? (‘Hayır, efendim, hayır!’ diye bağırdı zanlı ve kutudan fırlayan yaylı soytarılar gibi ortadan kayboluverdi.) Eğer bu salonda doğru sözlülüğümden şüphe etmeye cüret eden biri varsa konferanstan sonra onunla bir çift laf etmekten zevk duyacağım. (‘Yalancı!’) Kim söyledi bunu? (Yine can havliyle öne doğru ittirilen hımbıl iyice havaya kaldırıldı.) Eğer aranıza gelirsem…”

(Genel koro hâlindeki “Gel, sevgilim, gel!” bağrışmaları bir süre için oturumun devamını engellerken, bu sırada başkan da ayağa kalkmış, kollarını sallayarak âdeta müziği yöneten orkestra şefi görünümüne bürünmüştü. Profesörün yüzü kıpkırmızı kesilmiş, burun çeperleri genişlemişti ve sakalı pırıl pırıl parlıyordu. Artık tamamıyla zıvanadan çıkmış bir hâldeydi.)

“Her büyük kâşif, hep aynı inanmazlıkla karşılanmıştır; aptallar sürüsünün değişmez tepkisidir bu. Büyük gerçekler önünüze serildiği zaman bunu anlamanıza yardım edecek sağduyudan ve ileri görüşlülükten yoksunsunuz. Siz ancak bilimde yeni sahalar açmak için canını bile tehlikeye atan adamlara çamur atmasını bilirsiniz. Peygambere eziyet ettiniz siz! Galileo! Darwin ve ben de…” (uzayan alkışlamalar ve oturumun devamının imkânsız hâle gelmesi)

Bütün bu aceleyle aldığım notlar, aslında o anda toplantı yerinin nasıl bir kıyamet yerine döndüğünü anlatmaktan çok uzaktı. Gürültü ve bağrışmalar öyle müthişti ki birkaç bayan aceleyle arkalara kaçmıştı. Ölesiye ciddi ve saygıdeğer profesörler bile öğrenciler gibi kendilerini havaya kaptırmışlardı ve beyaz sakallı adamların ayağa kalkarak inatçı profesöre yumruklarını salladıklarını görüyordum. Salondaki muhteşem kalabalık, hiddetten köpüren, patlamaya hazır bir barut fıçısı gibiydi. Profesör bir adım ileri gelerek ellerini kaldırdı. Adamda öylesine bir azamet, öylesine insanı teslim alan otoriter bir tavır ve canlılık vardı ki kumandan edasıyla yaptığı bu hareketle ve hükmeden gözleriyle velvele ve bağrışmaları yavaş yavaş dindirmişti. Kesin bir mesajı var gibiydi.

Kalabalık, dinlemek için sessizleşti.

“Sizi alıkoymayacağım.” dedi. “Bu gereksiz. Gerçek, gerçektir ve birkaç aptal gencin çıkardığı gürültünün -ve korkarım ki aynı derecede aptal kıdemlilerinin kopardığı velveleyi de buna eklemeliyim- duruma etkisi olamaz. Yeni bir bilim alanı keşfettiğimi iddia ediyorum. Siz ise itiraz ediyorsunuz. (alkışlar) Öyleyse sizi araştırmaya davet ediyorum. İçinizden bir veya daha fazla kişiyi söylediklerimin doğru olup olmadığını araştırmak için görevlendirmeye var mısınız?”

Kıdemli bir karşılaştırmalı anatomi profesörü olan Bay Summerlee ayağa kalkmıştı. Modası geçmiş bir ilahiyatçı yönü olan, ince, uzun, amansız bir adamdı. Profesöre, işaret ettiği görüşlerin, kendisinin iki yıl önce Amazon Nehri’ne yapmış olduğu yolculuk sonucu elde edilenler olup olmadığını sormak istediğini bildirdi.

Profesör Challenger bunu doğruladı.

Bay Summerlee; Wallace, Bates ve daha önce bu bölgeyi araştırmış olan, bilimsel alanda ün yapmış diğer kâşiflerden sonra Profesör Challenger’ın nasıl olup da burada yeni keşifler yapma iddiasında olduğunu öğrenmek istiyordu. Profesör Challenger ise Bay Summerlee’nin her nasılsa Amazon Nehri’yle Thames Nehri’ni birbirine karıştırır gibi gözüktüğünü söylüyordu; yani birincisi biraz daha büyük bir nehirdi, yani eğer Bay Summerlee gerçekten bilmek istiyorsa Amazon, bağlantılı olduğu Orinoco’yla birlikte 50.000 millik bir alana yayılmıştı ve böylesine muazzam bir sahada birisinin gözden kaçırdığını bir başkasının bulması hiç de imkânsız değildi.

Bay Summerlee, zehirli bir gülümsemeyle Thames ve Amazon arasındaki farkı tabii ki bildiğini ifade etti. Şöyle ki birincisi hakkındaki herhangi bir varsayım denenebilirdi fakat ikincisi için bu imkânsızdı. Eğer Profesör Challenger şu prehistorik5 hayvanların bulunduğu bölgenin enlem ve boylamlarını verebilirse epey makbule geçecekti.

Profesör Challenger, bu bilgiyi kendine ait bazı geçerli sebepler dolayısıyla saklı tutma arzusunda olduğunu, ancak dinleyiciler arasından uygun bir komite seçilmesi hâlinde bu bilgiyi vermeye hazır olduğunu belirtti. Acaba Bay Summerlee böyle bir komitede hazır bulunup hikâyesini kişisel olarak araştırmak ister miydi?

Bay Summerlee: “Evet, isterim.” (büyük alkış)

Profesör Challenger: “Şu hâlde size yönünüzü bulmayı sağlayacak bilgileri sunacağımı garanti ediyorum. Bununla beraber, Bay Summerlee ifademin doğruluğunu kontrole giderken, benim de onun ifadesini kontrol edebilmek için yanında birkaç kişinin daha olmasını istemem doğru olacak. Bu işin içinde zorluklar ve tehlikeler olduğu gerçeğini sizden gizlemeyeceğim. Bay Summerlee’nin daha genç bir yardımcıya ihtiyacı olacak. Gönüllü olmak isteyen var mı?”

İşte insanın hayatının en büyük olayı, bir anda burnunun dibinde böyle bitiverir. Bu salona girerken, rüyalarımda bile göremeyeceğim, inanılmaz bir maceraya atılmak için gönüllü olabileceğim aklıma gelir miydi? Fakat Gladys… İşte onun bahsettiği tam da böyle bir fırsat değil miydi? Gladys gitmemi söylemişti bana. Bir anda ayağa fırlamıştım, konuşuyordum ama kelimeleri hazırlamamıştım bile. Arkadaşım Tarp Henry’nin eteklerimden çekiştirirken, “Malone, otur aşağı, soytarı etme kendini!” diye fısıldadığını duydum.

Aynı anda benden birkaç sıra önde ince, uzun, koyu kızıl saçlı bir adamın da ayağa kalkmış olduğunu fark ettim. Sert ve kızgın gözleriyle yiyecekmiş gibi bana bakıyordu fakat kararımdan dönmeye niyetli değildim.

“Sayın Başkan, ben gitmek istiyorum!” diye tekrar tekrar seslendim.

“İsmin! İsmin!” diye bağırıyordu seyirciler.

“İsmim Edward Dunn Malone. ‘Daily Gazette’in muhabiriyim. Kesinlikle ön yargısız bir tanık olacağımı iddia ediyorum.”

“Sizin isminiz nedir efendim?” diye sordu başkan, uzun boylu rakibime.

“Lord John Roxton, Amazon’da daha önce bulundum, bölgeyi biliyorum ve bu araştırma için özel vasıflara sahibim.”

Başkan: “Lord Roxton’ın bir sporcu ve gezgin olarak tabii ki dünyaca tanınmış birisi olduğunu hepimiz biliyoruz.” dedi, “Bununla beraber böyle bir araştırma gezisinde basının da bir temsilcisinin bulunması mutlaka yararlı olacaktır.”

“Şu hâlde…” dedi Profesör Challenger, “Bu iki centilmenin, yaptığımız toplantının temsilcileri olarak Profesör Summerlee ile yapacağımız araştırma gezisine eşlik ederek, ifadelerimin doğru olup olmadığı hakkında rapor tutmalarını öneriyorum!”

Böylece bağrışmalar ve alkışlar arasında kaderimiz çizilmiş ve kafam önümde, birdenbire yükselen bu yepyeni ve dev gibi proje karşısında yarı yarıya sersemlemiş bir hâlde, kendimi kapıya doğru akan insan seli içinde bulmuştum. Salondan çıktığımda, bir an için, kaldırımdan aşağı doğru aceleyle ilerleyerek gülüşüp duran öğrencilerin ve ortalarında inip kalkan ağır bir şemsiyeyi kavramış bir elin farkına vardım. Sonra bir alkış ve homurtu tufanı arasında, Profesör Challenger’ın taşıtı dönemeçten kayıp gitti. Şimdi aklım, Gladys’le ve geleceğimle ilgili türlü düşüncelerle dolmuş hâlde Regent Caddesi’nin gümüşi ışıkları altında yürüyordum.

Aniden omzumda bir el hissettim. Döndüm ve kendimi bu garip yolculukta bana eşlik etmek üzere gönüllü olan, ince, uzun adamın muzip, etkileyici gözlerine bakarken buldum.

“Bay Malone, anladığım kadarıyla yol arkadaşlığı yapacağız ha? Evim, hemen Albany’ye yakın bir caddede. Belki de bana bir yarım saat ayırma inceliğini gösterirsiniz çünkü size acil olarak anlatmam gereken bir iki konu var.”

6. BÖLÜM
“Tanrı’nın Kamçısı”

Lord John Roxton’la beraber, Vigo Caddesi’ne saparak meşhur aristokrat yuvasının solgun girişine doğru ilerledik. Yeni tanıştığım dostum, uzun ve sıkıcı bir koridorun sonunda bir kapıyı ittirip açarak elektrik düğmesini çevirdi. Renkli camlardan süzülen birkaç ampul, önümüzdeki geniş odanın tamamına kızıl bir parlaklık getirmişti. Eşikte durmuş etrafı incelerken genel olarak edindiğim izlenim, konfor ve şıklığın erkeksi bir canlılıkla birleştirildiği yönündeydi. Her yere varlıklı ve zevkli bir hava bulaşmıştı ama etraf aynı zamanda bekârlığın getirdiği dikkatsiz bir dağınıklık içindeydi. Yere zengin kürkler ve kim bilir hangi egzotik pazardan alınmış garip, parlak renkli matlar serpiştirilmişti. Duvarlar, benim eğitimsiz gözlerimin bile nadir ve pahalı olduğunu anlayabildiği yazmalar ve tablolarla donatılmıştı: Boksör eskizleri, baleriner, birbirini takip eden şahane yarış atlarının resmedildiği bir Fragonard tablosu, savaşı anlatan bir Girardet ve rüya gibi bir Turner. Bütün bu süslemelerin arasına serpiştirilmiş zafer hatıratı, bir anda aklıma Lord Roxton’ın devrinin en sağlam atlet ve sporcu kişilerinden biri olduğu gerçeğini getirmişti. Şöminenin üstündeki birbirine çapraz duran lacivert ve kiraz pembesi kürekler de bunların üstünde ve altındaki boks eldivenleri ve kemerler de her ikisinde de mükemelliğe erişmiş bir adamın aletleriydi. Hepsinin tepesinde, Lado bölgesinden gelen nadir, beyaz gergedan kibirlice dudağını sarkıtmaktaydı; dünyanın her köşesinden gelen, türünün en iyi örneği hayvan kafaları, odanın her tarafında, bir sütunu çevreleyen süslü oymalar gibi şahane bir halka oluşturmuştu.

Yerdeki kırmızı, zengin halının tam ortasında siyah ve altın renkli bir Louis Quinze masa duruyordu. Bu güzelim antika, üzerindeki bardak izleri ve puro izmaritlerinin açtığı yaralarla âdeta kutsal bir mabedin kirletilmesi gibi tahrip edilmişti. Üzerindeki gümüş bir tepsinin içinde tütünlü maddeler ve yanında cilalı bir sehpa vardı. Sessiz ev sahibi, buradan aldığı iki uzun bardağı, yandaki bir sifondan alkollü içecekle doldurdu. Eliyle bana bir koltuk işaret edip içkimi de yakınına koyduktan sonra, uzunca bir Havana purosu uzattı. Sonra kendisi de karşıma oturarak garip bir ışıltı saçan pervasız gözleriyle bana uzun uzadıya baktı. Gözleri, bir buz gölünün rengi gibi soğuk, açık maviydi.

 

Puromdan çıkan ince duman perdesi arasından, birçok fotoğrafını gördüğüm için zaten tanıdık olan yüzün ayrıntılarını inceledim; kuvvetlice bir kavise sahip burun, yıpranık ve içe çökük yanaklar, tepede seyrelmiş koyu kızıl saçlar, canlı, keskin bıyıklar ve çenede ufak, agresif bir sakal. Biraz III. Napolyon, biraz Don Kişot ama yine de bir İngiliz centilmeninin özü diyebileceğimiz bir şeyler vardı onda; hevesli, atak, açık havadan hoşlanan, köpekleri ve atları seven biri. Güneşten ve rüzgârdan pişmiş teni, koyu bakır rengiydi. Kaşları çalı gibi ve aşağıya sarkıktı, ki bu da zaten doğal olarak soğuk bakan gözlere, çatık kaşlarının da kuvvetlendirdiği vahşi bir görünüm kazandırıyordu. İnce yapılıydı fakat çok kuvvetliydi. Öyle ki birçok kez ispatladığı dayanıklılık testlerinde, İngiltere’de kendisiyle boy ölçüşebilecek az sayıda adam vardı. Boyu 1 metre 83 santimin biraz üstünde olmasına rağmen omuzlarının garip bir şekilde yuvarlak olmasından dolayı daha kısa gözüküyordu. İşte karşımda oturmuş, purosunun ucunu kuvvetlice ısırmış ve utandırıcı derecede uzun bir zamandır dikkatle beni seyreden meşhur Lord John Roxton, böyle bir görüntü çiziyordu.

“Eh!..” dedi sonunda. “Bu işi kıvırdık delikanlı adamım. (Bu garip tamlamayı sanki tek bir kelimeymiş gibi kullanıyordu, ‘delikanlı-adamım’.) Evet, sen ve ben iyi bir sıçrama yaptık. Şimdi, zannederim o salona girdiğinde kafanda hiç böyle bir fikir yoktu, ha?”

“Aklıma bile gelmemişti!”

“Al benden de o kadar! Aklımda bile yoktu. Ve şimdi boğazımıza kadar bunun içine batmış durumdayız. Şu işe bak, daha Uganda’dan döneli üç hafta olmuştu; İskoçya’da bir yer almış, kontratı falan bile imzalamıştım. Ne iş ama ha? Sen ne diyorsun?”

“Şey, benim işimin olağan yapısı bu. ‘Gazette’de muhabirim.”

“Tabii, gönüllü olduğun zaman söylemiştin. Sırası gelmişken, eğer bana yardım edersen senin için ufak bir işim var.”

“Zevkle.”

“Risk almaktan çekinmezsin herhâlde, ha?”

“Nasıl bir risk?”

“Şey, olay Ballinger ile ilgili, risk olan o. Ballinger adını duydun herhâlde?”

“Hayır.”

“Eh, genç dostum, şimdiye kadar nerede yaşıyordun sen böyle? Sör John Ballinger, kuzeyin en iyi jokeyidir. Düz koşuda en iyi yarışımda bile onunla ancak başabaş olabilirim ama engellide benim ustamdır. Çalışmadığı zamanlar sıkı içki içtiği, herkesin bildiği bir sırdır; kendisine kalırsa vasat bir içkicidir. Salı günü iyice komalık oldu ve o zamandan beri de öfke nöbetine kapılmış durumda. Odası bunun bir üstünde. Doktorlar, midesine yiyecek bir şey girmediği takdirde artık işinin bitik olduğunu söylüyorlar fakat şu anda yatağında ve örtünün üzerinde bir revolver duruyor; yanına yaklaşana en az altı kurşun dolduracağına yemin ettiğinden dolayı hizmetçiler arasında hafif yollu bir grev baş gösterdi. Sıkı adamdır Jack. Hem de çok keskin nişancıdır fakat Grand National Kupası’nı kazanmış birisini böyle ölüme terk edemeyiz, ha?”

“O zaman ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordum.

“İkimizin aniden onu bastırabileceğini düşünüyordum. Belki de uyukluyordur ve en kötü ihtimalle sadece birimizi vurabilir, diğeri de onun icabına bakar. Yastık örtüsüyle kollarını bağlayıp midesine bir şeyler sokabilirsek, yaşlı tekeye hayatının akşam yemeğini yedirebiliriz belki.”

Doğrusu insanın günlük rutin işleri arasında kaldıramayacağı cinsten, apansız ve tehlikeli bir işti bu. Özelikle cesur birisi olduğumu pek düşünmem. İrlandalılara has hayal gücüm, bilinmedik ve denenmemiş şeyleri aslından daha korkunç gösterir. Öte yandan, ben hep korkaklığa karşı müthiş bir duyarlılıkla yetiştirildiğim için bu şekilde damgalanmaktan da ölesiye çekinmişimdir. İddia edebilirim ki cesaretimden şüphe edildiği takdirde, tarih kitaplarındaki o Hunlular gibi kendimi bir uçurumun tepesinden aşağı fırlatabilirdim fakat bunu cesaretten ziyade gurur ve korkudan aldığım ilhamla gerçekleştirebilirdim. Bu yüzden, yukarıdaki, iliklerine kadar viski dolmuş adamın çıldırmış görüntüsü gözümün önüne geldikçe korkudan kanım çekildiği hâlde, idare edebildiğim en pervasız sesimle gitmeye hazır olduğumu söyledim. Lord Roxton’ın, işin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaya devam edişi beni sadece sinirlendirmişti.

“Konuşmakla bu işi halledemeyiz.” dedim. “Haydi gidelim!”

İkimiz de koltuklarımızdan kalktık. Sonra küçük, boğuk bir kahkahayla göğsüme iki üç şaplak indirdi ve beni tekrar koltuğuma itti.

“Pekâlâ evlat, sende iş var.” dedi.

Şaşırıp kaldım.

“Jack Ballinger’ı bu sabah kendim kontrol ettim; kimonomun eteğine bir delik açtı, yaşlı, titrek elleri dert görmesin ama onu bir gömlekle bağlamayı başardık, sanırım bir hafta içinde de iyi olur. Eh, delikanlı umarım gücenmemişsindir. Bak, ikimizin arasında kalsın ama ben bu Güney Amerika işini oldukça ciddiye alıyorum ve eğer bir arkadaşım olacaksa bunun, güvenebileceğim birisi olmasını isterim. Bunun için seni ölçtüm ve söylemeliyim ki bu işten iyi çıktın. Yani bu şey tamamen senin ve benim omuzlarımıza binecek, anlıyor musun? Çünkü şu yaşlı Summerlee denen adam daha ilk günde kendine hemşire bakımı isteyecektir. Ha, bir de sen yoksa şu İrlanda forması giyecek olan ragbi oyuncusu Malone musun?”

“Yedek, belki de…”

“Yüzün bana yabancı gelmemişti zaten. Bak şu işe, Richmond’a karşı o atağı yaptığında ben de oradaydım; bütün sezon boyunca gördüğüm en iyi koşulardan biriydi. Elimden geldiğince hiçbir ragbi maçını kaçırmamaya çalışırım çünkü bu, elimizde kalan en erkekçe oyun. Pekâlâ, buraya seni sadece spor konuşmak için çağırmadım. Şimdi işimizi halletmeye bakalım. İşte gemiler burada, ‘Times’ın birinci sayfasında. Gelecek hafta çarşamba günü Para’ya yola çıkacak kabinli bir gemi var; eğer profesörle işinizi halledebilirseniz ben bununla yola çıkalım derim, ne dersin? Tamam, çok iyi, ben ayarlamayı yaparım. Üst baş için ne yapacaksın?”

“Gazetem onun icabına bakar.”

“Nişancılığın nasıl?”

“Ortalama bir gönüllü ordu askerininki kadar.”

“Aman Tanrı’m, o kadar kötü ha? Siz delikanlılar böyle şeyleri öğrenmeyi hep en son düşünürsünüz. Kovanı korumaya gelince iğnesiz arılar gibisiniz hepiniz. Günün birinde birisi çıkıp da balı aşırmaya kalkarsa fena hâlde şapa oturacaksınız. Ama Güney Amerika’da silahı düzgün tutmaya ihtiyacın olacak çünkü eğer dostumuz profesör yalan söylemiyorsa veya tırlatmadıysa buraya geri dönmeden önce çok garip şeylerle karşılaşabiliriz. Ne tür bir silahın var?”

Meşe bir dolabın başına gelerek kapılarını açtığında, bir kilise orgunun boruları gibi pırıldayan bir dizi silah namlusu gözüme çarpmıştı.

“Bir bakalım, sana kendi cephanemden ne ayarlayabilirim.” dedi.

Güzelim tüfekleri teker teker eline alarak ardı sıra şak şuk sesleriyle açıp kapattıktan sonra, sanki bir annenin yavrularını okşaması gibi bir hassasiyetle onları tekrar rafa yerleştiriyordu.

“Bu bir Bland 577 express.” dedi, “Bununla şuradaki kocaoğlanı devirdim.”

Yukarıya, beyaz gergedana baktı.

“On metre daha yaklaşsaydı, ben onun koleksiyonuna dâhil olacaktım.’

 
‘Konik kurşunun ucunda asılı duruyor tek şansı,
Ki adildir onun da güçsüzün avantajı olması.’
 

Umarım Gordon’ı duymuşsundur; atın, silahın ve her ikisini de kullanmasını bilen erkeklerin şairidir. Bak, işte bu, işe yarar bir alet: 470 teleskopik görüş, çift ejektör, üç yüz elli metreye kadar yatay vuruş. Bu, üç sene önce Perulu köle tüccarlarına karşı kullandığım tüfek. O bölgelerde ‘Tanrı’nın Kamçısı’ diye tanınırdım -eğer söylemem gerekirse- ama bunu kitaplarda bulamazsın. Öyle zamanlar olur ki delikanlı, insan hakları ve adalet için savaşmamız gerekir her birimizin, yoksa kendini hiçbir zaman temiz hissedemezsin. İşte bu yüzden kendi küçük savaşımı başlattım. Kendim ilan ettim, kendim sürdürdüm ve kendim sona erdirdim. Buradaki her çentik, bir köle katili için; iyi bir dizi, ha? Şu büyük olanı Pedro Lopez içindi, hepsinin en azılısıydı, Putomayo Nehri’nin arka bölümünde hakladım onu. Evet, işte bu idare eder seni.”

Kahverengi ve gümüş renkte güzel bir tüfek çıkarttı:

“Dipçiği iyi kauçuklanmış, keskin görüşlü, kelepçesi beş fişekli. Hayatını teslim edebilirsin buna.”

Silahı bana uzatarak meşe dolabın kapısını kapattı.

“Aklıma gelmişken…” diye devam etti koltuğuna dönerken. “Şu Profesör Challenger hakkında ne biliyorsun?”

“Bugüne dek onu hiç görmemiştim.”

“Ben de! Işin komik yanı, ikimizin de hiç tanımadığımız bir adamdan aldığımız direktiflerle yola çıkacak olmamız. Küstah bir kuşa benziyor. Bilim adamı dostları da ondan pek hoşlanmıyorlar üstelik. Sen bu işe nasıl ilgi duymaya başladın?”

Ona kısaca sabahleyin başımdan geçenleri anlatım. Büyük bir dikkatle dinledi beni. Sonra bir Güney Amerika haritası çıkararak masanın üzerine yaydı.

“Sana söylediği her bir kelimenin doğru olduğuna inanıyorum.” dedi ciddiyetle. “Ve eğer böyle diyorsam bir bildiğim var demektir. Güney Amerika’ya âşığım ve bence Darien’den Fuego’ya kadar bu gezegende bulunan en müthiş, en zengin, en harikulade yerdir. İnsanlar daha burayı tanımıyor ve ne olabileceğini de henüz bilmiyor. Bir uçtan diğer uca katettim burayı ve sana anlattığım köle tüccarlarıyla olan savaşım sırasında iki kurak mevsim geçirdim tam o bölgede. Yani oradayken de buna benzer hikâyeler duymuştum; yerlilerin geleneksel hikâyeleri filandı ama bu hikâyelerin bir dayanağı vardır mutlaka. Bu toprakları ne kadar tanırsan delikanlı, burada her şeyin mümkün olabileceğine o kadar inanırdın. Her şeyin! Yerlilerin yolculuk ettiği birkaç dar su kanalı var ve bunun dışındaki yerler tamamen bilinmedik alan. İşte bak şimdi, şurada, Matto Grande’de -purosunu haritanın bir bölümü üzerinde gezdirdi- veya şurada üç bölgenin kesiştiği yerde, hiçbir şey beni şaşırtmazdı. O adamın bu akşam söylediği gibi, neredeyse Avrupa Kıtası kadar bir ormanlık alana, 50.000 millik su kanalları yayılmış bu bölgede. Sen ve ben, birbirimizden İskoçya ve Konstantinopdis kadar uzaktayken, hâlâ aynı Brezilya Ormanı’nın içinde olabiliriz. İnsanlar, bu labirentin içinde kâh orada kâh burada yollar, geçitler açıp durmuştur. Düşünsene, nehir buralarda neredeyse 40 metre yükselmekte ve ülkenin yarısı geçit vermez bataklıklarla kaplı. Neden buralarda yeni ve olağanüstü bir şey olmasın? Ve onu bulan neden biz olmayalım? Üstelik…” diye ekledi acayip, zayıf suratında keyifli bir ışıltıyla, “Her kilometre, macera ve risk demektir burada. Artık eskimiş bir golf topu gibiyim; üzerimdeki beyaz boya aşınıp döküleli çok oldu. Hayat bana darbe indirebilir ama iz bırakamaz. Fakat avcılık riski yok mu delikanlı, işte o, hayatın tadı tuzudur. Tekrar bunu yaşamaksa hayatın ta kendisi! Hepimiz artık fazla rahata alışmaya başladık. Sen yeter ki bana uçsuz bucaksız alanları göster ve elimde bir silahla bulmaya değecek bir şeyler olsun. Savaşı, engelli koşuyu, uçakları denedim ama şu ıstakoz yemeği hayaline benzeyen canavarları avlamak yok mu, işte o bambaşka bir şey!”

Bu olasılığın keyfiyle kendi kendine güldü.

Belki de bu yeni tanıştığım kişi üzerinde biraz fazlaca durdum ancak uzun bir zaman beraber olacağımız için onu mümkün olduğunca ilk gördüğümdeki gibi antika karakteriyle, konuşurken ve düşünürken sergilediği tuhaf, küçük ilginçliklerle, hilelerle tasvir etmeye çalıştım. Sonunda ondan ancak bir randevum olduğu için ayrılabildim. Onu kırmızı parlaklığın ortasında, koltuğuna oturmuş, en sevdiği tüfeğinin mekanizmasını yağlarken ve bizi bekleyen maceraların hayaliyle hâlâ kendi kendine keyifle gülümserken bıraktım. Şundan emindim ki eğer önümüzde bizi bekleyen tehlikeler varsa bunları paylaşmak için bütün İngiltere’yi arasam ondan daha soğukkanlı, daha gözü pek birini bulamazdım.

O gece, gün içinde geçirdiğim olağanüstü olaylardan sonra biraz yorgun bir hâlde, geç vakte kadar haber editörü McArdle’la oturup konuşarak bütün durumu izah ettim. Ona kalırsa bütün hikâye, yarın şefin, Sir George Beaumont’un dikkatine sunulacak kadar önemliydi. Kararlaştırdığımıza göre, başımdan geçen tüm olayları birbirini takip eden bir mektup serisi hâlinde gazeteye, Bay McArdle’a gönderecektim. Bunlar da ya geldiği gibi “Gazette” için hazırlanıp basılacaktı ya da Profesör Challenger’ın direktifleri doğrultusunda daha ileriki bir tarih için bekletileceklerdi. Çünkü henüz kendisinin, bu bilinmedik ülkeye giderken bize vereceği direktiflere ne gibi hükümler koyacağını bilmiyorduk. Telefonla aradığımızda basına karşı ateş püskürmesini dinlemekten başka bir şey elde edememiştik. Konuşmayı bitirirken, gideceğimiz gemiyi haberdar etmemiz durumunda başlangıç için gerekli gördüğü talimatları ileteceğini söylemişti. İkinci bir arama ise karısının şikâyetçi bir havada meleyerek, kocasının şu anda bir öfke nöbetine tutulduğunu belirtmesinden başka bir fayda getirmemişti. Ricalar ederek, bizden, onu daha da alevlendirecek şeyler yapmamamızı istiyordu. Gün içinde daha sonraki bir üçüncü deneme, müthiş bir çatırtı sesiyle sona ermişti ve akabinde operatörden gelen mesaj, Profesör Challenger’ın alıcısının parçalandığını belirtiyordu. Bundan sonra, iletişim çabasından tamamen vazgeçtik.

 

Ve şimdi sabırlı okuyucularım, artık size doğrudan hitap edemeyeceğim. Bundan sonra (tabii, eğer bu hikâyenin geri kalan kısmı gerçekten size ulaşırsa) olacaklar, ancak temsil ettiğim gazete kanalıyla yansıyabilecek. Bütün zamanların en harika, en olağanüstü yolculuğu olacak; bu yolculuğa zemin hazırlayan olaylar dizisini editörün ellerine teslim ediyorum ve eğer ki İngiltere’ye bir daha hiç dönemezsem, en azından bu işin nasıl başladığına dair bir kayıt olacak. Bu son satırları Francisca adlı feribotun bekleme salonunda yazmaktayım ve bunlar daha sonra pilot vasıtasıyla McArdle’ın emniyetine verilecek. Not defterini kapatmadan önce son bir tablo çizmek istiyorum; içimde taşıyacağım ülkenin son bir tablosu olacak bu. Sonbaharın bitimine yakın, sisli ve ıslak bir sabah; ince ve soğuk bir yağmur çiseliyor. Yağmurlukları parıldayan üç figür, iskele boyunca yürüyor, kalkış flamasının dalgalandığı borda iskelesine doğru yöneliyorlar. Önlerinde sandıklarla, paketlerle ve silah kutularıyla tepeleme yüklenmiş el arabasını ittiren bir hamal var. Profesör Summerlee, uzun ve melankolik silüetiyle başı önde, ayaklarını sürüyerek yürüyor, daha şimdiden kaderine küstüğü belli. Lord John Roxton, seri adımlarla yürüyor ve ince, hevesli yüzü, yürüdükçe boyun atkısıyla avcı şapkasının arasında parıldıyor. Bana gelince, artık bütün bu hazırlanma telaşesini ve ayrılık sızısını ardımda bıraktığım için mutluyum ve eminim ki bu, her hâlimden belli oluyor. Gemiye yaklaştığımız sırada aniden, arkamızdan bir bağırtı duyuyoruz. Bizi gitmeden önce görmek için söz vermiş olan Profesör Challenger bu. Soluk soluğa kalmış, kırmızı suratlı, öfkeli figür bize yetişiyor.

“Hayır, teşekkür ederim.” diyor. “Gemiye hiç çıkmasam daha iyi olur. Size söylemek istediğim birkaç söz var sadece, onları da burada rahatlıkla söyleyebilirim. Hiçbir şekilde bu yolculuk için size minnettar olduğumu sanmanızı istemiyorum. Anlamalısınız ki bunun benim nazarımda hiçbir önemi yok, bu konuda en ufak bir kişisel borçluluk duymak gibi bir kaygı taşımıyorum. Gerçek, gerçektir ve sizin rapor edeceğiniz hiçbir şey, bunu hiçbir şekilde değiştiremez. Ancak olsa olsa bir kısım önemsiz insan topluluğunun heyecanlanmasına ve meraklarının giderilmesine aracı olabilir. Bilgiler ve hedefinizle ilgili talimatlarım, bu mühürlü mektupta. Bunu Amazon’da, Manaos adlı bir kasabaya ulaştığınızda açacaksınız ancak üzerinde belirtilen tarih ve saatten önce değil. Söylediklerim yeterince anlaşıldı mı? Şartlarıma kesinlikle uyulmasını tümüyle sizin şerefinize bırakıyorum. Hayır, Bay Malone, sizin mektuplarınıza bir kısıtlama getirecek değilim, ne de olsa yolculuğunuzun amacı gerçekleri ortaya çıkarmak. Ancak mutlak varış noktanızı kesinlikle açıklamayacaksınız ve geri dönene kadar da hiçbir şey basında yer almayacak. Güle güle, bayım! Talihsizce dâhil olduğunuz iğrenç meslek grubu için duygularımı hafifletmeyi bir nebze olsun başardınız. Güle güle, Lord John; anlıyorum ki bilim, sizin için kapalı bir kutu fakat sizi bekleyen av sahası için kendinizi tebrik edebilirsiniz. O sahaya eriştiğinizde eminim ki füze gibi üzerinize atılan dimorphodon’u nasıl yere mıhladığınızı anlatma şansına erişeceksiniz. Ve size de güle güle, Profesör Summerlee; eğer hâlâ kendinizi geliştirme yeteneğiniz kaldıysa ki samimi olarak bundan şüpheliyim, o taktirde Londra’ya daha aydınlanmış birisi olarak döneceksiniz.”

Böylece, topukları üzerinde döndü. Bir dakika sonra trenine doğru yol alırken, güverteden, kısa, basık silüetinin yumuşak hareketlerle uzaklaştığını görebiliyordum. Şu anda kanal boyunca iyice ilerlemiş durumdayız. Mektuplar için son çan çalıyor ve kaptan için veda vakti. Bundan sonra ufukta kaybolan bir tekneyiz artık. Tanrı geride bıraktıklarımızı korusun ve bizi sağ salim geri döndürsün.

5Tarih öncesi (e.n.).
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»